Günümüzde, ezilenler hareketinin çatallanma momentinde olduğu bilinen şey; “meşruiyet mi, yasallık mı” ikilemidir. Ezilenler hareketinin önemli bir bölüğü, ekonomizmin ve reformizmin kulvarında burjuva yasallığa boğuldukça, meşru mücadele kulvarı ve bunun tüm biçimlerinden kategorik olarak koptu. Bu oranda da ezilenlerin (ezenler karşısındaki) çıkarlarını savunma iddiasını yitirerek, politik sınıf işbirlikçisi bir ara tabakaya dönüştü. Diğer bölükleri ise yasal sınırlara kategorik olarak hapsolmasa da şu veya bu biçimde siyasal ekonomizm hattındadır. Teorik olarak meşruiyet çizgisinde hareket eden devrimci bölükler ise meşruiyet-yasallık gerilimi eksenine dağılmış durumdalar. Çizgi sorunları meşruiyet zemininde yükselmelerini kesiyor. İlk iki bölüğe karşı bir direnç var; ama kopamıyor, etrafında daireler çiziyor
HABER MERKEZİ(29.01.2018)-“Zulme karşı isyan etmek meşrudur.” (Mao) düsturu, ezen-ezilen çelişkisinin tezahürü, ezilenlerin tarihsel eylemiyle yükselen bir çığlık gibidir. İsyan etmek, ezilenlerin çeşitli biçimlerde siyasal olarak kendini ortaya koyuşunun pratik yoludur. Mülk egemenliğine dayalı yönetim sistemine, mülkü elinde bulunduranlara, onların sömürü ve sosyal, siyasal her türlü zulmüne başkaldırı, politik bağlam olarak tarihsel-toplumsal koşulların ürünü olsa da öte yanda ezilenlerin tarihten devraldığı kültürel, ahlaki ve bilimsel bir mirastır.
Özel mülkiyet ilişkilerinin belirgin biçimlerde sınıfları ortaya çıkarmasıyla devlet, toplum karşısındaki tarafsızlığını tamamen yitirerek, topluma yabancılaştı. Böylelikle meşruiyet pozisyonunu da yitirmiş oldu. Artık meşruiyet dolaylı, sürekli üretilerek sürdürülmek durumundaydı. O, belirgin olarak belli bir sınıf ve tabakaların hakimiyet, iktidar, hegemonya aracıydı artık. Ezilen toplum ve bireyleri karşısında özel mülkiyet eksenli bölünmeye müteakip devlet, bütün biçimlerde “tarafsızlığını” yitirerek araçsallık üretmek durumundadır. Bu aşamadan itibaren devlet; devlete hâkim olanların meşruiyet mekanizması, bir iktidar-hegemonya aracıdır.
Tarihsel akışta bu aşamadan itibaren ezilenler ile ezenlerin varlığı çatışma halindedir. Bu çatışma öz olarak tarihsel bir içeriğe sahiptir. Tarihte gördüğümüz bütün çatışma biçimlerinin temelde bu ezen-ezilen bölünmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Devlet, gücünü elinde bulunduran muktedir sınıf ve tabakaların, diğer toplum bütününe dayattığı her türden egemenlik aracıdır. Bu yönüyle devletin toplum hafızasındaki derin sosyo-kültürel “meşruiyetinden” bir yanılsama olarak bahsedilebilir. Dolayısıyla “kurulu düzen” toplum üzerinde gayrimeşru bir yapıdır. İşte bu gayrimeşru düzen her tarihsel dönemde “baldırı çıplakların” politik isyanının sebebi olmuştur.
Ezilenler hareketinin egemenler karşısındaki meşru politik tutumu, temel olarak yasa tanımaz. Yasalara karşı yükselir. Tarihsel politikada, önünde hazır bulduğu gerçek-somut ilişkileri değiştirmek için kendini konumlandırır. Gerçek olan sömürü ve eşitsizlik ilişkilerinin tezahürü olan politik bağlama hücum, ezilenlerin varoluşsal özüdür.
Günümüzde, ezilenler hareketinin çatallanma momentinde olduğu bilinen şey; “meşruiyet mi, yasallık mı” ikilemidir. Ezilenler hareketinin önemli bir bölüğü, ekonomizmin ve reformizmin kulvarında burjuva yasallığa boğuldukça, meşru mücadele kulvarı ve bunun tüm biçimlerinden kategorik olarak koptu. Bu oranda da ezilenlerin (ezenler karşısındaki) çıkarlarını savunma iddiasını yitirerek, politik sınıf işbirlikçisi bir ara tabakaya dönüştü. Diğer bölükleri ise yasal sınırlara kategorik olarak hapsolmasa da şu veya bu biçimde siyasal ekonomizm hattındadır. Teorik olarak meşruiyet çizgisinde hareket eden devrimci bölükler ise meşruiyet-yasallık gerilimi eksenine dağılmış durumdalar. Çizgi sorunları meşruiyet zemininde yükselmelerini kesiyor. İlk iki bölüğe karşı bir direnç var; ama kopamıyor, etrafında daireler çiziyor.
Ezilenlerin Geleceği Ezenlerin Hegemonik “Meşruiyetine” Karşı Yükseliyor!
İnsansal dünya insanlığın ortak yaratımıdır. İnsanlık tarihi, dil-emek içinde bireyin kendi yaşam ve kültür-dil nesnelerini bir çevrim içinde yeniden üretmesiyle gelişti. Marks, insanlık tarihinin itici gücünü toplumun üretken güçlerinin yeniden faaliyetinde bulur. Üretken güçlerin temelinde insan vardır. Yeniden üretim dil-emek diyalektiğine dayanır. Tek yönlü bir “maddi üretim” anlayışı hatalı olur. Sınıf savaşımlarının materyalist öncüleri de buradadır. Bireyin yeniden üretiminin tezahürü olarak gelişen mülkiyet ilişkileri ve mülkiyetin özelleşme doğrultusu; tarihsel olarak ezilen bireyi sürekli bir yabancılaşma ilişkisi içinde, insanlığın ilk iş bölümünden bu yana köleliğin envaı çeşitlerinde yeniden var etmiştir. Kapitalizm, bireyin kendi ürününe (maddi ve kültürel-dilsel) yabancılaşmasında zirveye vurmuştur. Bugünkü toplumsal çelişkilerin ve bu dolayımın tezahürü tüm sorunların tekmil kaynağında özel mülkiyet ilişkisinin iktidar sorunsalıyla kaynaşık bütünlüğü vardır. Ezen-ezilen çatışmasının kirli politik biçimlerde belirmesi materyalist öncülünü bu kaynaşık yapıda bulur.
Üretken güçlerin yeniden faaliyeti, toplumsal bilincin de gelişimi ve dönüşümünün materyalist nihai temelidir. Tarihsel olarak sınıflara ayrılmış birey ve toplum; düşünce ve imgelemde de ayrımlar gösterir. Fakat bu üst kategorideki ayrışmalar her zaman net ve ampirik gözlemle soyutlanamayacaktır. Zira iktidar, güç ve mülkiyetin sahipleri; kurulu düzenin yeniden üretilmesi için toplumun bilinç, imgeler ve inanç dünyasında meşrulaştırılmasına başvururlar. Bu bağlanmayı önsel olarak koşullayan, iktidar kültürünün tarihiyle gelen karmaşık ilişkiler bütünlüğü bulunmakla birlikte en önemli dolayımın ideoloji olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün burjuvazi; düzenin, toplumun bilinç, imgeler ve inanç dünyasında meşruiyetini daim kılmak için daha yaygın biçimde iktidar kültürü üzerinde işlevlendirilen ideolojik yeniden üretim araçlarını kullanır. Kendi varlığını ve onun yeniden üretimini sağlamak üzere birey ve toplumu inanç, bilinç ve imgeleri düzeyine hücum eder.
İnsan yaratısı olan somut düşünce, kavram ve anlamın bireyin toplumsal faaliyetinin ürünü şeyler olarak; tarihsel, sınıfsal içerik kazanmıştır. Bir toplumsal algı olarak meşruiyet tarih boyu iktidar kültürü içinde muktedir olanın yapılandırılmış zoru arkalayarak, biatın türlü düşünsel, imgesel, inançsal araçlarına başvurarak sağladığı bir şeydir. Bu bakımdan ezilenlerin sınıfsal meşruiyeti toplumsal tarihte bir manipüle, yanılsama ve yabancılaşma unsurları tezahürü olarak gözlenir. Yani ezenin toplumsal meşruiyeti esasen iktidar kültürünün karmaşık dolayımlarının tezahürü olarak üretilmektedir. Kurumsallaşmış otorite ve gücün iktidar kültürünün itilimiyle, tarihsel olarak toplumun geneli üzerinde oluşturduğu (onun resmi temsilcisi olan devlette) gönüllü ve zorunlu rıza duyumu: işte muktedirin meşruluğunun, toplumsal sözleşme ve yasalarının özsel mahiyeti ve gerçekliği budur.
Sınıflara bölünmüş ve her bakımdan eşitsizlikler sarmalıyla kuşatılarak yoksunlaştırılmış toplum, hayatta kalma güdüleriyle sınırlandırılarak ufku dumura uğratılmıştır. Buna karşın devasa kurumsal örgütlü güce dönüştürülen devlet gerçekliği, toplumsal üretkenliğin kapitalist düzeyinde bilimsel ve teknolojik dolayımla birlikte meşruiyet üretme sorunsalında muktedirleri çok geniş ve sınırsız olanaklara ulaştırmış durumdadır. Ezenler, toplumun bilinç ve algı haznesindeki tarihi olarak mevcut olan iktidar kültürünün yaratılmış güdüleyişiyle, bunun sağladığı alt yapıyla meşruiyeti geleneksel, hukuksal, ideolojik ve benzeri dolayımlarla sürekli olarak, kolaylıkla üretebilmektedir. Eşitsizliği ve eşitsizliğin mutlak bire doğa yasası olduğuna dair yanılsamalar, bilincin üretilmesinde (daha karmaşık geleneksel aile gibi birimler dışında) en önemli misyon sahibi olan devlet düzeni kesintisiz şekilde meşruiyet salgılasa da biçimde tarihsel farklılıklar arz etmesi sömürü düzenini yeniden yeniden toplumun çıkarlarının temsilcisi olarak sunulmasına olanaklar sunmuştur. Gerçek, yeni yüzlerle maskelenerek toplumun algısı sürekli kontrolde tutulmuştur. Sonuç olarak biçimler mütemadiyen değişse de meşruiyet düzeni ya da düzenin meşruiyetinin devletle merkezileşmesi mutlak idea olarak varlığını sürdürmektedir. “Mutlak tinin” yerini alan “mutlak devletin” toplumun bilincindeki kaldıracı derinlerdeki iktidar kültüründe yatar.
Özellikle yirminci yüzyılda devletin meşruiyet üretme araçlarında çok önemli genişlemeler ve değişmeler ortaya çıkmıştır. Bunda bilimsel-teknolojik gelişmelerin sağladığı imkanlar önemliyken, çok önemli tarihsel itilimde sosyal-siyasal boyutlardır. Modern sınıf mücadelelerinin ve devrimlerin, dünyanın büyük anakarasında yayılışı, gelişen sosyalizm denemeleri vs. burjuva düzenin değer ve ölçülerini sarsması sebebiyle, yani zorunlulukları onun önüne çıkarmış; onu, yeni meşruiyet düzlemleri kurmaya itmiştir. En basit ve görünen biçimleriyle “sosyal devlet” yaklaşımları, halk oylamasının etkinliğinin genişletilmesi, yerel ve merkezi parlamentolara halkın oyu ile seçilimin yaygın-esas biçime dönüştürülmesi, halkın yönetime dolaylı demokrasi yoluyla katılmasının önünün açılması vs. Tüm bunlar devletin ve yönetim erklerinin topluma ait olduğu ortak toplumsal çıkarı savunmak için “mutlak olduğu” manipülasyonunu toplumun üzerine bir şal gibi yayarak; mevcut düzenin, yasallığın bir ortak çıkar ve dolayısıyla en meşru idea varoluş biçimi olduğu algısını yeniden üretmenin yolları olarak geliştirilmiştir. Keza STK’lar sorunsalı… Toplumun devlet karşısında kendini koruma araçları olan STK’lar alanına hücum edilerek, geliştirilen STK’lar, sistemin meşrulaştırma araçları olarak devletin “sivil kolluk kuvvetleri” maiyetine dönüştürülmüştür. Öyle bir basınç kurulmuştur ki, alternatif STK’lar bile sistemi, yasallığı kutsamanın dışına çıkamamaktadır. Kurulu düzenin kabulüne dayalı olmak, varlığını buradan almak; politik çizgi sorunlarıyla birleşerek burjuva düzene uyuma dönüşmektedir…
Toplumda köklü kültürel temelleri olan ve önemli düzeyde ezilenler devrimciliğinin politik öncü bölüklerinde de değişik düzeylerde içselleşmiş yasallık ve düzen içilik, tarihsel olarak yeni bir evreye giriyor. Toplumdan, dipten gelen yeni bilinç dalgası henüz bütün özellikleriyle çözümlenmemiş ama çözümlenmesi gereken bir olgudur. Küresel düzende yapısal çöküşle bir dönemi kapatmaya doğru orantılı bu yükseliş trendi, sisteme fiili müdahaleler geliştirmeye dayalı ezilenler devrimciliğini yeniden kurma denemeleri içeriyor. Gezi’de de görüldü bunun iz düşümleri! Bu yeni toplumsal dalga, dünya çapında 68 hareketinin yaptığı gibi yeni bir politik hareket temelinde gün yüzüne çıkmaya gebedir. Bu tarihsel momentte geleneksel hareketlerin köklü nitel kopuşlarla kendini yeniden kuramadıklarından varoluşsal sorunlarla sahanın dışına düşmeleri kaçınılmazdır. Gelişen ve gelişmekte olan toplumsal hareketin tahlil edilmesi lazım. Bugün halklar, ezilenler direniyor; emeğini, doğası, dilini, kültürünü, ulusal ve inançsal köklerini, geleceğini, ekonomik-politik yaşamını vs. korumak için değişik biçimlerde direniyor. Biçimde yer yer klasik özellikler arz etse de bu yeni toplumsal hareketin gelişen ve evrenselleşen ruhunda “kendine ait olanın fiili savunulması” gibi bir meşru mücadele çizgisinde geliştiğini görüyoruz. Pozitivist dar, “sınıfçı-işçici” teorinin (Ne Yapmalı’da da Lenin de bunun sorunlarından bahseder.) sınırlarında durarak, sınıf mücadelesini bu karakteri anlaşılamaz. Zaten dikkat edilirse mevcut politik yapı ve kurumlar gelişen halk hareketlerine pek ayak uyduramıyorlar, bütünleşemiyorlar. Bu oranda da öncü politik reflekslerin mizaha konu olarak görünümler vermesi kaçınılmaz oluyor. Bu duruma sınıf indirgemeci aklın sınırlamasıyla da iç içe ama belirli biçimiyle toplumsal hareketin, mevcut öncü yapıların yerleşik ezberleri ve algısal, yerleşik, formsal sınırları dışında gelişiyor olmasıyla ilgili olduğu tespit edilmelidir.
Ezilenler hareketi devrimciliğinin özne formlarıyla bu sorunlar aşılamıyor. Mevcut kurumlar sistem alternatifi ve hatta “yasadışı” telaki olunsalar da yapısallık olarak kitlelere, topluma uzak, devlet sistemine ve onun yapısal formlarına yakındırlar: kuruluş mantığı olarak burjuva sistemi yukarıdan -iktidarcı mantığı içinde- bir yapısal kültürle, gelişen fiili halk hareketlerine kolaylıkla ulaşamıyor, kendini kitle hareketinin özgün yapısı içinde yeniden var edemiyor. (Denize girmeden yüzme gösterisi komedi oluyor) Aksine kendi “sistemini”, yerleşik formları korumak refleksiyle hareket ediyor. Dahası halk hareketinin kendiliğinden geliştirdiği fiili sistemi kendisine alternatif görerek, “ele geçiremeyecekse” kuyruk olmama kaygısıyla içine girmekten sakınıyor (Bunu somut olarak Kürt hareketiyle birleşme sorunlarında en bariz görüyoruz). Bu hal, “komünizm ideası” ütopyasına hapsolup, gerçek komünizmden kaçmak değilse nedir?
Gezi’de gözlemlenen önemli bir yan, mevcut yapıların hemen tamamı, hareketin ruhundan daha ilk adımlardan koparak/kendini ayrıştırarak kendi klasik yöntemlerini hareketin tarihsel-toplumsal karakterine dayatmıştır. Bu örneklerde görünen -meramımızın yönü itibariyle söylersek- iktidar kültürünün tezahürü olarak burjuva sistem aklının kendi karşıtları içinde derinlemesine sürdürülmekte olduğudur. Marks bunu “Hâkim sınıfın düşünceleri hâkim düşüncelerdir” şeklinde ortaya koymuştur. Velhasıl tüm bu konuları hâkim sınıfların düşünsel hegemonyasının dışına çıkmadan/çıkamadan sağlıklı tartışamayız.
Toplumsal eşitlik, insan türünün antropolojik varoluşsal temellerinde içkindir. Bu bakımdan eşitlik naif bir ütopyacılık değildir. Marks, komünizm tahayyülünde yapılandırdığı, teorik olarak eşitliğin bu nesnel öncüllerinden hareket eder. Komünizminde bir idea; düzenleyici fikir değil politik oluşu anlar, Marks. Komünizm bu bakımdan ezilenlerin tarihsel hareketinde yaşayış olarak hep vardı. Marks bunun teorisini evrensel olarak sistemleştirdi ve kapitalist politik bağlam içindeki pratik olanaklılığını ortaya koydu
Marks’a göre tarihte eşitliğin bozulma durumu, bireyin kendi emek-dil ürünlerine yabancılaşmasında yatar. Bu yabancılaşmanın “olumlu aşılmasında” politik bir “oluş” olarak Marks komünizmi görür. 1844 El Yazmaları’nda Marks komünizmi şöyle tanımlar: “Özel mülkiyetin ya da insani öz yabancılaşmanın “olumlu aşılması” olarak ve bu nedenle insan tarafından ve insan için insani özün gerçek mal edilmesi olarak komünizm; bu nedenle insanın toplumsal bir varlık olarak kendine tam dönüşü -daha önceki gelişmenin bütün serveti içinde gerçekleşen ve bilinçli bir dönüş olarak komünizm…”
Eşitsizlik düzeni ve bunu üreten-sürdüren bütün yasal ve araçsal kaynaklar insani emek-dil yabancılaşmasının tarihsel ve toplumsal düzeyde ürettiği şeylerdir. Burjuva sistem ve onun tüm araçları insan ve insan toplumlarının birer yabancılaşma, çarpıklaşma ve dejenerasyonal ürünleri olarak gelişmiştir. İşte komünizm politika pratiği olarak ezilenlerin ve onları esir alan dejenere, ezen hegemonik fikiri ve oluş halini değiştirmenin dolaysız soyutlamasıdır. Evet, meşru mücadelenin politik çizgi olarak yükselmesi gereken materyalist temel buradadır. Ezilenlerin isyanını her çağda “oluş” olarak komünizme vardıran temeldir. Komünizm pratiği olarak Karmatiler ile Taiping isyanını, Şeyh Bedrettin ile Tomas Münzer’i, Patrona Halil ile Paris Komünarlarını, Ekim Devrimi ile Çin Devrimi’ni ve nihayet BBPK ile 21. yüzyıl komünalist yönelimlerini (örneğin Rojava) birbirine bağlamaya ancak böyle bir çözümleme olanak verir. Yoksa komünizm idea olmaktan kurtulamaz. Keza böyle bir çözümleme bugünkü somut bağlam içinde komünist “oluş”u nerede aramamız gerektiğini de netleştirmiş olur.
Sınıflı toplum gerçeğinin ve bilhassa da modern biçimiyle kapitalist evrenin bir ürünü olan KP, kendi yaratıcı nesnesini (burjuva devlet düzeninde) onu aşmak üzere yabancılaşarak hegemonik karşıtlığı ifade eder. Fakat iktidar ve hegemonya kültürünün tezahürü ve dolayısıyla yapısal-araçsal ve sosyolojik bir kurulum olarak kapitalist çelişkilerin koşullanmasının ürünü olmaktan ileri gelen yabancılaştırıcı bir araçtır. Dolayısıyla form olarak sıkıca ezilenlerin komünist politika pratiğine bağlanması gerekir. Öncü politikayı KP’nin sabit/katı formları içinde kitlelerin devrimci politika pratiğinin yerine ikame etmek değil; aksine ezilenle devrimciliğinin somut politik pratiklerinin seyrinde KP’nin form olarak sürekli biçimde aşılması… Ezilenlerin meşru mücadele çizgisini bütünlüklü komünist politik formu budur. Sözü bağlamak istediğimiz husus şudur: KP’lere, ezilenlerin kurulu düzen karşısındaki meşru isyanına fiili öncü olmak dışında misyonlar biçmek; iktidar ilişkilerini mülkiyet düzeninin katı biçimlerine, parti bürokrasileri yoluyla ezilenleri yeniden mahkûm etmeye götürür. Zorunluluğu rasyonalist tarzda teorize etmenin sonuçlarını yirminci yüzyıl deneyimlerinde gördük. Toplumsal çelişkilerin değişen karakteri gelecekte de çeşitli formlardaki örgütlülükleri gerektirecektir; gelecek hakkında şimdiden kesin hükümler veremeyiz. Temel mesele; bugün de yarın da form olarak ve nitelik bakımından öncü politika araçlarının kendisini ezilenler devrimciliğinin düzenleyiciliğini uygun kurgulaması gerekmektedir. Yoksa düzene isyan etmiş kitleler yeni bir düzen içine çekilerek boğulması devrimci ruhunu yitirmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Ezilenlerin kapitalist düzen karşısında meşru mücadele pozisyonu alarak düzenden kopuşması ve alternatif kendi toplumsal yaşamını kurmak üzere önünde hazır bulduğu koşulları değiştirmek üzere ona saldırması, ezilenlerin komünist eyleminin evrensel politik içeriği budur. (Öncü politikanın bugün için komünist partinin stratejik rolü göz ardı edilmeden) temel olarak kitlelerin öz-örgütlerinin özerk olması (KP karşısında) önem arz eder. Geniş manada kitleler KP’ye göre değil; KP’nin kitle hareketine göre ve onun öz eyleminin yönüne göre pozisyon alması ve yol gösterici olması, ön açması gerekir. KP’ler halk hareketinin hayatın her bir alanında alternatif kurumlar yoluyla geliştirdiği meşru mücadele çizgisine genel taktik-stratejik rehberlik geliştirme ve halk hareketiyle KP’nin diğer profesyonel dinamik güçlerinin diyalektik hareketini koordine etmek dışındaki bir tahayyüle yukarıdan aşağıdan halk hareketinin öz iradesini kıran bürokratik katı hiyerarşik düzen kurgusuyla halk hareketine yaklaşması, kitleleri yeni düzen içinde yine nesneleştiren bir sonucu açığa çıkaracaktır. Burjuva düzen ve onun yabancılaştırıcı iktidar araçlarından kopuşan kitleler nihayet sınıflı toplum gerçeğinin tezahürü KP’nin yukarıdan aşağıya katı hiyerarşik sistem içine çekilerek yeni düzen içinde boğulmuş olacaktır. Dolayısıyla iki boyut somutlaşmış olmaktadır. Birincisi, halk hareketinin baştan itibaren özerk bir yapıda mücadelenin temel gücü olarak konumunu alternatif bir yapısallıkla korumasıdır. İkincisi ise KP’nin profesyonel bazda ama bir kitle hareketinin ruhuna ve niteliğine göre sürekli kendi formlarını geliştirmesi ve her bakımdan kitle inisiyatifine bağlı kalması…
Devrim bir altüst oluştur. Yıkımdır! Marks “devrim sadece kapitalizmi yıkacağı için gerekli değildir; devrim aynı zamanda proletaryayı bütün pisliklerinden arındıracak olması bakımından da gereklidir” der. Yani devrim düzenin ürünü olan bütün kiri-pası büyük bir acıtma ve kanatma içinde temizleyecektir. Komünistleri de temizlemiş olacaktır. Zira onlar da bugüne aittirler. Gelecekte ne olduğunu bilmeyeceğimiz, üretilmiş bir “cennet toplumuna” ait değildirler. Gerçektirler ve gerçeği değiştirirken kendilerini de değiştirmek durumundadırlar.
Kapitalist sistemin ürünü olan ne varsa tüm diğer arkaik iktidarcı ve özel mülkiyet kalıntısı tüm ilişkiler, yaşam tarzları devrimin hedefi olacaktır. Ve her devrim de yeni devrimlerle yadsınacaktır. Acil olarak anlatmaya çalıştığımız gereklilik şudur: Komünist Parti kendini mutlak bir form olarak görmemeli, konumlandırmamalı kendini devrim hedefi olmaktan muaf tutmamalıdır. Her an kitlelerin müdahalesine açık olmanın anlamı buradadır. BPKD bu yönüyle KP’nin tarihinde yeni bir manifestoydu. Politika pratiği olarak bu pratiğin paradigmaya dönüştürülerek sentezlenmesi zaruridir. BPKD’nin ürünü böyle olunabilir. BPKD’nin ürünüyüz deyip Stalin’i tekrar etmek geriye gitmektir. Açmazların bir yönü de buradadır.
Meseleyi meşru mücadele sorunsalının araç-yol-yöntem ve örgüt biçimlerine doğru daraltmaya çalışan koşullar itibariyle sınırlı bir somutlama yapılacağı anlayışıyla karşılanmalıdır.
Biz meselenin başka bir boyutuna bakmak istiyoruz. KP’nin meşru mücadeleyi ezilenlere doğru yaymadaki sorunlarıyla, reformist-ekonomist hareketin ezilenleri yasal sınırlara daveti bugünkü siyasal hareketin ezilen kitleler karşısındaki iki ana yolu gerçeğidir. Somut olarak KP toplumun günlük ve güncel talep-çıkarlarından, belki daha doğrusu gerçek hareketinden koparak ona yabancılaşmaktadır. Reformist-ekonomist hareket ise toplumun daraltılmış taleplerinden hareket etse de; onu, toplumun geleceğini burjuva düzenin iyileştirilmesine feda etme pahasına savunarak ezilenlere bir ihanete uzanmaktadır. Bu iki gerçek arasında meşru mücadele sorunu ve bir kültür yaratma ihtiyacı irdelemek durumundadır.
Öyleyse birincisi; “meşruluk mu, yasallık mı?” sorunsalıyken, ikinci boyut, meşru mücadelenin doğru tanımlanması, doğru konumlanma ve doğru araç-yol-yöntem-örgüt ile meselenin kitlelere mal edilmesiyle ilgilidir. Bu çerçevede kısa bir irdeleme ve çıkarsama yapmaya çalışacağız.
Hâkim burjuva devlet düzeni toplum karşısında tüm parametreleriyle yasal, kurumsal ve deneyimsel birikimiyle hiyerarşik olarak yukarıdan aşağıya kendini sağlama almıştır. Sistem bütünen iktidar odaklıdır. Ve özel mülkiyeti koruma ve sürdürmeye dayanmaktadır. Fikirler ve değerler sistemini de belirleyen bu temeldir. Bu yapı içerisinde burjuva demokratik zeminin genişletilerek topluma sınırlı hakların kullandırılıyor oluşunun ezilenlerin mücadele kazanımı olduklarını bilmesi lazım. Sınıf savaşları tarihsel olarak ezen-ezilen ilişkilerini sürekli yeni düzlemler içinde biçimlendirmiştir. Muktedirler açısından toplumun kontrol edilmesi iktidar kültür içerisinde sürekli yeni biçimleri gerektirmiştir. Ezen-ezilen çatışmasının tezahürüdür bu gerçeklikler. Modern dönemde burjuvazi bireyi “özgürleştirmiş”. Biçim olarak birey özgürdür. Kontrol altına alınan ve yönetilen arzulardır! “Özgürleşmiş”, bu yolla yarattığı kutsanmış kalifiye birey, arzuları yönetilerek hem kontrol edilmekte hem de sistemin dinamosu olarak işlevlendirilmektedir. Dolayısıyla burjuva demokratik hak modern dönemin ilerici değeri değil, mücadelelerin dolayımsal bir kazanımıyla diğer anlamda da iktidar ilişkilerinin politik bir biçimidir. Burjuva demokrasisi ile faşizm arasındaki sınır sanıldığı kadar geçişsiz değildir. Bugünkü konjonktürünün politik olarak bunu çok daha net gösterdiği paylaşılacaktır. Demokrasi içerisinde gizlenen faşizm bugün politik açıklıkla kendini ortaya koymaktadır. Lenin de bunu tespit ediyor: “En değme burjuva demokrasisini kazıyın, altından faşizm çıkar.” Durum tam olarak budur. Dememiz odur ki, demokrasiyi bir değer olarak, iktidarcı bir sistem olarak burjuvaziyi atfetmek hatalı olur. Zaten demokrasi köken olarak da topluma ait bir değerdir. Yeri gelmişken coğrafyamızın kapitalist olup olmadığına ilişkin tartışmada, yıllar yılı kapitalistliğin ölçütü olarak önümüze burjuva demokrasisinin olup olmadığını çıkaranlara; burjuvaziye biçtikleri payelerin hatalı olduğunu söyleyeyim. Velhasıl demokrasi burjuvazi için köleliğin modern yoludur. Aldatma aracı olarak politik işlevlidir. Demokratik bireysel halk sınırları iktidarın bekasına ve özel mülkiyetin temellerine dokunmadan; aksine onu güçlendirecek mahiyettedir. Düzenin meşruiyetini korumak karşılığında itiraz hakkıdır. Bunun dışında bir çerçeveye izin ve olanak tanımayan “yasallık” nihayet modern köleliğin kutsanmasının kendisidir. Zaten dediğimiz gibi toplumun arzuları yönetilmektedir, bilinci çarpıtılmıştır. Köleliğe koşarak gitmesi bununla ilgilidir. Bireysel hak temelli bütün kazanımlar burjuvazi karşısında toplumu parçalama ve birbirinin rakibi yarış atlarına çevirmeye odaklıdır. Toplumsal doğa parçalamakta/kölelik arzuya dönüştürülüp derinleştirilmektedir. Burjuva özgürlük pozisyonunun mahiyeti burada açığa çıkmaktadır. Elbette burjuva demokrasisi faşizme tercih edilecektir; ama politik taktiğin konusu olarak. Yoksa burjuva demokrasisi sosyalizme giden bir basamak değildir. Tüm bunlar yine önümüzde durup meselenin ne kadar karışık bir nitelik arz ettiğini de gösteriyor. Kaba indirgemelerle “tarihin bilmecesini” çözemeyeceğimizi bilmemiz gerekiyor.
Eklememiz gerekir ki: Burjuva demokrasisi burjuvazinin toplum üzerinde ideolojik hegemonyasını tamamlamış olmasının da ifadesidir. Dolayısıyla bu demokrasinin nimetleriyle hareket alanı çizen bir hareket (başına ister komünist ister halk ekini alsın) direkt ya da endirekt bu sistemin iktidar kültürünün bir parçası olmuştur. Bu sınırlarda oluşturularak çıkarılacak kapitalizm karşıtlığı ekonomizmin politik ve yasalcı eksenlerinin dışına çıkamaz. Mevcut DKÖ’lerin ve öncü politik kurumları zorlaması döne döne marjinalliği üretmesi buradan ileri geliyor. Düşünceyi burjuva hegemonyanın kuşatmasından kurtarmadan mevcut sistem aşılamayacaktır
Tam da burada “yasal olan”, “legal olan”, “demokratik olan” gibi aynı gaye için kullanılan kavramlar demeti etrafında kitlelere açılma/kitleselleşme denemeleri yapılmaya çalışılırken deyim yerindeyse tüm hatlar korunmaktadır. Kurumsallaştırmaların kendisi bile maksadın biçim ve niteliğine dair ciddi yanılsamalara göz kırpıyor. Sapla samanı ayırt etmek gerekir. Aksi halde bu akınlarda iddianın dışına düşmek, yörüngeden çıkmak, boşa kürek çekmek ve bütünde yanlış beklentiler içinde hayal kırıklığına uğramak kaçınılmaz olacaktır.
Her meselede olduğu gibi bu meselede de deneyimler ışığında çözümlemelere ihtiyaç var. Yoksa eğer demokratik alana açılanın kitleselleşeceği ham hayalinin sonu hüsrandır. Öte yandan kitleselleşmek de bir başına amaç olması anlamlı değildir. Meselemiz ezilenler devrimciliğini kimi formlar içinde yapılandırmaktır. Halk hareketi bahsi bununla ilgilidir. Buradan doğru baktığımızda görmemiz gerekir ki halk hareketinin dar yasal sınırların imkân verdiği dernek vs. olanaklar ile gelişmesi mümkün olmayacaktır. Yasal sınırlarda verilen olanakların kullanılması-araç, yol, yöntem olarak- yanlış değil, aksine daha da yaygın ve çeşitlendirilmesine salık verebilir. Sorun şudur ki; perspektif olarak halk hareketi ve meşru mücadelenin yerini çarpık bir şekilde bu yasal sınırlar içindeki mücadeleye ikame etmek ciddi bir çözümsüzlüğe işaret etmektir. Fiili kitle mücadelesini reformist kulvara çivileme durumudur. Temel çizgi taktik araçlara ve çizgiye indirgenerek ezilenler devrimciliğinin fiili akış sistemi içine doğru akıtılıyor. Sisteme karşı fiili halk hareketlenmesi sistem karşıtlığı adına sistemin geniş manada içine çekme durumu yaşanıyor. Yani bu kurumlara hapsedilmiş bir kitle mücadelesinin sınırları bu kadar nettir.
Peki bu sınırların dışına çıkışı nerede görüyoruz? Soru olarak ezilenleri buldukları tüm öz yaşam alanlarında ve öz katılımla fiili olarak birleştirerek alternatif bir düşünüş ve eyleyiş geliştirmek toplum yaşamının her katmanında ezilenlerin kendi yaşamlarını sisteme karşı sakınacağı alternatif bir yaşam tarzı ve bunun politik modellerini inşa etmek vs. komünist politika pratiğinin kitlelerin canlı yaşamında gerçeğe dönüşmesi için daha temel bir perspektif değil mi? Sözü edilen yasal, demokratik vs. yollar, araçlar vs. bu tarzda temellenen bir perspektifin unsurları olarak gerçek maksada uygun işlev görebilirler. Yoksa bu yol ve araçların sistem içinde kaba bir sistem karşıtlığı yapmak dışında pek bir değerleri olmayacağı gibi kimseyi de umduğu gibi kitleselleştirme marifetleri bulunmuyor.
Velhasıl ezilenlere, alternatif yaşam ve politik sistemlerini kurmanın yolu yasal sınırlarda gösterilemez. Bunu derken neyi önerdiğimiz doğru anlaşılmalıdır. Zira mevcut kuru illegalizm saplantıları da bu konularda çaresizdir. Açmazın/çıkışsızlığın bir boyutu da buradadır. Kafalar karışık; zorunlu haller hep sistem olarak sunuluyor. Temel perspektiflerin yerine ikame ediyorlar. Toplumsal hareketin doğası yasal dolayımları aşkındır. Tarih boyu kuralların sınırlarına çekilmeleri iktidarların en önemli çabası olmuştur. Rasyonalist aklın gelişmesi toplumu önemli oranda yasaların cenderesine alsa da ezilenler devrimciliğinin nesnel olarak gelişme biçimleri “yasal” değil, fiili zemindedir. Dolayısıyla halk hareketi bu nesnel fiili hareketin seyrine göre formlar geliştirmek durumunda. Temel perspektif yasal sınırlara çekmek doğrultusunda değil; ezilenlerin öz-yaşam organlarını fiili olarak kurabileceği yaratıcı yöntemlerin geliştirilmesinde öncü politik rol. Halk hareketini temel geliştirme çizgisi budur. Böylesi bir temelden yola çıkıldığı müddetçe her türlü “yasallık” da kullanılabilir ve ancak böyle bir temelde anlamlı olur. Daha basit bir şey söyleyelim; “kitleselleşmek” yolu denince akla “demokratik alan/dernekleşme” vs. geliyor. Oysa dernekleşmeler belli bir kitleselleşmenin sonucu olması gerekir. Yani kitleler birleşmiş ve organizedir. Kimi yasal sorunların çözümü ve sunulan olanakların kullanılması için dernekler kurarlar. Yoksa onlar derneğe/yasallığa mahkûm, yaşamlarını dernek sınırlarında oluşturmuş değillerdir. Öz-yaşamsal ve politik edimlerde bulunmak için bir dernek kimliğine de ihtiyaç duymazlar. Bu bakımdan “DKÖ” denilen şeylere yüklenen misyon hatalıdır/çarpıktır. Açık değil mi? Kitle örgütü diye yola çıkıp, marjinal taraftar dernekleri olmanın ötesine geçilemiyor oluşu büyük analizler gerektiriyor mu? Velhasıl bu çizgideki DKÖ’lerin umulduğu gibi kimseyi kitleselleştirmediği/kitleselleştirmeyeceği gibi; sisteme alternatif olma durumları da bulunmuyor.
Kitlelere fiili yaşam alanları-biçimleri-araçları kurmaları için birleşmelerini telkin etmek; burada öncü politik roldür temel mesele. Bunun nasıl yapılacağı tartışılmalıdır. Kendini formel olarak dahi illa bir sistem içinde ifade etme siyaseti bir dernek/federasyon çatısı altında yürütmeyi vs. amacı kesen bir abartılı bir şekilsellikle öne çıkarmak; açıkça iktidarcı sisteme öykünme hali onu kendi alternatif dünyanda da yaşatma halidir: zorunlu olanın içselleştirilmesi! Böyle bir hal ve çizgi objektif olarak ezilenlerin dünyasında “sistemi kökleştirmeye” hizmet ediyor: İktidar kültürünün tezahürü, “bir sisteme bağlanmak zorunluluğu”, yabancılaşmanın yeniden üretilmesi!
Teorik olarak buna karşı olanların da iktidar kültürünün derin etkileri altında sorundan yakayı kurtaramadıkları çok açıktır. Nitekim öncüler sistemden kopamıyor bir türlü. Bunun öncelikli bir sorun olarak aşılma sorumluluğu bulunuyor. Köylüler bir köy derneği kurarak yasaların el verdiği imkânda yararlanabilirler. Bunda önsel olarak bir sorun yok. Ancak buna “öncü politikanın” teşvik etmesi, daha önemlisi de bunu köylüleri birleştirmenin yegâne yolu olarak görmesi büyük sorundur. Bu, ezilen köylü kitlelerini devlet sistemine bağlamanın yoludur. Yasallaşma teşvikidir. Derneğin araçsallığı burada başka mahiyetler kazanır. Oysa ezilen köylü kitleleri fiili olarak gündelik yaşamlarında birleştirebilir, yaşamlarını alternatif düzlemde sistem karşısında inşa edebilirler. Meşru fiili mücadele böyle içeriklenir. Dernekleşmek taktik/araçsal bir değer arz eder. Öncü politik perspektif, örgütlenme sorunsalını dernek kurmaya indirgememelidir. Yasalar icazet verse de vermese de ezilenlerin temel bir perspektif olarak politik, ekonomik, kültürel, çevresel, ekolojik, güvenlik ve benzeri yönünden fiili olarak birleşerek kapitalizme ve ataik sömürü ve iktidar biçimlerine karşı halk hareketi zemininde kendi öz meşruiyetini yükseltebilirler. Halk hareketi denildiğinde böyle bir nitelik ve formdan bahsedebiliriz.
Halk hareketi politik ve sosyal eylem çizgisini meşruluktan hareket ederek sistem dışında anlamlandırmak durumundadır. Temel olan budur. İkincil olarak, ancak yasal-kurumsal aralar devreye girebilir. Ve bu durumda anlamlı olur. Bunları da kullanırken zorlayıcı olma, çizilen sınırları fiili itiklemelerle genişletme, yasalara mahkûm olup pasifist yolda körelmeme vs. önemli bir parametre olarak halk hareketinin yolunu açacak mahiyete sahiptir. Fakat dediğimiz gibi bu ikincil taktikler “perspektifin yerine ikame edilirse” buradan çıkacak sistem karşıtlığı güdüktür. Sistem, halk hareketi kendi sınırları içinde tuttuğu müddetçe bir yerden verir, diğer yerden misliyle alır; deneyimlidir! Böyle bir çarpışma onun minderindeki bir çarpışmadır. Kaybedilecektir.
Düşünceyle nesnesi arasındaki ilişkide diyalektik-çevrimsel birbirine dönüşüm süreklidir. Kapitalizm fizikken yıkıldığında, onun toplumdaki düşüncesi de onunla birlikte yıkılmak. O düşünce yaşadığı müddetçe kendi nesnesini yeniden üretecektir. En azından bir risk olarak bu vardır. Konuyla bağı şudur: reel olarak komünist toplumsal yaşam, kitlelerin düşüncesinde burjuva kurulu düzeni -onun tüm yasal parametrelerini- yıkarak, onun dışına çıkabildiği oranda gerçeğe dönüşür. Dolayısıyla komünist politika pratiğiyle bileşik ezilenler devrimciliğini kendi öz sistemlerini kurmaya, kapitalizme her alanda alternatifler geliştirerek düşünceyle nesnesini uyumlaştırmaya yönelmek zorunludur.
Tüm bu ifade edilenler halk hareketine atfedilen mahiyet ve yapılandırma önerisi “zorunlu” araçların ve yasal düzlemlerin kullanılmasının yadsınmadığının tekrar altını çizmelidir. Aksine doğru ve daha etkili kullanılması gereğini önermekteyiz. Bütün mesele ezilenlerin öz örgütleriyle doğru bir diyalektik ilişkisinin kurulabilmesidir. Aksi halde zorunlu araçlar birer fetişe dönüştürülerek asıl meseleden kopma yaşanır. Komünist politik pratiği ezilen devrimciliğinin dışına itilerek zorunlu araçların marifetine indirgeniyor devrim sorunu.
Bu bakımlardan içinde bulunulan vaziyetin iyi analiz edilmesi gerekir. Kafayı kuma gömerek teori ve politika sorunlarına yabancılaşanlar toplumsal hareket karşısında doğru pozisyon geliştiremeyerek birer külte dönüşüyorlar. Tartışılan bu meseleler bugüne has problemler değil kuşkusuz. Aksine geçmişe oranla bir adım ileride olunduğu da doğrudur. Tartışılıyor oluşu bile bunun göstergesidir. Fakat olay şudur: halk hareketi, meşru mücadele vs. üzerine çok şey söyleniyor; nispeten ileri şeyler söyleniyor olunsa da mesele kitleselleşmek eleğine sığlaştırılıyor; paradoks aşılamıyor. Kitlelere araçsal bakış halen bu çizgide baskındır. Olması gerekene yukarıda biraz değinildi. Kitlelere doğru genişlemek perspektifindeki çarpıklık ve boşluklar yasal/demokratik alan diye ezilenler devrimciliğini yasal sınırlara ve “kitleselleşme” sığ eleğine hapseden sorunlu çizgi öncü politikayı da esasen komünist politika pratiğin özünden koparmaktadır.
Dolayısıyla KP kitlelere doğru meseleyi yayma denemelerine yöneldiğinde, yasal araçlar dışında bir kitleselleşme yolu akla gelmediği için (mesele buysa parlamenter parti en kullanışlı araçtır) reformist kulvarda sıkışıyor. Ama genellikle kuyruğu dik tutma adına göstermelik solculuğu elden bırakmayarak döne döne marjinalliği üretiyor.
Bu meselelerde başlangıç olarak küçük sorgulamalar bile ön açıcı olabilir. Mevcut durumu aşma, yeni bir kültür geliştirme sorunu, bir farkındalıkla ilgili olduğu kadar dinamizm ve ruhla da ilgilidir pratikte. Burada ciddi bir körelme söz konusu. Dinamizm ve ruh körelmesi kitlelerden kopukluğu da resmeden bir durumdur. Dolayısıyla bütün mesele yine kitlelerdir. Sorun kitlelere dönerek aşılacaktır. Daha çok kendi içine dönmekte aranıyor çözüm. Bu hatalıdır. Çözümü masa başı tasarımlara indirgemekle sonuçlanıyor. İktidarcı kültürün tezahürünü görüyoruz burada. Tepeden kurumlar tasarlayıp kitlelere dayatma tarzı nihayet benzer akıbetin tekrarıyla sonuçlanıyor.
Halk hareketi mantığını basit olarak şöyle özetleyebiliriz: meşruiyet ve fiili edimi temel alma, işi yasallığa boğmadan/doğru perspektiften durarak yasal olanaklardan meşru mücadele esasları içinde yararlanmak! (Halk hareketini KP’nin basit eklentisi olmaktan çıkardığınızda önerilen şey daha doğru anlaşılır) Halk hareketinin özerk bir yapısallık olarak, kitlelerin öz mücadele mekânı olarak konumlanma ve politika pratikleri geliştirme çizgisini böyle bir temelde geliştirmek gereğini düşünüyoruz. Başka türlü mevcut tarz ve çizginin aşılması, pratikte tıkanmanın aşılması olanaklı değildir. Masa başı kurum tasarlamanın başarısızlığı kitleleri temele alan perspektife ulaşamamasıydı. Bir de zaten dar manada kitleselleşme sorunu olarak dahi bakılsa meseleye; kurumsal formlar yönüyle reformizmin kulvarına dönerek aşamazsınız meseleyi
Ezilenlerin ezenler karşısında bütünsel hegemonyasının geliştirilmesi ve çelişkiyi temelden halledecek toplumsal devrimci tahayyülün fiili yükselişi yasal araçları da geliştirecektir. En yaygın ve etkili biçimde kullanılması gerekir. Bunda hiçbir engel ve ilkesel sorun bulunmuyor. Fakat bilinmelidir ki temel sorunun aşılması halk hareketinin bağımsız, alternatif bir özne olarak gelişmesi sistemin sınırlarında olanaklı değildir. Onun araçlarını kullanırken bile onun yasalarına ve iktidarcı kültüre karşıtlık olarak gelişebilir. Aynı şekilde halk hareketinin geliştirilmesi kitlelerin dışında onların adına yapılabilir bir şey değildir. Keza kitlelere yukarıdan dayatılan, hele hele salt politik bir mücadele önerisi, olarak da kavranmamalıdır. Toplumsal mücadele, kapitalizm karşısında tek yanlı politik edime indirgenemez. Ezilenlere yeni bir yaşam parametrelerini kapsayan bütünlükle, kendi öz sistemlerini kurmaları için, bütün kategorilerde gelişkin alternatif bir konum alış önerilmek durumunda. Öncü politikanın görevi bu olabilir. Politik bakımdan kapitalizme savaş açıp, hayatın her alanında onu yaşamak ve yaşatmak: öncü politik hareketin derin bir açmazı buradadır. Diğer açmaz da kurumsal perspektifte teorik olarak sistem karşıtı açmaz olunmasına rağmen, özünde sistem içiliğin açılmaması. Sonuç olarak böyle bir sistem dışılığın döne döne sistemi üretmesi kaçınılmazdır. Burada ezilenlere köklü bir alternatif sunan da zannedildiği gibi bulunmuyor. Bizce bu sorunların temelinde iktidar kültüründen kopamamak, komünist politika pratiğini iktidar sorununa indirgemekle bu rasyonalist aklın tezahürü olarak yeniden üretilmesiyle ilgilidir. O bakımdan iktidar kültüründen koparak ezilenleri politik mücadeleye çağırırken, bunu tamamen alternatif bir sisteme vardırmak elzemdir. Bunun için de deneyimlere daha derinlikli tartışmalarla eğilmek günün ve geleceğin sosyoloji ve politika-teori-kültür değerlerini geliştirmenin toplumsal hareketin yönünün yeniden bütünlük içinde düşünmek nihayet yeni bir ruhla kuruluma gitmek gerekmektedir. Kapitalist küreselleşmenin kimi sosyo-ekonomik, politik sonuçlarının tahliliyle sınırlı bir yaklaşımın ezilenlere geleceği kazanmada öncü politik yol oynama marifeti yoktur.
Her şeyin kitlelere, ezilenler devrimciliğine sıkıca bağlaması meselenin temel halkasıdır. Başta da değinildi: kapitalizm karşısında ezilen kitlelerin toplumsal varlığının korunması, geliştirilmesi, kendi emeğinin kölesi olmaktan kurtarılması için toplumsal yaşama tüm kategorilerinde alternatif bir bütünsel hegemonyanın halk hareketine dayalı geliştirilmesi zaruridir. Bunun için de her edimin kitlelerden yola çıkması ve yeniden kitlelere dönmesi temel paroladır. Mücadelenin biçimleri politik gerekliliklerle ilgilidir. Meşru mücadeleyi farklı alan ve araçlar üzerinden -indirgemeler yaparak- tartışmamalı. Halk hareketi ifade edilen çerçevede stratejik bir kulvar olarak geliştirilmek durumunda. Bu konularda Çin’den, Sovyetlerden model devşirmeleri de alabildiğine sorunludur. Ama o bile doğru temelde incelenip yararlanılmıyor. Yeterli inceleme ve çıkarsamalar yok. Oralardaki özgün bağlamlar çok karakteristik olduğu gibi, şöyle genel bir durum da gözlüyoruz ki, oralarda baştan itibaren kendiliğinden devasa kitle hareketi mevcuttur. KP’ler bu devasa ezilenler hareketinin yönüne doğru öncü politik müdahaleler için çabalamıştır hep. Çin’de halk hareketi diye bir sorun hiç olmadı örneğin. Köylü yığınlarının devasa örgütlenmeleri, sendikaları vardı. Baştan itibaren on binler halinde geliyorlardı. Çin devrimi ve hareketin modelleri vs. bu nesnellikten koparılarak anlaşılabilir mi? Ya da bu bağlamlar es geçilerek soyut şemalara sarılmak nasıl bir şeydir? Velhasıl; yasal ya da değil hangi araç-yol-yöntemin kullanılacağı tamamen somut bir meseledir. Politik gerekliliğe tabidir. Bunların taktik veya stratejik önemleri tarihsel süreçlerden ve somut bağlamlarından koparılmadan, konjonktürel olarak belirlenir.
Bir örnekten gidelim. Meşru mücadele dendiğinde zor araçları ve illegalizm anlaşılıyor. Bu kavrayış biçimi, içeriğin yerine geçmektedir. Dediğimiz gibi biçimler politik olarak somut ve tarihsel gerekliliklerle ilgilidir. Bu kavrayış sorunu zor araçlarına ve illegalizme tapınmaya götürüyor. Kimi kurum ve araçlar fetişleştirilirken, kimilerinin değersizleştirilmesi bununla ilgilidir. Sonuç olarak bu iki biçimin (ve ara biçimlerin) meşru mücadeleye özdeş değil, onun temel iki politik ortaklığına işaret eder. Vaz geçilmez tek şey, her biçimin kendini kitlelere bağlamak zorunluluğunda olduğudur.
Meşru mücadele çizgisi temel içeriği olarak kurulu düzene itaatsizlikle formüle olur. Sisteme fiili müdahalelerle yolunu açar ve genişler. Örgüt biçimleri, strateji ve taktikler, araç-yol-yöntemler vs. bu yol alışta, alternatif yaşamın inşasında politik eylemi ve kurulumu nasıl realize edeceğiyle ilgili rasyonalite boyutudur. KP’lerin gelişmesi de tarihsel olarak bu kapsamdadır. Fakat bu doğru anlaşılmaz, idealist ele alınır ve özellikle de halk hareketleriyle diyalektik bağı es geçilirse KP’nin amaca dönüşmesi gelişir. Ezilenlerin kurtuluşu unutulur, KP’nin kurtuluşu asıl mesele halini alıyor. Diğer bir şey de şu: Politik biçimler, araç-yol-yöntemler toplumsal hareketin tarihsel karakteristiğinin tezahürleri olarak geliştirilmemiş, güncellenmemiş, aşağıdan yükselmemişse; aksine dışarıdan, yukarıdan, masa başından “akil insanların” bir doktrini olarak ezilenlere ve halk hareketine dayatılmışsa, bunun başarısız bir çaba olarak kalacağını bilmek gerekir. Tüm bu meselelerde güvence ve çıkış yolunun kitlelere dayanmakta olduğunu tekrar edelim. Özerk, güçlü ve bütünlüklü bir halk hareketinin temel bir politik model olarak geliştirilmesinin bütün diğer biçimlere de analık edeceğini düşünüyoruz.
Sonuç olarak bu minval üzerindeki değerlendirmeleri bağlamak babında birkaç şey ekleyip geçeceğiz. Çokça fetişleştirilip değiştirilmesi derin karın ağrılarına dönüşse de biçimler, tarihsel akıştaki somut politik durumlar içinde karakterizedirler. Bunlar, temel komünal paradigma perspektifinin ve onun mücadele içeriğinin yerine geçirilip amaçlaştırılamazlar. Buradaki sorunsalı hızla aşmak gerekir. Mücadele tarihsel-toplumsal bağlamlardan koparılmadan, bütünlüklü ve gelecek tahayyülünde bugünkü somut karşılığına odaklı kurulmalıdır. Toplum yaşamı/toplumların tarihsel hareketi salt politik boyut taşımaz. Politik yaşam ayakları havada durmaz. Ekonomik, sosyal, kültürel, güvenliksel ve benzeri tüm boyutlarda alternatif kurulum zorunludur. Mevcut sistemin dayattığı yaşam unsurlarına itaatsiz bir toplumsal yaşam kurmayı düşünemiyorsanız ve ona göre yaşayamıyorsanız; kapitalist sınıfsallığın rasyonalist araçlarıyla (KP dahil) politik muhaliflik ister yasal ister yasadışı ister barışçıl ister zor ile kapitalist düzeni darbeleyerek güçlendirmenin ya da reforma ederek güçlendirmenin ötesine gidilmeyeceğini görmek elzemdir. 20. Yüzyıl sosyalizm deneyimleri bu bakımdan öğreticidir. Sosyalist deneyim burjuva rasyonalitesinin mirasını dışlayamadı. Geri dönüşlerde bu çok temel bir unsurdur.
Topluma toplumsal alternatif yaşamın politika pratiğine paralel ezilenlerin öz katılımıyla inşa edilmesine neden bu denli vurgu yapıyoruz? Öncelikle yeni bir şey söylemiyoruz. Marksizm bu çözümlemeyi zaten içerir. Buna rağmen Marksizm’in kurucularının topluma yaptıkları vurgular göz ardı edilmiş ve determinist tarzda sakatlanmıştır teori. Bu tartışmaların maksadı buradan çıkışa yönelik kendi cephemizden kimi çıkarımlar yapmayı öneren mahiyettedir.
Devrim sorununun iktidar sorunu olarak sunulması, iktidarın ele geçirilmesi gibi kaba bir kavrayışı betimliyor. Politik iktidarın alt edilmesi ezilenlerin bilincinin dönüştürülmesinden ve yaşama tarzlarının dönüştürülmesinden kopuk/yalıtık ele alınırsa bizi karşılayan kadük bir devrim olacaktır. Asıl sorun toplumsal bilincin, kültürün, yaşayış tarzının dönüşümüdür. İktidarın ilgası burada henüz bir şey ifade etmez. Alternatif toplumsal yaşamın bugünden inşa edilmesine yapılan vurgu bununla ilgilidir. Alternatif yaşamın inşası, komünist politika pratiğinden koparılamaz bütünsel unsurdur. Hele de modernitenin geldiği düzey, ideolojiler dünyası, bilinçle madde arasındaki ilişkinin bitimsiz bir karmaşıklık sarmalına ulaştığı böylesi bir evrede
Kabul edilecektir ki burjuva ideolojisi yirminci yüzyılın ikinci yarısında toplum üzerinde neredeyse ideolojik zaferini ilan etti. Kapitalizm toplumun zihin ve kültürel kodlarına işletilerek yaşama tarzına dönüştürüldü. Kapitalist pazarda ihtiyaç değil arzular, zevkler satın alınıyor. İnsan, arzuları üzerinden köleleştirilir durumdadır. Kapitalizm tüketici kültürün arzuya, zevke ve bir yaşam tarzı olarak dönüşmesidir. “Sömürüye karşıyız ama kapitalizme aşığız.” Mesele buna dönmüştür. Zorunlu, gerekli satın alımların doyurma ihtiyacını karşılama meselesi her an çeşitli görsel-işitsel araçlar dolayımıyla kışkırtılan arzuların doyurulmasına dönüşmüş durumdadır. Tüm bunlar, her bireyin bilinç ve kültürel taşıyıcı olarak birer kapitalist nefer haline dönüştürüldüğünü ifade eder. Kapitalizmin ideolojik “zaferi” bununla ilgilidir. Dolayısıyla ekonomi-politik çözümleme ile sınırlı bir kapitalizm ve düzen karşıtlığı buradan doğru geliştirilen “iktidar mücadelesinin” kadük bir sistem karşıtlığını ifade edeceğinin görülmesi gerekir. Dolayısıyla ezilenler dünyasında toplumsal bütünlük içerisinde, bugünden ve her an bir ezilenler devrimciliği perspektifi olarak önsel bir kapitalizm ve düzen karşıtlığının geliştirilmesi her alanda alternatif bir yaşayışı örgütlenme temel mücadele niteliği ve formu olarak elzemdir. Başka bir komünist devrimcilik reel olarak düşünülemez. İşte bu yaklaşımdan hareketle sorunu iktidar sorununa darlaştıran yaklaşımı kaba materyalist buluyoruz. Politik devrim meselesini daha bütünlüklü çözümlemek zorundayız.
Toplum demek örgüt/örgütlenme demektir. Örgütsüz toplum yoktur. Bugünkü hâkim örgütlenme ve onun bilinci kapitalisttir. Devlet bütün ağları ile toplumu kılcal damarlarına kadar kuşatmıştır. İktidar kültürü içerisinde topluma hiçbir bağımsız davranma olanağı bırakmamıştır. Fiili meşru mücadele, politik mücadeleler ve nihayet devrim bu kuşatmayı, iktidarcı hiyerarşiyi bozacak, bağımsız davranma alanları ve olanakları oluşturacak, ayakları baş yapacaktır. Kapitalist hegemonyaya karşı hegemonya yükseltilmesi burjuva ideolojinin, kültürünün iletken hatlarını darbeleyerek toplumun bilincindeki kuşatmayı yıkacaktır. Bunun yıkılma düzeyi devrimin de düzenini belirler. Bu açıdan tayin edicidir. Eğer ayaklar baş olduğunda zihniyet kapitalistse, kapitalizm yıkılmış ancak zihniyeti iktidardadır demektir. Özetle devrime bugünden başlama, onu parça parça toplumun yaşamında inşa etme, bugünden ezilenleri hayatın her alanında sisteme bir alternatif düzlemde birleştirme, yani yaşamı fiili her an kurma komünalist politika pratiğinin temel mantığıdır.
Sonuç olarak; yeni bir kültür geliştirmenin yakıcılığını bütünlüklü bir perspektif çerçevesinde geliştirmek durumundayız. Meşru fiili mücadele çizgisi salt politik değil bütünsel, keza en dipte ve her yerde, evde, iş yerinde, köyde, sokakta, hapishanede… Ekonomik, kültürel, ekolojik, politik, güvenlik, barınma vs. tüm unsurları içererek şekilde fiilen ve meşru mücadele zemininde kuruluş perspektifi ve biçimleri burada bütünleşecektir. Açık ki bunlar yasal icazetle değil fiili yönelişle mümkün olacaktır. Zorunlulukları bilerek ama onlara mahkûm olmadan davrananlar kitlelerin yaratıcı hakkını kaldıraç kuvvetiyle alternatif hegemonyaya yükseltip güç haline gelebilirler. Yasal olanaklar reddedilmeyecektir. Lakin bilinmelidir ki, o alan ve araçların kazanımları geçici ve kadüktür. Yasalar zorlanarak alternatif düzlemlerin oluşturulması zordur. Asıl çaba fiili ve meşru doğrultuda birleşmelidir.
Kimi çıkarsamalarla toparlayalım
Özetlersek; meşru mücadele çizgisi ezilenler hareketinin ve öncü politik hareketin paralel üstleneceği toplumsal yaşamın bütün parametrelerinde ezenler sistemine karşı alternatif yaşamı parça parça kurmanın mücadele çizgisidir. İçerik esaslıdır. Biçimdeki çeşitlilikler zorunlulukları da kapsar. Sistemin dışına çıkmadan sisteme alternatif olunamaz. Bu bir içerik meselesidir. İçerik esasta temel çizgilerin yerine biçimlere mahkûm “zorunluluklar” kapsama geçirilemez. Bugünkü derneklerin yasallığı, sınırlanmış aksiyonu, biçimleri içeriğin yerine getirmeyle ilgilidir. Meseleyi buradan kurtarmadan yol açılamaz. Her devrim gücünü ve büyüklüğünü ezilen yığınların günlük yaşamında ve zihinsel dünyasında yarattığı değişimde gösterir. Ezenler, sistemleri zorla yıkabilir. Örneği çoktur bunun. Ancak gerçek toplumsal politik devrim yıkılıp gidenle ilgili değil, kurulacak olanla ilgilidir. O bakımdan temel alınması gerekli şey ezilenler devrimciliğini komünist politika pratiğiyle komünalist alternatif yaşam unsurlarının her alanda yükseltilmesidir. Kitlelerin fiili olarak birleştirilmesi öncelikli mesele olarak ama hiçbir zorunlu biçimi yadsımadan, komünalist yaşam yaygınlaştırıp kapitalist yaşam unsurlarının dışlanması… Meselenin özü budur. Diğer bütün mücadele biçimleri bahsedilen halk hareketinin üzerinden tarihsel zorunluluklarla da alakalı öncü politik unsurlarının boylamında değişken şekilde ele alınacaktır. Ezilenler devrimciliğini işin temeline oturtmayan hiçbir üst biçimin kendi başına kurtarıcı işlevi bulunmuyor. Dolayısıyla bugünün devrimciliğinin bu meselelerde ne durumda olduğu büyük bir soru işaretidir. Gerçekten sistem dışı mıdır, alternatif midir? Bunların derinlemesine irdelenmesi ve teorik-politik kapsamın yeniden düşünülmesi gerekmektedir.
Komünalist yaşamın kuruluşu, insansal yabancılaşmanın dışına çıkma, bunun araçlarını yaratma çabasında gizlidir. O bakımdan iktidarcı çizginin reddedilerek halk hareketinin aşağıdan doğru kurulması ve her aşamasında kitlelerin denetimine tabi işlemesi temel önemdedir. Keza öncü politik hareketten özerk olmalı, paralel geliştirilmesine çalışılmalıdır. Yasal olanakları dışlamadan, ama temelde fiili özellikte ilerlemelidir. Klasik dernek, sendika, federasyon değil; bunlarında da gerektiğinde ortaya koyulacağı fiili işleyen halk konseyleri esasına dayanılmalıdır. Komün ve meclisler temelinde yerelleşmeyi düşünmelidir. Bütün aşamada kitlelerin öz katılımı ve karar mekanizmalarına fiili katılımı ön görülmelidir. Yeni yaşamın fiili kurulumu da bu yolla direkt kitleler ile olanaklı olacaktır.
Meşru mücadeleyi karakterize eden şey her somut tarihsel-politik aşamada ezilenlerin çıkarına olanı fiili olarak savunmaktır. Ezilenlerin çıkarları sistemin sınırlarında değil insanın varoluşsallığında, eşitlik zemininde, tarihsel gereklilik düzleminde belirlenebilir. Ezen-ezilen çelişkisi temelden aşılmadan gerçek eşitlik kurulamayacaktır. Bu eşitlik mücadelesini tarihin ötesine atmayı gerektirmez. Ezilenler kendi bildiğini politik ve ahlaki ölçülerini eşitliğe dayalı oluştururlar. Ezilenlerin yeni düzeni, ezenlerin düzenine karşı bu esasta yükselebilir.
Meşru mücadele, politik alanla sınırlanıp diğer bağlamda ezilenler kapitalizmin insafına terk edilemez. Böyle halk hareketi olunamaz. Alternatif yaşam kurulamaz. Halk hareketi bütünlüklü bir paradigmaya sahip olmak durumunda. Gelişip büyümesi de buna bağlıdır. Topluma hemhal olmaya toplumsallaşamaz. Basit örnek: politik mücadelede ağır bedel ödemiş insanlar, değer aileleri bile sistemin insafına terk edilmiş, her bir yana savrulmuş, sistemin içinde kaybolup gitmiş durumda. Herkes bunu bir sorgulamalıdır. Başı sıkışan çözümü sistemde buluyor. Halk hareketi kitlelerin yaşamlarını kurma, dayanışma, geniş manada sorunların çözüm gücü haline gelmezse sisteme alternatifliği laftadır. Basit dayanışma ağlarıyla ekonomik takas yöntemleri ve daha çeşitli yollarla geliştirilecek meclisler zemininde toplum tüm meselelerin kolektif çözümünü örgütleyebilecektir. Bunlar derinlikli düşünülmelidir.
Kitle inisiyatifine dayalı fiili yönelişler; komünalist halk hareketinin temel refleksif mantığıdır. Basit manada kitleselleşmek, halk hareketi yaratmak da bu yolla mümkün olacaktır. Yani kitleselleşmek gibi sınırlı bir çerçeveden bakılsa dahi, onun yolu da buradan geçer. Kitlelerden kopuk, yukarıdan, masa başı tasarımla olanaklı olması düşünülmesin. Ezilenler devrimciliğinin kendiliğinden gelişim yönüne, bunun tarihsel politik bağlamlarına dikkat kesilmek elzemdir. Örgüt ve örgüt biçimlerinin devrimci temeli burada açığa çıkmaktadır. Bunlar masa başında türetilemezler. Bu çaba problemlidir. İdeolojik ve doktriner katılaşma bunula ilintilidir.
Son 15 yılın sosyolojisine, toplumsal hareketine bakılarak sonuçlara varılabilir. Kürt Ulusal hareketinden, Gezi’den, Yunanistan halk hareketinden, Arap isyanlarında vs.… Tüm bu deneyimlerden bugüne, meşru mücadele yöntemlerinin, araç ve örgüt biçimlerinin ve halk hareketi formlarının önemli tarihsel özellikleri açığa çıkmış bulunuyor. Bunlara dikkat kesilmek gerekir. Bunun yerine tarihsel olarak özgün bağlamlara sahip 100-150 yıl öncesinin toplumsal hareket formlarına takılı kalmak Marksizm’i dondurmaktır. “İşçici” takıntılar bununla ilgilidir. Ekseriyet bu kulvarda dönüp durmaktadır. Oysa “işçiciliğin” krizini Lenin ta o dönem ortaya koymamış mıydı? (Bu bir işçi devrimi beklentisini, gerçek devrimin ham hayali olduğunu söylüyordu.)
Mevcut kurumlar model olarak burjuva iktidarcı kurumsallığın birer kopyasına dönüşmüştür. Bu halde onun alternatifi olmaları güçtür. Kapitalizm karşıtı politik pozisyonlarına rağmen iktidarcı ve ataerkil hiyerarşik cüsseleriyle burjuva düzen kültürünün farklı formatlarda devamı gibidir. Burjuvazinin bu durumu; çeşitlilik, çok renklilik, dolayısıyla demokrasinin güzellikleri olarak görmesi bu yüzdendir. Disiplin, hiyerarşi, klasik manada örgüt vs. tüm bunlar sınıflar gerçeğinin ürünüdürler ve politik olarak gerçeklilik düzleminde ele alınmalıdır. Halk hareketi tüm bu sorunlara karşı yeni bir kültürle yükselmelidir. Geçmişin yüklerini atmadan geleceğe yürüyemeyiz. Kurumların kitlelerden kopuk, sürekli yalnızlaşma üretmesi, yapısal ve düşünsel olarak mevcut sistemi temelden dışlayamamasıyla ilgilidir. Sanatçı ürettiğine, gazeteci çıkardığı gazeteye yabancılaşıyor. Meseleleri temelden ve yeniden düşünmek ve nihayet yeniden kurmak zaruridir; teorik ve politik olarak da!