İlkel Komünal toplum’dan günümüze kadın’ın tarihsel ve toplumsal evrimi- 1

İlkel komünal toplum, bağrında taşıdığı sınıflı toplumun nüvelerinin esas hale gelmesiyle çözülmeye doğru giderken, özel mülkiyet temelli sınıflı toplumun ilk örneği olan köleci toplumla birlikte, kadının esas mimarı ve öznesi olduğu eşitlikçi toplumun bütün değerleri üzerinde yükselen erkek cinsinin kadın cinsini köleleştirmesiyle insanlık ilk tarihi yenilgisini alıyordu. İlkel komünal toplumda cinsler arası gelişimde bir eşitsizliğin olduğunu gözardı etmesek de, üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmaması bakımından bunun cinslerden biri üzerinde herhangi bir tahakküme karşılık gelmediğini biliyoruz. Bu yüzden sınıflı toplumu komünal   toplumdan ayıran en belirgin özelliklerinden birinin, bir cinsin diğer cins üzerinde, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan tahakkümü olduğunu unutmayalım. Ve özel mülkiyete dayalı bu hakimiyet, sınıflı toplumun en küçük birimi olan aile, devlet, dini kurumlar gibi üst yapı araçlarıyla, köleci, feodal ve kapitalist toplum süreçleri boyunca korunmuş, güçlenerek derinleşmiş ve böylece alt yapıdan üst yapıya kadının toplumsal yaşamın bütün alanlarındaki ikinci cins konumu pekiştirilmiştir

Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH)’nin 30 Eylül-1 Ekim 2017 tarihinde Almanya’da gerçekleştirmiş olduğu 10. Kurultayın’a sunulan ‘’ Ekim devriminin 100.Yılında kadın mücadelesinin özgünlüğü ve zorunluluğu!  Ya barbarlık ya sosyalizm!’’ ana başlıklı kapsmalı belgeyi öneminden dolayı alt başlıklar halinde okurlarımızla paylaşıyoruz

Ekim devriminin 100.Yılında kadın mücadelesinin özgünlüğü ve zorunluluğu! Ya barbarlık ya sosyalizm!

HABER MERKEZİ(11.11.2017)-Zorunluluklar dünyasında emek faaliyetinin bir sonucu olarak bugünlere taşınan insanlığın yaşama, evrene, tabiattaki olaylara, maddenin özüne ve varlığa dair anlam ve cevaplar bulma arayışı, henüz yeterli bilimsel veri ve yöntemlere sahip olunmadığı süreçlerden itibaren, deneme-yanılma, öğrenme, biriktirme ve taklit etme gibi yollarla günümüze kadar gelişerek süregelen bir durumdur. Özellikle tarih öncesi sürece dair hâla cevap bulmayan konular olsa da, bu sürecin yol haritasını çeşitli açılardan inceleme konusunda bugün elimizde muazzam birikimler, veriler ve araçlar mevcuttur. Bütün bu bulgu, bilgi, birikim ve tecrübelerle donanmış olarak bugünden baktığımızda, 4.5 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğu tahmin edilen yerkürede ilk mikroskobik organizmaların oluşumundan ilk insan türlerine, cinslerarası eşitlik dahil birçok konuda eşitlikçi ilkel bir komünal toplum yapısından, özel mülkiyetle birlikte kendi türü dâhil doğa ve içerisindeki tüm canlılara zor ile hükmeden günümüz insanının erk-egemen sınıflı toplumsal yapısına uzanan uzun, zorlu ve karmaşık bir evrim süreciyle karşılaşmaktayız.  Kuşkusuz bu uzun ve karmaşık sürecin incelenmesi farklı alanlarda spesifik  ve derinlikli bilgi, birikim ve çalışmalar gerektirmektedir. Bizlerin amacı ise, mücadele alanımız özgülünde yarına dair politikalar üretmede bizlere yol gösterici olması bakımından ilkel komünal toplumdan günümüzün sınıflı toplumunun ulaştığı evreye, özelde kadının tarihsel ve toplumsal evrim süreçlerini ve mücadele dinamiğini bizlere de nüfuz eden erk-egemen algıdan arındırmaya çalışan diyalektik bir yöntem ve bakış açısıyla yeniden okuyarak genel bir resim ortaya koymaktır.

Yakın yüzyıllarda arkeolojinin ortaya çıkışı ve gelişmesi sonucunda tarih öncesine dair elde edilen bulgular, yeryüzündeki yaşamın yaklaşık 5000 yıllık bir geçmişi olduğu iddiasındaki dini kuramların somut bulgularla sorgulanmasının önünü açarak, bilimin dini dogmaların ve kuramların hâkimiyetine karşı mücadelesinin ilk somut sonuçları olarak gelecek günlere ışık tutmaya başladı. Arkeolojinin insanlık tarihinin daha gerilere dayandığını tanıtlayan çalışmaları sonrasında, Darwin’in, insanın ilahi bir varlık tarafından yaratılmayıp, hayvanlar alemindeki bir maymun türünden evrimleşerek bugünlere gelindiği sonucuna vardığı Evrim Kuramı, antropoloji bilimiyle dini dogmalar arasında süregelen tartışmayı kızıştırmaya başladı. 19. Yüzyılda, tarihe maddeci bir yöntemle bakan Lewis Morgan ve Edward Tylor gibi antroplogların çalışmalarıyla, insanlığın hayvanlar aleminden insanlık sürecine geçişini izleyen süreçlerde bir dizi aşamadan (yabanıllık, barbarlık, uygarlık) geçerek geliştiği sonucuna varılıyordu.  Bilimsel sosyalizmin kurucuları Marks ve Engels’in, Darwin ve Morgan’ın çalışmalarını referans aldıklarını biliyoruz. “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” isimli makalesi ve Marks’ın Kapital’i yazdığı sırada Morgan’ın “Ancient Society-Eski Toplum” kitabını inceleyerek aldığı notlar ile antropologların çalışmalarının sonuçlarını 1884’te yayımladığı “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı kitabında geliştirerek billurlaştıran Engels ile birlikte, tarih öncesi insanlığa ve özellikle kadının ikinci cins konumunun kökenlerine dair bilinmeyenlere doğru kapılar aralanmaya başlandı. Darwin, Morgan, Tylor, Rivers, Marks ve Engels ile başlayıp devam eden süreç boyunca, ilk insanların yaşamlarının gelişmesindeki dinamiğe, ihtiyaç ve zorunlulukları belirleyen emek ve üretim faaliyeti temeli üzerinden bakan çalışmaların somut verileriyle birlikte, sınıfsız ilkel komünal toplum sürecinden sınıflı toplum süreçlerine, materyalist bir yöntem ve kadın ekseniyle bakarak genel bir çerçeve sunmaya çalışacağız. Tarihteki toplumsal süreçleri incelerken, konunun kapsamının genişliği ve sınırlılıklarımızı gözönünde bulundurarak, aynı sürecin farklı coğrafya ve toplumlardaki özgünlükleriyle değil, genel olarak dönemin karakteristik özellikleri üzerinden kadın ekseniyle ele almaya çalışacağız. Bunu yaparken, her toplumsal sürecin kendinden öncekini yadsıyarak, ancak bağrında taşıdığı sonraki süreci olumlayarak çözülmeye doğru gittiğini ve her ne kadar bu süreçlere erk-egemen ideolojiden arınmaya çalışarak kadın ekseniyle bakmaya çalışsak da, sınıflı toplum sürecinin başından günümüze, al yapıdan üst yapıya derinleşerek egemen olan bu algının, referans aldığımız bilimsel ve felsefik çalışmalara da niyetten bağımsız sirayet ettiğini ve bu nedenle işimizin pek de kolay olmadığını unutmamamız gerektiğini belirtmek isteriz.

Sınıfsız toplum süreci ilkel komünal topluma kadın eksenli bir bakış

Bir dizi zorunluluklar zincirinin sonucunda günümüzden 10 ila 4 milyon yıl öncesinde, Afrika kıtasında bir maymun türünün ayağa kalkarak, ön ayaklarını arka ayaklarından ayrı, adeta bir alet olarak kullanmaya başlaması, bu maymun türünden ilk insana doğru evrimin başlangıcında bir dönüm noktası olmuştur. Bu maymun türünün ayağa kalkışından günümüzden 3 milyon yıl öncesinde “Homo Habilis” denilen Yetenekli İnsana evrilmesi ve en nihayetinde günümüzden yaklaşık 1 milyon yıl öncesinde doğduğu tahmin edilen Homo Sapiens’le devam eden bu tarihi, ilkel komünal olarak nitelendirdiğimiz sınıfsız toplum sürecin başlangıcı olarak tanımlayabiliriz. İlkel komünal toplum süreci, yaklaşık 1 milyon yıllık bir geçmişe sahip olduğu tahmin edilen insanlık tarihinin %99’u gibi uzun bir sürecine tekabül etmesi açısından   incelenmesi bakımından önemlidir.

Üretim aletleri, üretim ilişkileri ve kadın

Korunma ve yiyecek temini gibi temel ihtiyaçlar sonucunda ağaçtan ve taştan son derece basit olarak üretilen üretim araçları daha sonraları özellikle ateşin keşfi ve yetkinleşmeyle birlikte daha çeşitli ve etkili hale getirilmiştir. Bu aletlerin üretimi ve kullanımı topluluk üyelerinin ortak çıkarları ekseninde eşit şekilde paylaştırıldığı gibi, bu kullanım sonucunda temin edilen ürünler de eşit şekilde paylaştırılmaktaydı. Böyle bir yapının üretim ilişkilerinin ilkel komünal olarak tanımlanmasının temel nedeni, kullanımının ortak olduğu üretim aletlerinden temin edilen ürünlerin ortak bir şekilde paylaştırılmasından ileri gelmektedir. Bu üretim araçlarının kullanımından, elde edilen ürünlerin paylaşımına, kullanılan araçların kullanıma konu olan iş ve aletlerin çeşitleri dışında kadın ve erkek arasında bir fark bulunmamaktaydı. 

İlk biyolojik iş bölümü ve kadın

Toplayıcılık-avcılık döneminin ilk aşamalarında yiyecek temini, yırtıcı hayvan ve zorlu doğa koşullarına karşı topluluğu koruma gibi hayatta kalma ve soyunu sürdürme mücadelesine tekabül eden bütün konularda kadın ve erkek hiçbir biyolojik ayrışmanın belirleyici olmadığı şekilde katılım sağlamaktaydılar. Bu yüzden kadın ile erkek arasındaki iş bölümü konusunda başından beri kendiliğinden doğal bir ayrışmaya gidildiğini söyleyemeyiz. Çünkü, hiçbir alt ve üst yapısal tahakküm ilişkisi ile araçlarının olmadığı, hayatta kalma ve soyunu sürdürme itkisiyle her iki cinsin de yaşamın zorlu koşullarına eşit ve ortak bir şekilde katıldığı, antropolojik araştırmaların da gösterdiği üzere, kadın ile erkek arasındaki biyolojik ve fiziki farkların, güç, çeviklik, dayanıklılık vb. konularda belirgin olmadığı bir dönemde bu özelliklerin, başından beri doğal işbölümünde belirleyici olmasının koşulları bulunmamaktadır.

Kadın ve erkek arasındaki doğal basit işbölümü, -erkeklerin avcılıkta, kadınların toplayıcılıkta yetkinleşmeleri- bir dizi coğrafik, iklimsel ve elbette biyolojik özelliklerin dayattığı zorunluluklar zinciri sonucunda zaman içinde belirginleşen bir konudur.   Bunlar arasında kadının doğurganlık özelliği, doğum yapan kadını ilk dönemlerde geçici olarak konaklama alanında tutmuş, fakat sonrasında erkek ve diğer kadınlarla aynı işlere eşit şekilde katılmaya devam etmiştir.  Fakattopluluğun yaşlı, çocuk vehasta olan üyeleriyle birlikte hayatta kalmanın yollarını aramak durumunda bırakan bu doğurganlık özelliğinin zamanla kadını, uzun süren, zahmetli, rastlantısal ve çoğu zaman boş dönülen avcılık karşısında daha güvenilir ve istikrarlı bir yöntem olan toplayıcılık alanında yetkinleşmesine iten nedenlerin başında geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu durum ve başka bir dizi iklimsel, coğrafik vb. sebepler neticesinde, ilk doğal-biyolojik işbölümünün, nitelik olarak temin edilen yiyeceğin türüne, yöntemine ve alınan sonuçlara göre kadın ile erkek arasında basit bir ayrışmaya dayandığını ve giderek yaygınlık kazandığını söyleyebiliriz.

Kadının toplayıcılık alanında giderek yetkinleşmesi ve bu yetkinliğin sonuçlarının topluluğun geleceğini garantileyen bir konuma evrilmesi, kadını ekonomi başta olmak üzere toplumsal yaşamdaki birçok konuda erkek karşısında etkili bir konuma getirerek toplumsal ilerlemeyi sağlayan temel noktalardan biri olmuştur. Ancak üretim aletlerinin ve kullanımının mükkemmelleştirilmesi ile toplayıcılık ve avcılıktan tarım ve hayvancılığa geçişe paralel olarak işbölümünde kadın ve erkeğin rolleri açısından yaşanan değişiklik ile sağlanan uzmanlaşmanın sonucunda elde edilen ürünlerin ihtiyaç fazasına denk gelen bir noktaya evrilmesi, ürünlerin ve giderek üretim araçlarının bir zümrenin mülkiyetine geçmesinin yollarını aralarken, aynı zamanda kadının özel mülkiyetle birlikte köleleştirilerek erkeğin tahakkümüne alındığı süreci yaratan koşulları da oluşturmuş olacaktır.

Yaşamın düzenlenmesi, üst yapı kurumları ve kadın

Bir toplumun üretim araçları ve ilişkilerindeki nitelik ve seviyesi ile bunların kimler tarafından kullanıldığı ya da bunlara kimler tarafından sahiplik edildiği üst yapı araçlarının niteliğini belirlemektedir. Özel mülkiyetin ve sınıfların henüz oluşmadığı ilkel komünal toplumda topluluğun, anne soyu üzerinden belirlenen gens ya da trübü (bir veya birkaç kandaş grubun biraraya gelerek oluşturduğu kabile) adlı küçük kandaş gruplar şeklinde yaşadığını görüyoruz. Her grup kendi içinde barış ve savaşzamanlarına bağlı olarak grubun işlerini yürütmekten sorumlu birini şef ya da askeri şef olarak seçimle belirler ve istenildiğinde bu görevden alınıp yerine başkası seçilirdi. “ Ve yine L.W. Powel tribülerin kurduğu kuralların ‘beşte bir oranında erkek, beşte dört oranında kadınlardan oluştuğunu’göstermiştir. Reis, topluluktaki bütün kadın ve erkeklere danıştıktan sonra bir karara varan kadın üyeleri tarafından seçilirdi.  Bu kişi kadınlar tarafından atanır, edim ve davranışlarının hesabını kadınlara vermekle yükümlü olurdu. Bunlar, ufak tefek ‘ev işleri’ değil, kadınların elinde bulunan toplumsal işlevlerdi.” (Aktaran Evelyn Reed)

Analık hukukunun geçerli olduğu ve kadınların topluluğun kurucu üyesi oldukları bu organlar, kadının belirgin rolüne ve şeflerin erkek olmasına rağmen, kadının erkek üzerinde tahakküm kurduğu bir cins ikidarı biçiminde değildi. Kadının toplumsal yaşamının düzenlenmesinde analık hukuku şeklinde elde ettiği bu belirleyici rol, elbette onun üretimdeki etkin yerinden geliyordu. Kadınların doğurganlık özelliği, çocuk bakımı ve üretimdeki bu yetkinliği, onların topluluğun erkek üyelerince gizil güçlere sahip olduğu kanısını da güçlendiriyordu. Ana tanrıça, bereket tanrıçası gibi kültlerin kaynağının bu somut gerçeklikten kaynaklandığını bugün kolaylıkla söyleyebiliriz.

İlkel komünal toplumda kadının belirgin rollerine dair birkaç not

Kadının komünal yaşamdaki belirgin ve etkin kimliğine geçmeden, mülkiyetin özelleştirilmesiyle paralel erkek cinsinin kadın üzerindeki tahakkümüyle cisimleşen “ataerkil” sınıfsal sisteme karşıt olarak, kadının etkin rolde olduğu ilkel komünal toplum yapısını isimlendirmede kullanılan “anaerkil” kavramına değinmeden geçmek istemiyoruz.“Anaerkil” kavramı, her türlü mülkiyet,egemenlik veiktidar ilişkisinin olmadığı ilkel formdaki komünal bir toplum yapısını ifade etmede niyetten bağımsız bizleri, kadının toplumdaki etkin yeri ve belirleyiciliğinin, mülkiyet temelli zora dayalı bir iktidar biçimi olduğu yanılgısına götürmektedir.  Bu yüzden, özel mülkiyetin ve sınıfların olmadığı, dolayısıyla bir cinsin etkinliğinin diğer cins ya da genel olarak toplumun diğer üyeri üzerinde zora dayalı bir tahakküm oluşturmadığı bir toplumsal yapının, sınıflı toplumun mülkiyet ve egemenlik ilişkileriyle tanımlanma hatasına düşüren bir anlayışın ifadesi olan “anaerkil” tanımlamasının sorgulanması gereken bir kavram olduğunu vurgulamak isteriz.

 Temelinin toplumsal üretimdeki belirleyiciliğin olduğu bu etkin durum, daha önce de söylediğimiz gibi kadın cinsinin erkek cinsi üzerinde bir baskı unsuru olmasını doğurmamaktaydı. Bu temel belirleyiciliğe sadece doğada var olan yiyeceklerin temini şeklinde bakarsak, kadınların tarihe öncülük eden ilerlemelerdeki etkin payına haksızlık etmiş oluruz. Doğada hazır bulunan yiyecelerin ikmaliyle başlayan bu durum, ateşin denetim altına alınması, yiyeceklerin pişirme ve saklanma tekniklerinin geliştirilmesi, topraktan basit kapların yapımı, toprağın işlenmesi, bu işlemede aletlerin geliştirilmesi ve kullanılması, hayvanların evcilleştirilmesi, bitki köklerinin ve hayvan ürünlerinin tedavide kullanılması, kumaş ve basit barınma yerlerinin  yapımı gibi birçok ileri atılıma kadınların öncülük ettiği ve bu öncülüğü uzun dönem sürdürdüğü artık inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Ve bunun, biyokimya, fizik, mekanik, botanik gibi gibi uzun süreli bir dizi karmaşık bilgi birikimi ve tekniği gerektiren bir gerçeklik olduğunu düşündüğümüzde, kadınların tarihteki bilimsel, kültürel ve toplumsal ilerlemelerin öznesi olarak günümüzdeki birikimlerin öncülüğünü çok uzun bir süre yaptığını unutmamamız gerekmektedir. Bunların dışında, tarihte ilk kadın savaşçılar olarak bilinen Amazonlar, ilkel komünal toplumda kadının etkinliğine dair bilinen son temsilciler olarak örnek gösterilebilir.

Sınıflı Topluma Geçiş Ve İlk Tarihi Yenilgi: Köleci Toplum

 “Kader size üç acı pay ayırdı: İlki, bir köleyle evlenmek, İkincisi, bir kölenin annesi olmak, Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek.”

 Üretim araçları, üretim ilişkileri, sınıflar ve devlet 

 Daha önce kolektif olarak üretilen bütün değerler tüm topluluğun yararına kız kardeşlerin klanlarına geçerken köleci toplumda bir grubun ürettiği üründen elde edilen ürün fazlası, başka bir ürünü üreten grubun elindeki ürün fazlasıyla takas ediliyor, basit üretim araçlarının, sürü hayvanlarının ve barınma yerlerinin küçük ailelerin mülkiyetine geçişi başlamış oluyordu. Bu durum, yani üretim araçları ve hayvanlar üzerindeki özel mülkiyet ailelerin ellerindeki malların miras yoluyla erkek çocuklarına geçmesine ve aileler arası servet eşitsizliklerinin doğmasına yol açar.

Üretim aletlerine ve araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasında sınıfsal bir ayrımın ilk olarak yaşandığı köleci toplum, karakteristik yönünü, savaş esirlerinin ilkel komünal toplumdaki gibi öldürülmeyip köleleştirilerek üretime katılmasında bulur.  Böylece kendi için çalışan özgür üreticilerin yanında, başkaları için karın tokluğuna çalıştırılan kölelerin emeği bir zenginlik kaynağı olarak ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla köleci tolumda iki sınıftan bahsedebiliriz; köleler ve köle sahipleri. Bir de bunların dışında kendi topraklarını ekip biçen özgür emekçiler vardır.

Köle sahiplerinin ve toplumda etkili konuma sahip kişiler (ilkel komünal toplumun konseylerinde yer alanlardan en çok toprağa ve üretim aracına sahip olanlar) zamanla toplumun silahlı güçlerini de ellerine alarak, toplumun geri kalanını zor yoluyla baskı altında tutmak için “köleci devlet”  denilen baskı aygıtının ilk örneğini oluşturmuş oldular. 

Kuşkusuz sınıflı toplum itibariyle gündeme gelen her toplumsal süreç, kendinden öncekinden ilerilikler taşımaktadır. İnsanlığın belli bir kesimi ve kadın cinsi için tarihi bir yenilgiyi doğuran bir yerde dursa da köleci toplumun ilkel komünal topluma göre taşıdığı ilerilik, toplumun önemli bir bölümünü kol emeğiyle çalışmak zorunda olmaktan çıkarıp, fikirsel anlamdaki gelişmelere olanak tanımasıdır.

Köleci toplumda kadının durumu

İlkel komünal toplum, bağrında taşıdığı sınıflı toplumun nüvelerinin esas hale gelmesiyle çözülmeye doğru giderken, özel mülkiyet temelli sınıflı toplumun ilk örneği olan köleci toplumla birlikte, kadının esas mimarı ve öznesi olduğu eşitlikçi toplumun bütün değerleri üzerinde yükselen erkek cinsinin kadın cinsini köleleştirmesiyle insanlık ilk tarihi yenilgisini alıyordu. İlkel komünal toplumda cinsler arası gelişimde bir eşitsizliğin olduğunu gözardı etmesek de, üretim araçlarının özel mülkiyetinin olmaması bakımından bunun cinslerden biri üzerinde herhangi bir tahakküme karşılık gelmediğini biliyoruz. Bu yüzden sınıflı toplumu komünal toplumdan ayıran en belirgin özelliklerinden birinin, bir cinsin diğer cins üzerinde, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan tahakkümü olduğunu unutmayalım. Ve özel mülkiyete dayalı bu hakimiyet, sınıflı toplumun en küçük birimi olan aile, devlet, dini kurumlar gibi üst yapı araçlarıyla, köleci, feodal ve kapitalist toplum süreçleri boyunca korunmuş, güçlenerek derinleşmiş ve böylece alt yapıdan üst yapıya kadının toplumsal yaşamın bütün alanlarındaki ikinci cins konumu pekiştirilmiştir.

İlkel komünal toplumda basit formda görülen işbölümü, tarımın ve hayvancılığın gelişmesi ve erkeklerin, kadınların görece daha yatkın ve yetkin oldukları yerleşik yaşamdaki üretime katılmalarıyla birlikte, cinsler arasındaki ilk gerçek anlamdaki işbölümü belirginleşmeye başladı.  Üretim araçlarının gelişimi ve işbölümündeki bu uzmanlaşma, emeğin verimliliğini arttırarak herkesin kolektif bir şekilde aynı üretime katılıp elde edilen ürünün eşitçe paylaşımına gerek bırakmamaktaydı.   Daha önceleri üretimdeki etkinliklerinden ötürü toplumda etkin bir yere ve saygınlığa sahip olan kadınlar, ilk işbölümündeki uzmanlaşmanın giderek toplumsallaşması ve üretim araçlarının gelişimiyle birlikte, üretim araçlarını üretmede ve toplumun ihtiyacı olan ürünlerin üretiminde erkekler karşısındaki etkin konumlarını yavaş yavaş yitirmeye başladılar.  Erkeğin toplumsal üretimi ve aynı zamanda üretim aletlerinin de üretimini yavaş yavaş ellerine almasıyla birlikte, kadınların erkeğin yanında yardımcı basit işlere ve “biyolojik görevlerine” hapsedilmesi aynı zamanda özel mülkiyetin neden erkek cinsinin elinde toplandığı sorusuna en gerçekçi cavapların başında gelir.

Özel mülkiyeti ortaya çıkaran şartlar ile erkeklerin bu şartlarda üretim araçlarının ve ihtiyaçların üretiminde etkin rolde oluşlarıyla ve yine daha önceleri ana üzerinden belirlenen soyun, tek eşli aile biçimiyle birlikte baba üzerinden de belirlenebilirliğinin önünü açılmasıyla birlikte, babanın belirleyici olduğu tek eşli küçük aile birimi üzerinden mirasın erkek çocuklara geçişinin önü de böylece açılmış oluyordu. İnsanlık tarihinin en uzun sürecini kapsayan ilkel komünal sürecin, özel mülkiyetin erkek cinsinin elinde toplanmasına paralel, kadının etkin olduğu topluluğun yararına olan kurallar dizgesinin kırılması ve kadını erkeğin boyunduruğu altına alarak yavaş yavaş sınıflı topluma evrilerek çözülmesinde ve kadınların birbirlerinden yalıtılarak dirençlerinin kırılmasında,diğer temel şartların yanında, babanın belirleyici olduğu küçük tek eşli aile yapısının önemini vurgulamak gerekir.  Ancak bu konuda henüz cevaplanmayan soruların olduğunu da belirtelim.

Özetle erkek egemen ekonomik ilişkilerin belirleyiciliğindeki köleci toplum döneminde köle sınıfına dahil olmayan kadın, tek eşli aile yapısında, başta üreme olmak üzere yalnızca aile içiyle sınırlanan işlerden sorumlu, köle sahibi bir aileye mensup bir kadın dâhi, hizmetkârları ya da  köleleri Kadar ailedeki erkeğe bağımlı olarak tüm haklardan yoksun bir köleydi. Bunların dışındaki kadın ve erkek köleler ise, esaret ve baskı altında ağır işlerde çalıştırılarak sömürülmeleri ve toplumsal yaşamda her türlü haktan tamamen yoksun oluşları bakımından ortak bir kaderi paylaşmaktaydılar.

 Her dönemin kendinden öncekinin karekteristik özelliklerinin kalıntılarını içinde taşımasının yanında, bütün baskı ve tahakküm aygıtlarına rağmen o dönemin anlayışını reddeden örnekler de mevcuttur.  Erkek egemen köleci toplumun baskılarına ve tüm imkânsızlıklarına rağmen fikirlerini savunan ve bu yüzden aynı anlayışın kurbanı edilerek tarihe geçen İskenderiyeli Hypatia1 ve Miletoslu Aspasia2 gibi kadınlar, dini bir ritüel olarak, paranın tapınağa kalması karşılığında erkeklerle cinsel birliktelikte bulunan Heteare’ler (tapınak fahişeleri), yine Antik Yunan’da evlilik anlayışını nüfuz olarak güçlü olan erkeklerin metresleri olarak ihlal eden azad edilmiş ayrıcalıklı köleler buna örnek gösterilebilir. Bu azad edilmiş köle kadınlara da Hetereler denilmektedir. Köleci toplumda eğitim gören tek kadın kesimi olan Hetereler, bilime, felsefeye ve politikaya olan ilgileri ve devlet işleri üzerinde etkili oluşlarıyla da öne çıkmaktadırlar.

  1 (370  415) İskenderiye’de felsefe, matematik ve astronomi dersleri veren  Hypatia, aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıt yaratmıştır. Zamanının iktidar ilişkilerinde ve politikada yeri olduğu tahmin edilen ve inançsız bir kadın filozof olarak bilinen Hypatia, fanatik Hıristiyanların kurbanı olmuştur. 2 M.Ö.570 yılında Milet’te soylu bir ailenin çocuğu olarak doğan ve daha sonra Atina’ya göç eden bilge bir kadın olan Aspasia, Atina’da “felsefe ve güzel konuşma okulu” açmıştır. Gerek bu okul gerekse evi birçok filozof ve sanatçının bir araya geldikleri yerler olmuştur. Eşi  Perikles’in kimi konuşmalarını kaleme aldığı bilinen Aspasia ayrıca kadın özgürlükleri için ilk hareketi başlatan kişi olarak kabul edilmektedir. M.Ö. 510 yılında Atina’da ölmüştür

 

Önceki İçerikEmperyalist/Kapitalist kuşatmanın merkezinde katalonya bağımsızlık dedi!
Sonraki İçerikAçık faşizm sürecinde siyaset ve sorumluluklarımız/Perspektif