HABER MERKEZİ(06.03.2018)-Yaşlı dünyamız uluslararası burjuvazinin kâr ve hegemonya hırsıyla yarattığı büyük tahribatlar altında yaşadığı doğa felaketleri eşliğinde daha büyük yaşamsal felaketlere doğru sürüklenmektedir. Yaşanan “doğal” afet ve felaketler doğanın tabii evrimiyle değil, uluslararası tekeller niteliği öne çıkmış emperyalist kapitalist burjuvazinin doğrudan ürünü olarak, bu burjuvazinin hegemonik emellerle dünya pazarını paylaşma ya da dünya pazarı üzerinde nüfuz kurma amacıyla yürüttüğü yıkıcı mücadelenin sonucudur. Blok ya da farklı güçler biçiminde gerici-emperyal çıkar ekseninde örgütlenmiş olan söz konusu emperyalist haydutların dünyaya nüfuz etme temelinde birbirleriyle yürüttüğü mücadelede, tehdit ve “caydırıcılıkla” üstünlük avantajını elde etmek üzere ürettiği devasa kimyasal, biyolojik, nükleer ve değişik balistik silah ve denemeleri, bu esasta yoğunlaşan sanayileşme ve elbette doğa ve insan yaşamını ikincil tutarak kâr üzerine kurduğu bütün emperyalist kapitalist üretim ve sanayileşme, doğa ile insanın yaşamını felaketlere sürükleyen başat unsur ya da sorundur. Dünya sathında gelişen doğa ve çevreci mücadeleleri bu gerçekliğin ürünü olup, aktüel ve dinamik bir mücadeledir.
En önemlisi de yaşanan bu tablonun yalnızca emperyalist blok veya güçlerin kendi aralarındaki hegemonik dalaş, nüfuzsal egemenlik ve gerici çıkar çatışmalarına indirgenemeyeceği realitesidir. Emperyalist tahakküm, nüfuz ve hegemonyanın asıl ve ortak hedefleri çeşitli dil, din, renk ve cinsten proletarya ve emekçi sınıflardan halklar ile ezilen mazlum uluslardan oluşan devrimci dünyadır. Dolayısıyla bu emperyalist dalaş ve çatışmalarda kıyıma tabi tutulup, mezalim altında yok edilen kesimler istisnasız olarak dünyanın mazlum halkları ve ezilen uluslarıdır. Bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve bilumum masum insanlardır. Bugün Irak’ta, Suriye’de, Kürdistan parçalarında ve diğer yerlerde gerici savaşlarda ölenlerdir, kıyılıp katledilenlerdir. Emperyalist tahakküm ve hegemonya dalaşlarının asıl mağdurları, emperyalist haydutların kendi çatışmalarını ihraç ettiği ve bizzat yerel gerici piyonlarının elleriyle yürüttüğü ülkelerdeki halklar ya da buraların mazlum uluslarından yaşlı-genç, kadın-çocuktan oluşan masum insanlardır.
Elbette ki emperyalist haydutluğun yarattığı yaşamsal tehdit salt doğayla sınırlı olmayıp, doğanın bir parçası ya da doğadan bağımsız tasavvur edilemez olan insan ve insan yaşamını da aynı düzeyde tehdit eden ölümcül tehlikedir. Ki bu ölümcül tehdit kıyım makinesi olarak işlemektedir. Bu ölümcül tehdit, tartışmasız biçimde emperyalist dünya gericiliği ve sistem çarkıdır. Bu sistem ve gericiliği temsil eden esas güçler, ABD emperyalizmi, AB emperyalizmi ve Rusya-Çin eksenli emperyalist bloklardır. Diğer gerici devlet ve burjuvazi esasta bunların yedeği, parçası veya yerellerdeki uzantıları durumundadır ve bu gericilikten bağımsız düşünülemez, ele alınamazlar.
İnsanı ve doğayı yok etme tehdidiyle yüz yüze getiren bu küresel emperyalist egemenliğin yıkıcı gerçekliği, emperyalist dünya haydutluğuna karşı kesin bir mücadelenin verilmesi için yeterli bir gerekçeyken, bu mücadelenin daha da acil olan gerekçesi bebek ve çocukların acımasız kıyımına varan emperyalist canavarlığın dünyanın birçok bölgesinde yürüttüğü gerici savaş barbarlığıyla büyük insan kıyımları gerçekleştirip, dünyayı kan gölüne çevirmesi gerçekliğidir. Bu mücadele emperyalist dünya gericiliğini kesin hedef edinmekle birlikte, aynı mücadele somut biçimde söz konusu emperyalist gericilikten bağımsız olmayan yerel gericiliklere yönelmek durumundadır veya yerel gericilikler şahsında somut olarak yürütülmek durumundadır. Emperyalist dünya gericiliğine karşı mücadele, bu gericiliğin yereldeki uzantısı-yerel temsilcisi durumundaki yerli gericilik ya da devlet ve iktidarlara karşı mücadeleden bağımsız görülemez, bu iki mücadele birbirinden ayrıştırılamaz ya da karşı karşıya konulamaz. Emperyalizmden söz etmek ya da emperyalizmin basit varlığı bunun nesnel zeminiyken, emperyalist dünya gericiliğinin günümüzdeki gelişme veya derinleşme düzeyi de bu mücadelenin iç içe geçtiğini doğrulayan ve iç içe geçmesini sağlayan yeterli zemindir.
Dünya, emperyalist sistem sarmalında, sınıf karakteri gerici olup, siyasi niteliği faşizme kadar uzanan değişik siyasi formasyonda devlet ve iktidar biçimlerinden teşekkül olan egemen durumdaki bütünlüklü emperyalist dünya gericiliği tarafından talan ve çapul saldırganlığına maruzdur. Çapul ve talan barbarlığı siyasi kulvarda felaketlere varan tahribatların yanı sıra, katliam ve kıyımlarla tam bir ölümcül makine işlevi durumundadır.
Bugün özellikle Ortadoğu bölgesinde yoğunlaşarak yaşanan ve giderek yaygınlaşıp izdüşümleri dünyasal meseleye işaret eden emperyalist gerici savaş ve dalaş eksenli gelişmeler ve bu coğrafyada odaklanıp coğrafyamızı da etkileyen kaotik siyasi durum, emperyalist dünya gericiliğinin kaynaklık ettiği genel tablodan bağımsız olmayıp, bizzat emperyalist dünya gericiliği ve sisteminin ürünü olarak, egemen durumdaki gerici varlığının yankısı olan işgal-ilhakçı, çapul-talancı ve sömürgeci saldırgan niteliğinin kaçınılmaz sonucudur. Son tahlilde emperyalizmin yapısal çatışkısının dışavurumudur. Bu niteliktir ki, dünya halklarını ve mazlum uluslarını kronikleşmiş sistematik savaşlarda büyük dramlara itiyor, çocukları ayırmayan barbarlıkla ölümlere maruz bırakıyor.
Emperyalist baş aktörler ve bloklar arasında yaşanan çatışma süreci sıradan bir çatışma değil, paylaşım savaşı olarak nitelediğimiz çerçevede kapsamlı bir çatışma yaşanıyor ki, bu çatışma esasen yerel iktidarlar üzerinden yürütülen büyük bir savaş sürecidir. Savaş olarak cereyan eden bu sürecin Ortadoğu’da Suriye, Irak, Kürdistan’la sınırlı olmayan nitelikte kapsamlı ve genel bir çatışma evresi olduğu anlaşılmaktadır. Suriye’de Rusya’nın rol oynadığını kabul eden geri adımını başka alanda tolere etmeye çalışan ABD emperyalizmi, Suudi Arabistan kartına oynamaya adım attı. Ki Suudi Arabistan vasıtasıyla Lübnan’ın başbakanını Riyad’da istifaya mecbur edip, Lübnan Başbakanı Saad Hariri ağzıyla Hizbullah ve İran’ı hedef tahtasına koydu. Suudi Arabistan vatandaşlarına, Lübnan’dan çekilme çağrısı yaparak Lübnan’a dönük bir işgal girişimi veya Lübnan’ın askeri saldırıya maruz kalacağının işaretini verdi. İsrail’in İran ve Hizbullah’a yönelik olmak üzere Lübnan’a bir saldırıda bulunması an meselesidir denilebilir. Elbette bu gelişmeler, Yemen’den (Husi’lerin) Suudi Arabistan’a balistik füze atmasıyla başlamış, başlatılmış oldu. Ve elbette Suudi Arabistan’da yaşanan “yolsuzluk” operasyonlarının da bu gelişmelerin yaşanmasında bir etken olduğu veya iç içe gelişmeler olduğunu belirtmek gerekir. “Yolsuzluk” adı altında yürütülen petrol zengini milyarderlere yönelik operasyonların siyasi operasyonlar olduğu, bu operasyonların Suudi Arabistan’daki mevcut iktidarın güçlendirilmesi ve bu iktidarın oynadığı rolün kolaylaştırılmasına yönelik olduğu açıktır. Suudi Arabistan yönetiminin İran, Hizbullah ve Lübnan’a yönelik (dolaylı olarak da Rusya’ya yönelik) ABD ve İsrail lehine rol oynamasının olanaklı kılınması için tutuklama operasyonlarının gerçekleştirildiği söylenebilir.
Yaşanan emperyalist egemen süreç, ulus orijinli bütün olgu ve değerlerin aktüel olduğunu kanıtlarken, ulus devletin tarih olduğu savlarını da pratik gerçekle bir kez daha çürütmektedir. Ulus devlet olgusu, küresel pozisyon olan emperyalizmle birlikte ve özellikle de emperyalizmin uluslararası tekeller niteliğine bürünmüş olan bugünkü gelişmişlik düzeyinde aşınmalara maruz kalarak zayıflamış, daralıp küçülmüştür. Fakat bir bütün olarak ortadan kalktığı, tamamen anlamsızlaştığı, siyasi ve coğrafik anlamını yitirdiği keskinliğindeki savlar doğru olmadığı gibi, pratik yaşam tarafından da mahkum edilmektedir. Uluslararası tekellerin inisiyatif ve egemenliğinin neredeyse “sınırsız” biçimde gelişerek devlet veya ülke pazarlarına sermaye cinsinden hâkim olup, buralarda engelsizce at oynatarak talan ve sömürü yürütmesi doğru ama siyasi olarak buralarda göstermelik de olsa bir bağımsızlığın olması göz ardı edilemez gerçektir. Coğrafik sınırların siyasi “bağımsızlık” zemininde “egemen” ulus devlet olarak bir biçimde varlığını sürdürdüğü inkâr edilemez. Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesi konuşulurken ve küçük devletlerin yaratılması veya gündeme gelmesi bir süreç olarak işlerken, ulus devletin ortadan kalktığını iddia etmek en hafifiyle erken ve sübjektif bir tespittir. Emperyalist barbarlık nüfuz ve hegemonya uğruna dünyayı dizayn etmektedir ve bu süreç her bakımdan büyük tahribatlar yaratırken, gerici çatışma ve savaşlarla yıkıcı sonuçlar yaratarak ilerlemektedir.
Emperyalist dünya gericiliği yeni dengelerin oluştuğu bir sürecin içinden geçiyor, adeta “soğuk savaşın” “sıcak savaşla” iç içe olduğu veya “sıcak savaşı” aktüel tehdit haline getirdiği bir süreci yaşıyor. Bu dengelerin oturması süreci keskin çatışma ve dalaşlara tanık oluyor ki, Suriye, Irak ve Kürdistan parçalarında yaşanan gelişmeler, IŞİD’den diğer kaotik siyasi çalkantılar bu zeminde anlam bulmaktadır. Suriye’nin ABD emperyalizmi aleyhine Rusya emperyalizminin ise lehine bir kırılma noktası olduğu söylenebilir. Bu sürecin yeni dengelerin oluşmasında ve bu dengeler bağlamında oluşan dünya şartlarında bir eşik olduğu, bu eşikte ABD emperyalizminin dünya nüfuzunda bir gerileme yaşandığı, esasta Trump dönemine denk gelen bu sürecin Trump’ın düşürülmesine yol açan ve bu düşürmeyle ABD’nin inisiyatif ve nüfuzu üzerine düşen “ağır gölgeyi” kaldırma stratejisiyle yeniden toparlanıp, kan kaybını önleme yoluna gideceği anlaşılmaktadır. Trump döneminin daha çok Çin’e yönelik bir engelleme stratejisini esas aldığı, İran’ı da bu stratejisine ciddi biçimde dahil ettiği görülmektedir. ABD’nin Pasifik eksenli stratejisindeki ağırlık, Ortadoğu’da daha az inisiyatif ve nüfuz sergilemesine bir etkenken, bunun esas sebebinin Rusya’nın çatışma düzeyinde ABD emperyalizminin karşısına çıkması ve inisiyatifini kabul ettirmesidir ki, bu inisiyatif ABD emperyalizminin nüfuzunu belli oranda zayıflatmıştır.
Yaşanan çatışma ve savaşlar doğrudan emperyalist haydutların hegemonik dalaşını ifade etmekle birlikte, nüfuz alanlarını biçimlendiren yeni dengelerin kurulması ya da oluşmasına bağlı sürdürülen çatışma süreci yaşanmaktadır. Bu sürecin sancı ve çatışmaları keskin biçimde devam etmektedir. Belli dengelerin belirip, oluşmasına karşın bu süreç tamamlanmış değildir. Çatışma ve savaşların dinamik varlığı bunu işaret etmektedir. Ancak kesin olan bir şey var ki, o da artık dünyanın tek bir bloğun etkisinde olmadığı, dünya ölçeğindeki tahakküm gücünün tek jandarmaya ait olmadığıdır. ABD’nin dünya jandarmalığı dönemi son bulmuş, dünya ölçeğinde hegemonik aktörler sahneye çıkmış, etkin yer almışlardır. Dahası bu süreç ABD emperyalizminin görece geriletilmesine kadar varan bir süreçtir. Rusya emperyalizmi dünya gücü olma rüştünü ispatlamış, ABD emperyalizmine bunu kabul ettirmiştir. Ancak durum sadece ABD ve Rusya’yla sınırlı tanımlanamaz. Bu aktörlerin başını çektiği emperyalist bloklar bu yeni durum ve dengede emperyalist rol oynayan örgütlenmelerdir.
Söz konusu emperyalist bloklar, hegemonik güç olma nitelikleri bakımından görece bir “denge” durumundadır. Dünyanın tek jandarmasından söz edilemez, birden fazla dünya jandarmalığı pozisyonu var ki, bu jandarmalar esasen ABD ve Rusya emperyalizmidir. Hatta tek ülke emperyalizminden ziyade bu emperyalist ülkelerin başını çektiği blokların jandarmalık rolünden söz etmek daha isabetli olacaktır. Ancak bugünün emperyalist dengelerinde bloklar düzeyinde de olsa tek bloğun dünya jandarmalığı değil, çoklu emperyalist blokların jandarmalığı mevcuttur. Kısacası, bir bloğun öteki blok veya bloklara karşı totalde kesin üstünlük sağladığı ve tek inisiyatif-otorite-jandarma olduğu söylenemez. Lokalde ya da somut bir çatışma alanında yaşanan süreçte bir bloğun ya da bir gücün geçici-göreli üstünlük sağladığı veya inisiyatif elde ettiği söylenebilir; bu doğrudur. Fakat dünya çapında bu inisiyatifin birinden biri lehine kalıcı biçimde oturduğunu söylemek hata ve yanılgı olur. Kaldı ki, yaşamda olmadığı gibi, emperyalist denge ve çatışmalarda da mutlak, kesin ve kalıcı bir denge, bir eşitlik ve çelişkisizlik tarif edilemez. Denge ve çatışmanın tali duruma düşmesi geçici bir durumdur, çelişki-çatışma esastır. Her uyum bozulmak üzere vücut bulan bir durumdur. Bahsini ettiğimiz belli denge durumu da bu anlamda kalıcı ve tamamlanmış değil, geçicidir
Geçici de olsa dengelerin oturma süreci tamamlanmadan bu bloklar arasında dinamik olan çatışma ve savaşların yavaşlamayacağı açıktır. Bu çatışmanın, tam oturup sonuçlanmamış da olsa, “tek elden” çıkmış durumdaki mevcut yeni dengelerin oluşmasına rağmen emperyalist bloklar arasında keskin biçimde süreceği görülmektedir. Örtülü veya açık olarak yürütülen paylaşım dalaşı sonuçlanmış, yerine oturmuş bir süreç değildir. Bu anlamda çatışma ve savaşlar aktüalitesini sürdürecektir. Bu çatışmanın büyük paylaşım savaşına evrilmesi elbette mümkündür. Ki bunun belli emareleri görülmektedir. Ne ki, temkinli yaklaşım ve kontrollü çatışma tercihi devreden çıkmış, çıkarılmış değildir. Lokal çatışmalarla yapılan nüfuz ve pazar bölüşümü egemen tercih olarak hala devrededir. Ama bu büyük paylaşım savaşını tamamen dışlayan bir durum değildir. İşleyen ya da işletilen süreç emperyalist güçler tarafından ikili hazırlıklar biçiminde ele alınmaktadır. Lokal çatışmalarla nüfuz paylaşımı yürütülürken, büyük savaş olasılığına yönelik hazırlıklar da göz ardı edilmemektedir. Bu muhtemel büyük paylaşım savaşı, biçimde geniş bölgesel savaş şeklinde yaşanacak ya da bölgesel savaş biçiminde cereyan edecektir. Ama biçimde bölge sınırlarında kalması onun emperyalist dünyanın başat güçlerinin bu savaşta olmayacağı anlamına gelmez. Klasik olarak savaşan güç veya devletler genellikle bağımlı geri ülkelerken, bu savaşların arkasındaki gerçek güçlerin emperyalist “patronlar” olduğu bilinen gerçektir.
Değişen ittifaklar, yeni anlaşma ve ilişkiler bir yanıyla oluşan yeni güç dengelerine işaret ederken, diğer yanıyla da yeni güç dengelerine uygun olarak güncel olan yeni paylaşımlar zemininde büyük savaşa doğru bir eğilim ve hazırlığı göstermektedir. Bu büyük savaş dünyayı etkileyecek veya dünya düzeyinde siyasi etki ve değişimlere yol açacak nitelikte olması itibarıyla büyük bir paylaşım savaşı veya belli bir bölgeyi kapsayan genişlikte büyük bir savaş (bu nitelikte bir dünya savaşı) olarak değerlendirilebilir. Ülkelerin altın rezervlerine yönelik çalışmaları veya altın rezervlerini sıkı kontrole alan eğilimleri bu hazırlığın başka bir işaretidir. Özcesi tarihsel bir süreçten geçiliyor. Bu süreç, emperyalist dünya gericiliğinin yeni aktörlere tanık olmasından, yeni ittifakların oluşmasına ve hatta yeni devletlerin kurulması anlamında sınırların yeniden çizilmesine kadar uzayan ve alenen yeni dengelerin oluşmasına işaret eden bir süreçtir. Ve bu süreç, emperyalist bloklar arasında oluşan yeni dengeler durumuna bağlı olarak yaşanan çatışma ve dalaş zemininde değişen ittifak ve ilişkiler anlamında bağımlı ülke egemen sınıflarına uygun şartlar sunup, alan açmaktadır. Bu alan boşluğu söz konusu ülke veya iktidarların kendilerini pahalıya pazarlama veya efendisiyle pazarlıklar yaparak imtiyaz koparma eğilimlerine açık biçimde tanık olmakta veya imkân yaratmaktadır. Bu durum “TC” devleti veya iktidar olan egemen sınıfları şahsında ciddi düzeyde yeni bağımlılık zemininde yeni ittifaklara girme temelinde seyretmektedir. ABD emperyalizminden istediği ödünleri alamayan Erdoğan-AKP iktidarı şahsındaki “TC” devleti hâkim sınıfları, ABD emperyalizmine karşı Rusya emperyalizmiyle bağımlılık zemininde ilişkileri derinleştirme ve ittifak kurma kozunu kullanmaktadır. Ki yapılan anlaşmalar ve siyasi politikalar bunu açıkça göstermektedir. Ki, Türk burjuvazisinin bu eğilim veya tercihi, ABD emperyalizminin Rusya emperyalizmini sınırlamaya yönelik stratejiler bağlamında bölgede bir Kürt devletinin kurulmasını ihtiva eden politikalarından kaynaklanmakta veya bu nedenle ABD emperyalizminden uzaklaşıp, Rusya emperyalizmine yakınlaşmasına tanık olmaktadır. Bu eğilim somuttur ancak hangi yönde gelişeceği net ya da mutlak değildir, olamaz da.
ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasında özellikle Suriye’de açık çatışmaya dönen süreç, Rusya’nın inisiyatif kazanmasına yol açan somut bir süreç oldu. ABD emperyalizmi Rusya emperyalizminin buradaki inisiyatifini esasta (ve ama geçici olarak) kabul ederek tanıdı ve bunu resmi açıklamalarıyla “Rusya’nın askeri olarak dünya çapında bir güç olduğu…” biçimindeki ifadeleriyle deklare etti. ABD ile Rusya’nın bu temelde Suriye’de belli bir anlaşmaya vardıkları söylenebilir. Astana süreci bir taraftan ABD’nin bypass edilmesi anlamı taşırken, diğer taraftan da geçici olarak Rusya lehine olmak kaydıyla Rusya ile ABD arasında sınırlı bir anlaşmanın göstergesi veya sonucudur denilebilir. Astana süreciyle Rusya’nın inisiyatif kazandığı tasdik edilmişken, gözlemci olarak Astana’ya katılmayı kabul eden ABD’nin de bu inisiyatifi tanıdığına aynadır. ABD, Suriye’de Rusya’nın inisiyatifini kabul etmek zorunda kalmakla birlikte, Irak ve Kürdistan parçalarındaki nüfuz ya da inisiyatifini korumaktadır. Bu durum, ABD ile Rusya arasında zımni de olsa bir anlaşmanın olduğunu göstermektedir. Bölgedeki inisiyatif ve nüfuz avantajı bakımından, bölgenin belirgin güçlerinden olan İran, Irak, Suriye ve “TC” devletlerinin Rusya yanlısı eğilim göstermesi veya bölgedeki politikalar açısından Rusya’yla politikalarının örtüşmesi ABD emperyalizmini zayıflatan, Rusya emperyalizmini ise güçlendiren bir durumdur. Bunu Rusya emperyalizminin bölgedeki avantaj ve inisiyatif durumu olarak okumak isabet olur.
Bu süreç Suriye ve Irak’ı kapsayan zeminde parçalardaki bir Kürt oluşumu ile Kürt devletine doğru ilerleyen aynı zamanda bölgede başka devletlerinde kurulmasına doğru ilerleyen bir özelliğe de sahiptir. Irak devlet topraklarına emperyalist paylaşımlarda dahil edilmiş ve zorla Irak devleti sınırlarında tutulan Güney Kürdistan’da bölgesel yönetim tarifiyle yaşanıp, olgunlaşan Güney Kürdistan parçasında bir Kürt devletine gidişin adımları atılmış durumdadır. Gerçekleştirilen referandum bu devlet yapılanmasına gidişin hukuksal şartlarını yaratmakla birlikte, pratikleştirilmesini tamamen olanaklı hale getiren bir adımdır. Burada bir Kürt devletinin kurulması ilgili Kürt yönetimi veya liderlerinin tavrına, kararlılıklarına ve niteliklerine bağlıdır. Kürt ulusu iradesini ortaya koymuş, bağımsız devletleri doğrultusunda tavrını ortaya koymuştur. Bu tavrın yaşam hakkı bulmasında, yani ilgili Kürt ulusunun iradesine uygun bir Kürt devletinin kurulmasında tayin edici olan mevcut siyasi iradesidir. Bu irade, şimdilik ve esasta Barzani ve yönetimi tarafından temsil edilmektedir. Barzani, tüm gerici karakteri ve siyasi nitelikteki olumsuzluklarına karşın, referandum kararında olumlu bir siyaset ve tavır izlemiştir. Bu tavrın şu veya bu güçle ilişki içinde gelişmesi ayrı bir konu olmakla birlikte, son tahlilde ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı açısından demokratik ve ileriye yönelik bir tavırdır ve bu yanıyla tanınıp desteklenmesi gerekendir. Ancak Barzani ve yönetiminin ABD emperyalizmine bağımlılık ve onun stratejilerine uygun hareket etme zeminindeki gericiliği anlamında bağrında taşıdığı zayıflıklar, Kürt ulusunun referandum iradesine karşın bu iradeye sadık kalarak Kürt devletini ilan etmesini ilgili niteliği nedeniyle tereddütlere boğmakta ve falsolar çizmesine yol açmaktadır. Gelinen aşamada istifa etmeden önce Barzani yönetimi veya inisiyatifinin gerek gerici baskılanmalar sonucunda, gerekse de iç muhalefetin etkisi sonucunda sarsılarak gerilediği izlenmektedir. Başkanlık pozisyonu sarsılıp gerici hayalleri suya düşen Barzani’nin, Kürdistan’ın bağımsızlığı veya bağımsız Kürt devletinden kolayca döndüğünü göstermektedir. Mevcut durumda Barzani’nin bağımsızlık ısrarının kalmadığı, referandum veya ulusal iradenin verdiği kararı unutup önemsemediği, gerici baskılara boyun eğdiği ve iç muhalefet karşısında da gerileyerek yönetim döneminin sonuna geldiği ama daha da önemlisi bağımsızlık referandumu sonuçlarından geri adım attığı görülmektedir. Bunda emperyalist dünyanın, özellikle Avrupa devletlerinin bağımsızlık referandumuna karşı gerici tutum ve baskıları rol oynamıştır. Katalonya Referandumu’na karşı gerici tavırları da Güney Kürdistan Referandumu karşısındaki tavırları da bu gerici kaygılarından bağımsız değildir. Bağımsızlık referandumunun kendi devlet sınırları içindeki benzer sorunu gündeme getireceği korkusu onların referandumlar karşısındaki gerici tutumlarını beslemektedir. Öte taraftan Rusya’dan destek alan “TC” devleti ile Irak ve İran’ın gerici saldırganlıkları da Barzani yönetimini zora sokan önemli etken olmuştur. Ancak, Barzani’nin zayıflıklarına karşı, ilgili süreç ABD emperyalizminden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla Kürt devletinin ilan edilmesi ABD emperyalizminin stratejileri, daha somut olarak Rusya emperyalizminin bölgedeki nüfuz ve inisiyatifine yönelik politikalar ve stratejileri bakımından bir Kürt devletinin (kendisine bağlı bir Kürt devletinin) uzun vadede kurulmasını mümkün kılmakta, göstermektedir. Yani, ABD emperyalizmi bölgede Rusya’nın nüfuzu karşısında iyice gerileyip zayıflamamak, hatta silinip gitmemek ve bölgede nüfuz dayanakları yaratmak ve tutmak için bölgede kendisine bağlı devletlerin yaratılmasını isteyecek, bu doğrultuda mümkün olduğu veya yapabildiği oranda devletlerin oluşmasına destek verip öncülük yapacaktır. Mevcut devletleri elinde tutmak gibi, yeni devletlerle bölgede nüfuzunu koruyup ilerletmek isteyecektir. Bütün bu bağlamlarda Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin (orta-uzun vadede) kurulmasını sağlamak için elinden geleni ve gerekeni yapacaktır. Kısacası Güney Kürdistan’da bir Kürt devleti şimdi olmasa da ileri tarihlerde ilan edilecektir denilebilir. Bu devletin ABD emperyalizmine bağımlı bir devlet olacağı her bakımdan aşikardır. Bu gerçekliğe karşın bir Kürt devletinin oluşmasına karşı çıkmak tarihsel hata ve ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması karşısında gericidir. Soruna iki yönlü yaklaşmak şarttır. Bir; ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı açısından, iki; oluşacak bu devletin gerçek anlamda bağımsız mı, değil mi, ya da emperyalizmle ilişkileri açısından değerlendirilmek durumundadır.
Birinci açıdan, hiçbir şartla ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını, bu hak hangi yönde kullanılırsa kullanılsın bu hakkı tanımazlık edemez, fiili olarak engel olma durumunda olamayız. Fakat bu hakkın tanınması ayrı ama bu hakkın kullanılmasına dönük tavrımız farklıdır. Hakkı kayıtsız şartsız tanırken, bu hakkın hangi yönde kullanıldığına değer verir ve bu temelde eleştiri sınırında kalarak ayrılma hakkının kullanılmasının doğru olup, olmadığı konusunda görüşlerimizi ilgili ulusla paylaşır, ona sunar, onu ikna etmeye çalışırız. Ama son tahlilde tanımamazlık edemeyiz, isterse bu hakkını kötü yönde (burjuvazisiyle birlikte yaşama temelinde) kullanmış olsun. Ki, bunu da yani ayrılma hakkını kullanmasına yönelik tavrımızın eleştirel olması ya da olmaması, ayrılma hakkını kullanmasının devrim açısından oynayacağı rol ve tercihini nasıl yaptığıyla ilgilidir. Kuşkusuz ki, ulusun tercihini kullanırken, bağımlılığını sürdürme, bağımlılık altına girme, burjuvaziyle birlikte yaşama ve emperyalizmle ilişkileri bizler açısından benimsenmeyip eleştirilecek hususlardır. Zorla engel olma değil, ikna etme ve eleştirme sınırlarındadır bu tavrımız. Bu kapsamda, Barzani’nin ABD veya başka bir emperyalist güçle ilişki ve bağımlılık durumunu, Barzani’nin diğer gerici karakterini eleştirir, bunlara destek vermeyiz. Ancak, ayrılma hakkını, yani referandumun ortaya koyduğu ulus iradesi temelinde Kürt devleti ilanına saygı gösterir, destekleriz. Destekleriz çünkü, Barzani’nin ilan etmesini varsaydığımız Kürtlerin ayrılma ve devletlerini kurma durumu pratikte bir devrime zarar veren, demokratik ya da sosyalist bir oluşumdan kopma niteliğinde değil, zorla tutuldukları Irak devletinden ayrılma, ayrılma hakkını elde edip kullanma, gerici sistem ve iktidar koşullarında var olmayan bir Kürt devletinin var olması anlamına gelmektedir. Bundan dolayı Barzani’nin Kürt devletini ilan edip ayrılması gerici değil, ileriye yöneliktir. Öyle ya da böyle bağımsız bir Kürt devletinin tarih sahnesine çıkmasıdır, ciddi bir gelişmedir. Barzani, referandum kararı ve bunun uygulanmasıyla önemli bir adım atmıştır. Bağımsız Kürt devletini ilan etmesi ise, Barzani’nin tarihe geçmesine vesile olacak tarihsel bir tutum olacaktır. Barzani’nin sınıf karakteri ve siyasi niteliğine karşı söz konusu bu tutumu demokratik hakkın kullanılması ve ileriye yönelik bir muhtevaya sahiptir. Kürt devletini ilan etmemesi ise, Barzani’nin tarihe gerici bir kukla ve ulusunun iradesine ihanet eden bir kişilik olarak geçmesine yol açacaktır.
İkinci açıdan, ifade ettiğimiz gibi Barzani’nin ABD emperyalizminin garantörlüğünde hareket etmesi, bununla ilişki ve bağımlılık durumu, Barzani’nin demokratik dünyanın parçası değil, gerici dünyanın parçası olduğunu, olacağını koşullayan durumdur ve bu bizler açısından desteklenmeyen, karşı çıkılıp teşhir edilmesi gereken yanıdır. Barzani’ni demokratik olmayan niteliği, diğer gerici özellikleri, emperyalizme bağımlı bir yönetim olup iktidara giden gerici bir diktatörlük olması, ulusu içinde demokratik yönetim sergilememesi, emperyalizmle ilişkilerinden ve bu niteliğinden bağımsız olmayan demokratik güçlere karşı olumsuz tutumu şeklindeki bir dizi özelliği eleştirerek karşı çıkmamız ve desteklemememiz gereken, desteklemediğimiz özellikleridir. Barzani’nin bu yanlarını desteklemek ya da görmezden gelmek düşünülemez.
Hem yeni dengelerin oluşması ve bu temelde yeni devletlerin oluşup sınırların yeniden çizilmesi ve hem de bu değişen denge şartlarından bağımsız olmayan “TC” devletinin “partner” denen efendi değişimi doğrultusundaki eğilimi bağlamında yaşanan gelişmeler yeni bir dönemeci veya dünyanın siyasi şartları bakımından önemli, ciddi bir süreci ifade etmektedir. Ki, Erdoğan/Saray iktidarının (şantaj ya da emperyalist dengelerdeki değişimin koşullaması veya gerici çıkarların ittiği ve istemsizce zorlandığı yol biçiminde de olsa, dolayısıyla geri dönülmesi an meselesi de olsa) öyle ya da böyle ipuçları görülen efendi değiştirme eğilimi, sadece bu eğilim veya bu eğilime girilmesi bile, ABD emperyalizminin bu kuklasının ipini çekmesini de gündeme getirmiş veya ipini çekmesine yol açmıştır. Fakat Erdoğan’ın bu efendi değiştirme eğilimi ya da yönelimi ne kadar ciddi olsa da bu değişimin kolay bir süreç olmadığı, sancılı olduğu kadar geri tepecek bir eğilim olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Ki, son tahlilde efendi değiştirme zemininde girilen bu yoldan geri dönülmesi tamamen mümkün ve hatta olağan şartlarda zorunludur da. Ancak bu, efendi değiştirme noktasına varan gelişmelerin gündemde olmadığı, önemli bir dönemece gelinmediği anlamına gelmez. Bu eğilim ciddi olarak gündemdedir fakat eğilimin gerçekleşip, gerçekleşmeyeceği ayrı bir konudur. Bu efendi değişimi mutlakçı ve kesin olmamak kaydıyla muhtemelen de gerçekleşemeyecektir.
Burada bir parantez açmakta fayda var ki, Erdoğan her ne kadar Rusya emperyalizmine yanaşma eğilimi gösterip, buna yönelik adımlar atsa da ABD emperyalizmiyle kesin biçimde karşı karşıya gelmeyi göze almadığı (alamayacağı), ABD emperyalizminden kopmanın kolay ve bedelsiz olmayacağını bilmektedir ki, bu kopuşun birçok açıdan kolay olmadığı, hatta mevcut şartlarda mümkün görülmeyecek kadar zorlu ve son derece zor olacağı açıktır. “TC” devletinin bu eğilimi pratikleştirmesinin son derece ağır bedellere mal olacağı açıktır, Erdoğan da bunu iyi bilmektedir. En önemlisi de Rusya emperyalizmi-Putin’le de sorunsuz bir ilişki sürdürmesi, eksen değiştirerek Rusya emperyalizminin himayesine girme anlamında stratejik işbirliği içine girmesinin de sorunsuz bir kopuş-geçiş olmadığı alenidir. Rusya’nın, “TC”nin beka sorunu olarak tarif ettiği ve Kürt düşmanlığı temelinde inşa ettiği ırkçı-faşist Türk milliyetçiliğinin egemen Türk ulusu zeminindeki şoven ve tekçi faşist paradigmalarıyla uyumlu olmadığı, özellikle bölgedeki Kürt politikası bakımından Rusya’nın “TC” devletinin istemleriyle örtüşmediği Erdoğan tarafından görülmektedir. Bu anlamda Rusya’yla stratejik işbirliğinin geliştirilmesi ve bir eksen kayma eğilimine kesin karar verilmesinin sorunsuz bir alan olmadığı, Kürt kabusunun orada da karşılarına çıkacağını bilmektedir Erdoğan. Bundandır ki, ABD emperyalizmine karşı kullandığı Rusya kartı bir şantaj olarak ağırlık kazanmaktadır. Ancak bu şantajın gerçeğe dönüşmesi de imkânsız değildir. Bu şantaja karşılık olarak ABD’nin de Reza Zarrab davası ve bu davanın Erdoğan’ın siyasi yaşamına mal olacak muhtevasını şantaj olarak kullandığını belirtmekte de fayda vardır. Ki, Erdoğan’ın ipinin çekilmesi esasta bu davanın iddianamesiyle netlik kazanacaktır. Ki iddianamede Erdoğan’ın, Emine Erdoğan’ın ve oğlu Bilal’in adının geçtiği, tutuklu Zarrab ve Halk Bankası müdürünün itirafçı oldukları, özellikle davada delillendirilecek olan (MİT tırları skandalıyla delilenmiştir de) IŞİD ve El-Nusra gibi terör örgütlerine destek ve ilişkileri bağlamında Erdoğan’ı uluslararası yargılamalara taşınacağı gibi gerçeklere dayanan rivayetler dikkate alındığında, eksen kayma eğiliminin ABD lehine el öpmeye dönüşmesi tamamen mümkündür. Erdoğan iktidarı, Rusya emperyalizmi ile ABD emperyalizmi arasında gelgitler yaşamaktadır ve tercihte bulunma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bu tercih bağımsız iradesiyle değil, bağımlılıklarının tezahürü olacaktır. İki tercihe sahip olan Erdoğan ve Türk hâkim sınıfları, uluslararası alan ve ilişkiler durumunun yarattığı şartlar ile stratejik ve derin bağımlılıklar silsilesinin yarattığı zorunluluklar zemininde (bu zemin ayakta kalma/kalmama sorununun belirleyendir) ABD emperyalizmi lehine olacaktır. Rusya emperyalizmine yanaşma eğilimine karşın ABD’den kopması kolay bir süreç olmayacaktır. Ancak emperyalist dengelerdeki mevcut durum Erdoğan iktidarı ve bener iktidarlara belli avantajlar sunmaktadır ki, bu avantajları değerlendirme iştahı olan Erdoğan iktidarı belli imtiyazlar (elbette karşılığını katbekat geri verecek biçimde) elde etme şansına sahip olmakla birlikte, bağımlılıklarını tek emperyalist güç endeksli tutmayıp, çoklu bağımlılık ilişkilerini tesis ederek sürdürme olasılığına sahiptir. Yani, mevcut şartlar, sadece ABD emperyalizmiyle değil, Rusya emperyalizmiyle de (tıpkı AB’li emperyalistlerle olduğu gibi) bağımlılık ilişkilerini derinleştirip, sürdürebilir. Erdoğan iktidarı veya Türk hâkim sınıflarının Kürt kâbusu, ABD emperyalizmiyle sorunlar yaşamasına vesile olduğu gibi, aynı şey Rusya emperyalizmiyle de geçerlidir. Bu bağlamda, Erdoğan iktidarının Rusya’yla ne zamana kadar iyi ilişkiler içinde olacağı da bir muammadır.
Erdoğan’ın iç siyasette milli duygu simsarlığı ve anti-emperyalist söylem sahtekarlığıyla sergilediği manipülasyonu oy tabanını genişletip sağlamlaştırmaya yönelik olarak, özellikle izlediği bir politikadır. Erdoğan, ipinin ABD tarafından çekilip, bir kenara atılmasını ancak geniş kitle desteğiyle-oy desteğiyle önleyebileceğini ve bunun başkaca da bir yolunun olmadığını bilmektedir. Tam da burada erken seçimlerin dillendirilmiş olması manidardır. Erdoğan oy tabanını güçlendiren adımlarla erken seçime gidip kazandığı seçimlerle ABD veya emperyalistlerin karşısına iktidar olarak, kitlelerin desteğini alan meşru güç olarak çıkmayı ve bu güçle kendisini muhatap aldırmayı veya kendisinin tanınmasını sağlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda erken seçimlerin yapılacağını da yani seçimlerin erken yapılacağını da not etmekte yarar vardır. Seçimler erken yapılacaktır, çünkü, Erdoğan’ın uygun zamanda ABD’nin karşısına geniş kitlelerden destek alarak güçlenmiş biçimde veya kitleleri arkasına alarak iktidarını sağlama almış biçimde emperyalistlerin-ABD’nin karşısına çıkması gerekmektedir. Aksi halde tedavülden kaldırılıp iktidardan karanlık geleceğe doğru yolculuğa çıkarılması an meselesi denecek kadar yakın tehdittir. Dahası, ABD tarafından devre dışı edildiği şartlarda da Erdoğan’ın eş zamanlı olarak bu kitle desteğini almış, iktidarını perçinlemiş olması gerekmektedir. Aksi halde meşruiyeti zayıf ve tartışmalı olup, işi yine zor olacaktır. Her halükârda erken seçim Erdoğan’ın çantasında kararlaştırılmış ve açılmaya hazır bir karttır. Ki, bu kararın ABD’ye iletildiği de bir yorum olarak söylenebilir, bu muhtemel ve mümkündür.
Erdoğan’ın İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlarını görevden alması, parti örgütünde gerçekleştirdiği tasfiyeler seçimlere yönelik düzenleme ve hazırlıklar olarak okunabilir. Yerel seçimlerin önce yapılarak parlamento ve başkanlık seçimlerinin buradan çıkan sonuçlarla ele alınacağı muhtemeldir. Ki, yerel seçimlerde negatif sonuçlar ele alındığında, Erdoğan ve şürekasının mevcutta süren saldırganlıklarını derinleştirerek komplo, provokasyon ve silahlı eylemlerle yaratacağı çatışma ve güvensizlik koşullarıyla kendi lehine dönüştürme sürecinin devreye gireceği de güçlü ihtimaldir.
ABD’nin Zarrab ve Halk Bankası müdürü davasını bir şantaj olarak kullandığı, kullanabileceğini söylemiştik. Bu, Erdoğan’la anlaşmaya açık olduğuna işarettir. Zira ABD-Trump yönetimi de önemli zaaflar taşıyan, birçok yumuşak karnı olan ve içte sancılar yaşayan bir yönetimdir. Trump sallantıda olan iktidarını uluslararası politikada izlediği siyasetle geri planda tutup, korumaya çalışıyor. Kuzey Kore’yle dalaş, İran, Çin ve Rusya’yla açık dalaş ve çatışmacı politik eğilimi bundan da kaynaklanmaktadır. Aynı zeminde “TC” devletiyle de ilişkilerin kotarılmasını lehine görmektedir. Bölgede “TC” gibi bir kuklasını kaybetmesi içerdeki muhalefet açısından Trump’ın aleyhine rol oynayacaktır. Dolayısıyla Trump Erdoğan’a şantaj yaparak himayesinde tutmayı benimseyecektir. Trump ile Erdoğan’ın kaderi ve kişiliklerinin ve politikalarının birbirilerine benzer olması rastlantı değildir. Sınıf karakterinden öteye, iktidar olarak yaşadığı darboğaz ve sorunlar bu benzerliği koşullamaktadır.
Erdoğan/Saray iktidarı ABD emperyalizmi ile Rusya emperyalizmi arasında bir denge zemininde ilişkilenme süreci yaşarken, emperyalist AB ülkeleriyle ciddi sorunlar ve krizler yaşamaktadır. Bu sorunlu süreç Erdoğan iktidarını uluslararası alanda önemli bir tecrit durumuna getiren bir süreç olmakla birlikte, Erdoğan iktidarının AB ülkelerine de ödünler vereceği-ilişkileri yumuşatma zorunluluğundan dolayı ödünler vermek zorunda kalacağı başka bir cephedir. ABD ve Rusya emperyalizmiyle bağımlılık ilişkilerinde bir denge güdeceği gibi, bu dengeyi emperyalist AB ülkeleriyle ilişkilerde de kuracaktır.
Ancak Erdoğan iktidarı her halükârda tarihinin en zorlu günlerini yaşıyor ve bu zorlu günler Erdoğan iktidarının kışa yüz tutmuş sonbaharı olarak değerlendirilebilir. Şayet Erdoğan iktidarı büyük sarsıntılar yaratacak biçimde keskin ve sansasyonel ve sürpriz gelişmeler sahneye koyma suretiyle mevcut gidişata yeni bir yön vermezse, mevcut rutin veya olağan seyrin emareleri Erdoğan iktidarının sönme sürecine ışık tutmaktadır, bu süreç iktidarın SOS verme kaderine tanık olacaktır. Ancak Erdoğan, kendisine sahte suikast yaptırıp, kolundan-boşluğundan yara alarak “kahraman” ve “gazi” olmayı “başararak” ya da benzer oyunlarla süreci tersyüz edebilecek kadar büyük bir entrikacı ve oyuncudur. Dahası megalomandır. Başkomutanlık sıfatını kendisine mühürlemek için savaş kışkırtıcılığı yapıp, savaşa girmekten geri durmayacak kadar megalomandır. Başkomutan olmak da egosunu tatmine yetmez, gazi olması da gerekmektedir! İşte bunun için ve aleyhine çıkan kamuoyu yoklamalarını lehine çevirip başkanlık ve parlamento seçimlerini garanti etmek için kendisine sahte suikastlar yaptırabilecek kadar ucube ve entrikacıdır. Ne ki, tek adam sultasının mutlak hakimiyetinin halk kitlelerine-topluma verdiği tedirginlik ve oluşturduğu büyük rahatsızlığa ek olarak, yaşanan bunca yıpranmışlık ve bunca hoyratlık, içerde ve dışarıda yaşanan siyasi sorunlar ve izlenen politikalar ve bütün bunların sonuçları dikkate alındığında Erdoğan/AKP iktidarının miadını doldurduğu söylenebilir. Tabi, kendisine sahte suikast yaptırma gibi sahte kahramanlık pozisyonu elde edip, kitleleri manipüle etmezse.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devlet sürekli faşizmle karakterize olurken, Erdoğan iktidarı açık faşizm yönetimi uygulamaktadır. Tekçi-ırkçı faşizm tek adam sultası altında uygulanan tek adam diktatörlüğü biçiminde uygulanmaktadır. Kuzey Kürdistan’da kentlerin yakılıp yıkılarak uygulanan soykırımcı katliamlar, seçilmiş milletvekilleri ve belediye başkanlarının tutuklanması, belediyelerin kayyumlarla yönetilmesi, basın özgürlüğünü yok eden ve eleştiriye tahammül gösterilmeyen düzeyde demokratik, ekonomik, akademik haklar üzerindeki katı baskılar ve tutuklamalar bu faşizmin yeterli tanıtlarıyken, FETÖ’cü darbe girişimiyle iyiden iyiye derinleştiren faşist baskı diktatörlüğü OHAL ve KHK’lar yönetimiyle tamamen keyfiyetçi-hukuksuz bir alenilikle açık faşizmin en yalın halini kanıtlamaktadır. On binlerce tutuklama ve tasfiyeler, görevden alma, işten atma, gazete ve TV’lerin kapatılması, gazetecilerin tutuklanması kaba faşizmin açık delilleri durumundadır.
Süreç bağlamında devrimci siyaset ve taktik politikamızın içeriği
Daha yalın dille; Türkiye-Kuzey Kürdistan’da iktidarı eleştirenler yargılanıp hapsediliyor, ağır para ve hapis cezalarına maruz kalıyor. Gazeteciler iktidara yönelik eleştirilerinden dolayı tutuklanıp hapsediliyor. Milletvekilleri ve belediye başkanları aynı kapsamda hapsediliyor. Bir mesaj yazmak, bir haber yapmak ya da bir paylaşımda bulunmak tutuklanmaya, yargılanmaya ve hapsedilmeye yetecek gerekçe oluyor. Söz, toplantı, yürüyüş ve gösteri hakkı, grev hakkı, haber yapma ve eleştirme hakkı KHK’larla veya fiili baskılarla yasaklanıp yok edilmiş, konuşmak ve düşünmek kelimenin tam anlamıyla yasaklanmış durumdadır. Biat etme, susma ve sinerek teslim olma durumu egemen olup, dayatılmaktadır. Anayasa, kanun, hukuk-yargı ve adalet dumura uğratılarak tek adamın keyfiyetine terk edilmiştir. Öyle ki, kendi partisinden olan başbakan bile, bu diktatör olan tek kişi tarafından keyfi biçimde görevinden alınmakta, hiçbir açıklama ve gerekçe sunma gereği duyulmamaktadır. Yine kendi belediye başkanları bu tek kişi tarafından alenen istifaya zorlanıp, tehdit ve şantajlar yoluyla istifa ettirilmektedir. Özcesi, tek adam sultası biçimindeki açık faşizm ülkede hiçbir demokratik hak ve demokratik mücadele alanı bırakmayacak düzeyde kırparak kuşa çevirmiş, askeri faşist darbe koşullarını “aratan” bir sivil darbe açık faşizmi olarak hüküm sürmektedir. FETÖ’cü darbe girişimini basamak edinen Erdoğan, sivil faşist darbe ve bu koşullarda gittiği referandumla tekçi-faşist tek adam diktasını egemen kılıp, keyfiyetçi tek adam faşizmini OHAL yasasıyla yasal zemine oturttu, tüm hukuksuzlukları KHK’larla yasallaştırdı. Geniş halk kitleleri ağır baskı, sömürü ve tehdit altındadır. Basın ve entelektüel dünya aynı baskılara maruz olup, akademisyen, yazar, gazeteci ve bilcümle aydın hapsedilme tehdidi ve pratik yaptırımıyla karşı karşıyadır. Sorgusuz sualsiz tutuklanmalar yapılıp insanlar hapsedilerek içerde tutulmakta, neyle suçlandıklarını bilmeyerek keyfi biçimde hapiste tutulmakta, savunmaları engellenmektedir. Halk kitleleri ve geniş toplumsal kesimler can güvenliği, gelecek kaygısı altında yarınlarının ne olacağı hakkında büyük bir belirsizlik ve elbette tehdit altındadır. Siyasi ve sosyal yaşamdan ekonomik yaşama kadar tüm yaşam büyük bir kaos, tehdit, belirsizlik ve baskı altındadır. Ülkedeki siyasi durum ve süreci böyle özetlemek mümkünken, bunun açık faşizmin tanımına dolu dolu denk geldiği aşikârdır.
Bu durum, demokratik mücadele koşullarını kısıtlayan ve önemli oranda zorlaştıran şartları gündeme getirmektedir. Demokratik mücadelenin açık alan mücadelesi olan biçimi bu şartlarda önemli baskı ve zorluklarla karşı karşıyadır. Dolayısıyla belli taktiksel yönelimleri gerektirmektedir ki, bu taktiksel politikalar esasen güçlerin korunması zemininde biçimlenmek durumundadır. Devrimcilerin düşmana kaptırılması, faaliyetçilerin tedbirsizliğin ürünü olarak ya da önlem almamanın sonucu olarak hapsedilmelerine kayıtsız kalınamaz, kalınmamalıdır da. Ancak bu, bu alan mücadelesinin tatil edilmesi, baskılar gerekçe edilerek faaliyetsizliğin meşrulaştırılması olarak yorumlanıp, anlaşılmamalıdır. Bilakis, zorunlu ve gerekli olan bedeller pahasına demokratik alan mücadeleleri bilinçli politikalar ve uygun güçlerle ısrarla yürütülmek durumundadır. Bu devrimciliğin gereği ve varlık gerekçesidir. Tedbirler alıp, taktik politikalar geliştireceğiz, bu zeminde güçlerin korunması politikasını izleyeceğiz ama bedeller pahasına demokratik mücadele görevlerini de yürüteceğiz. Bütün zorluklara ve baskılara karşın geniş halk kitleleri ve demokratik güçlerin muhalefet ve mücadelesi iktidar üzerinde basınç yaratarak sınırlı da olsa demokratik mücadele koşullarını sağlamaktadır. Bu alan ve olanaklar terk edilemez, iktidara “dikensiz gül bahçesi” bahşedilemez.
Hem güçlerin korunmasına azami dikkat göstermek ve hem de ağır faşist baskı koşullarında demokratik alan mücadelesini layıkıyla omuzlamak; işte önümüzdeki durum budur. Bunu nasıl mümkün kılmalı, nasıl ele almalıyız? Çalışma prensiplerine sıkı sıkıya uyarak faşist iktidarın aleyhimize kullanacağı ve bizi hukuki açıdan zora sokacak deliller ele vermemeli, ‘’suç’’ teşkil edecek deliller üzerimizde, evimizde vb bulundurmamalı, hatta telefon vb doğal ajanları son derece uygun kullanmalıyız. Dahası bu alan mücadelesini, bu alana uygun politika ve pratiklerle ele almalıyız. Bu, mevcut koşulları zorlayarak ilerletip, geliştiren perspektifin terk edilmesi ve reddedilmesi anlamına gelmez. Bu, ödenmesi zorunlu ve gerekli olan bedellerin göğüslenmesi pahasına bir mücadelenin yürütülmesiyle izah edilebilir, böyle de ele alınması gerekir. Bunun da ötesinde mücadelemizi daha etkin olan biçimlerle örmemiz gerekmektedir. Korsan gösteri ve etkinlikler bu alan mücadelesini etkinleştirecek biçimler olarak kullanılabilir. Bu zeminde başka etkinlik ve eylem biçimleri devreye sokulabilir. Ancak daha da önemlisi, geniş kitleleri dahil edebilecek etkinliklerde bulunmak gereklidir. Geniş kitlelere ulaşmadan, onlarla birleşmeden güçlü bir mücadelenin geliştirilemeyeceği açıktır. Sadece illegal biçimlerle hareket edersek yalnızca belli kesimlere ulaşabilir, bu kesimlerle birleşebiliriz. Sadece sıkı ideolojik-siyasi argüman ve biçimlerle hareket edersek ancak bu zemindeki kesimleri birleştirebilir, örgütleyebiliriz. Ama geniş toplumsal kesimlerin sorunlarına denk gelen politika ve eylemselliklerle daha geniş kitle ve kesimlerle birleşebilir, örgütleyebiliriz. Ki, mümkün olan bu en geniş kesimlerle birleşmek devrimci siyaset açısından şarttır. Devrim iddiası devrimden menfaati olan ve objektif olarak devrimci olan geniş toplumsal kesimlerle birleşmeyi gerektirir. Bu anlamda demokratik mücadele görevleri ve faaliyetlerini sıkı ideolojik-siyasi yaklaşımlarla değil, gerçek anlamda demokratik sorunlar, ekonomik, akademik, kültürel, etnik, cinsiyet ayrımları ve sorunları kapsamında en geniş yelpazede ele alıp, yürütmek durumundayız. İşinden atılan bir işçiyle, grevdeki işçiyle dayanışmak, iş koşulları kötü ve iş-can güvenliği olmayan koşullarda çalışan işçilerle birleşmek, çocuğu okuyamayan aileyle ortaklaşmak, baskı ve haksızlığa maruz kalarak mağdur olmuş insanlarla birleşmek, doğası yok edilerek yaşam koşulları baltalanan insanlarla, kısacası iktidarın bilumum politikalarından mağdur olan okuldaki, mahalledeki, fabrikadaki, köydeki, basındaki vb vs tüm kesimlerle, aydın ve ilerici kişilerle ortaklaşıp, onların sorunlarıyla birleşen bir siyaset ve demokratik mücadele çizgisi izlemek şarttır. Aksi halde kendi dar ideolojik-siyasi potansiyelimizi örgütlemekten ileri gidemeyiz. Elbette örgütlenme çalışmasında ilk hedef ya da birleşeceğimiz kesimler ileri olan kesimlerdir ama bu, diğer geniş kesimleri unutmamız ve mücadelemizi bu geniş kesimlerden uzak tutmamız anlamına gelmez. Aslolan son tahlilde en geniş kesimleri örgütleyerek birleşmektir…
Kuşkusuz ki, siyasi iktidar mücadelesinde esas olan illegal örgütlenme ve mücadeledir, bunun geliştirilerek büyütülmesidir. Ki, demokratik mücadele ve açık alan mücadelesi bu esasa hizmet eden, bunu güçlendiren zeminde durmakta, bu zeminde anlam bulmaktadır. İllegal esasta ele alınan mücadele ve örgütlenme belirleyiciyken, demokratik mücadele ve açık alan çalışmaları bunu destekleyerek besleyen biçimler olarak büyük öneme sahiptir. Bu anlamda devrime hizmet eden hiçbir cephe mücadelesi ve örgütlenmesi ihmal edilemez. Ancak genel olarak illegal mücadele ve örgütlenme biçimlerinin esas olduğu, mevcut açık faşizm şartlarında ise illegal biçimlere daha çok ağırlık verilmesi nesnel bir zorunluluk olarak unutulamaz. Buna karşın, illegal mücadele hakkında egemenlerce yaratılan gerici algının kırılması için demokratik mücadele çalışmalarının büyük bir önem taşıdığı da inkâr ve göz ardı edilemez. Faşizm ve her türden gericiliğe karşı her cephede, her alanda ve yaşamın her hücresinde mücadele etmek genel devrimci çalışmanın gerçek muhtevasıdır. Bu muhtevaya uygun mücadele çizgisi başarıya götürürken, bu muhtevadan kopmak daralarak zayıflamaya taşır. “Hedefi dar, cepheyi geniş tutma” perspektifi izlenmesi gereken siyaset olarak yeterince açıklayıcı bir perspektiftir. Cephenin geniş tutulması, stratejik veya taktik çerçevede ortak paydalarda birleşilebilecek kuvvetlerle birleşmekle mümkündür. Demokratik mücadele alanı cephenin geniş tutulmasında en uygun zemindir. Ki, açık faşizme karşı mücadelenin en geniş bileşenlerini bu alanda birleştirmek veya bu dinamiklerle birleşmek önemli oranda olanaklıdır. Bugün hüküm süren açık faşizme karşı mücadele, bu dinamiklerle birleşmeyi acil ihtiyaç haline getirmektedir. Devrimci zeminde bulunan güçlerle birleşmek ve bunun üzerine geniş demokratik kuvvetlerle birleşmek günümüzün önemli görevi olmakla birlikte, günün şartları tarafından olanaklı hale getirilmiştir. Ve açık faşizme karşı mücadelenin daha etkin ve güçlü sergilenmesi için illegal-silahlı mücadelenin geliştirilmesi gerektiği gibi, demokratik mücadele cephesi ve güçlerinin örgütlemesini de zorunlu kılmaktadır.
Erdoğan/Saray iktidarı ya da devletin bürokratik mekanizması FETÖ’cü darbe sonrası yaşadığı kaosu tam olarak atlatmış değildir. Sürecin yarattığı tahribat önemli oranda devam etmektedir. Ancak siyasi olarak fırsata çevrilen bu darbe süreci iktidarın tek adam sultası ve keyfiyetçi açık faşizmini uygulayarak otorite kurmasına zemin edilmiş, bu konuda başarı sağlanmıştır. İktidarın her taraftan çürüyerek kokuşmuş, ancak faşizm maharetiyle siyasi otoritesini görece tahkim etmiş, adeta “demir yumruk” durumunu korumaktadır. Elbette siyasi olarak önemli zayıflıklar barındırdığı da gerçektir. Bunun da ötesinde mevcut iktidar uyguladığı dış ve iç siyaset vesilesiyle önemli oranda güven ve destek kaybetmiş, kan kaybı yaşayarak zayıflamıştır. Ülke içinde uyguladığı ağır baskılar, bu baskıların geniş kitlelerdeki yansımalarıyla, keyfiyetçi ve tekçi (tekçiliği tek adam olarak kendisinde sabitleyen tekçi) yönetim biçimiyle, FETÖ’cü darbenin yarattığı hasar ve FETÖ ile koalisyon ortaklığının yarattığı faturayla, Kürt ulusuna uyguladığı soykırımcı katliamlar ve Kürt ulusunun demokratik iradesine darbe yapmasıyla, yolsuzluklarıyla ve yolsuzlukları savunarak kollayan tutumu vesilesiyle teşhir olmasıyla, toplumsal huzursuzluk ve sorunları derinleştirmesiyle, kutuplaştırma ve düşmanlaştırma siyasetiyle ve bütün bunların kendi partisinde de nüfuz bulmasıyla Erdoğan iktidarı kumdan kaleye dönüşmüş, kelimenin tam manasıyla bir fiskelik canı kalmış kritik eşiktedir. Erdoğan bu zayıflıkları giderme, yaşanan tahribat ve aşınmaları onarmaya çalışmaktadır. Kelli felli belediye başkanlarını şantaj ve tehditler pahasına istifaya zorlayan sıradışı gelişmelere vuran partisine yönelik dizayn hareketi bu çabayı göstermekte, aynı zamanda yaşanan gerileme ve zayıflamanın ürünü olarak yaşanmaktadır. Ki bu çaba aynı zamanda rizikosu büyük olan başkanlık, genel ve yerel seçimlerin kotarılması içindir. Sorunun ciddi olduğu, istifaya zorlanan namlı belediye başkanlarına yönelik tavırdan ve parti örgütünü baştan sona düzenlemesi ve hatta bakanlar kabinesine yönelik değişim ve muhtemel değişimlerle anlaşılmaktadır. Ama Erdoğan/Saray iktidarının, Erdoğan’ın kendisi, eşi, oğlu ve eniştesinden (ailesinden) başkasına güvenmemesine varmış derin güvensizlik veya belirsizlik zemini, bu güvensizliğin AKP’yi sarıp sarmalaması ve aynı güvensizliğin Erdoğan sultası aleyhine toplumsal ölçekte yankı bulması durumu Erdoğan iktidarının ayaksız ayakta durduğunu göstermektedir.
Özellikle uluslararası alanda yaşadığı tecrit ve sorunlar bağlamında iktidarın altı adeta boşalmış, felç durumuna gelmiştir. Neredeyse tüm dünyadan izole olmuş, bu sahada sıkışmış ve ciddi ekonomik krizlerle yüz yüze gelmiştir. Fakat uluslararası ilişkiler veya emperyalist dünyayla bağıntılı ilişki, politika ve durumda yaşanan sorunlar özü itibarıyla tamamen geçici ve göreli bir durumu ifade eder. Zira bu alan sorunları özünde gerici çıkar ve pazarlıklara dayalıdır. Dolayısıyla bu alan sorunları, Erdoğan iktidarının gerici çıkar pazarlıklarında ödünler verip, anlaşmalar imzalamasıyla yeniden rayına girecek sorunlardır. Bu anlamda, sınıf perspektifi açısından bu sorunlar gerici karakteri ve çıkar endeksli olmaları nedeniyle üzerine siyaset yapılacak temel gerekçe ve sorunlar olarak esas alınamayacak sorunlardır. Bu sorunlar geçici, izafi ve her bakımdan kırılgan olup, her an değişebilecek sorunlardır. Gerici çıkarlar koparıldığında veya bu çıkarlara bağlı anlaşmalar gerçekleştirildiğinde bu saha sorunları anında değişerek tersi rotaya girecek sorunlardır. Bu bakımdan sınıf hareketi politikasını salt bu sorunlar üzerinden biçimlendirmez, bu sorunlara bel bağlayarak siyaset saptamaz. Ancak reel politikte uluslararası sahada yaşanan bu sorunlar elbette ki, proleter devrimci siyasetin tamamen göz ardı edeceği sorunlar değildir, bilakis bu sorunlar zemininden devrim adına yararlanma siyaseti güder. Burjuvazinin arasındaki çatışmalardan yararlanmak devrimci siyasete uygun olmanın ötesinde, dikkatle ele alınması gereken bir durumdur. Kısacası, mevcut iktidarın uluslararası alanda yaşadığı sorunlar ve sıkışmışlık durumu, devrimci siyaset lehine, iktidar aleyhine olan bir koşulu ifade etmektedir.
Burjuva muhalefet sahasında esas muhalefeti CHP veya Kemalist ulusalcı kesim temsil etmektedir. Bu kanat faşist-tekçi Kemalist paradigmalara dayanan statükoculuğunu ısrarla sürdürmektedir. Kemalizm’in kurucu unsur olmasının getirdiği oy desteği ve geçmiş mirasına oturan CHP/Kemalist kesim her şeye karşın toplumda belli bir karşılık bulmaktadır. Bu zeminde koruduğu ana muhalefet pozisyonunu aşmadığı gibi, sabit oy tabanını korumaktan da ileri geçememektedir. Erdoğan-Saray/AKP iktidarının yaşadığı yıpranma ve teşhir olmuşluk nedeniyle birlikte ve son “Adalet Yürüyüşü” gibi adımlarıyla belli gelişme eğilimi yakalasa da mevcut durumda iktidar adayı olmayı tam olarak dolduran bir durumda değildir. CHP’nin oylarını belli ölçüde arttırması mümkündür, fakat % 30’ların üzerine çıkması olası görülmemektedir. Bu da AKP’ye karşı tepki oylarıyla mümkündür
Bu cephedeki diğer parti olan MHP mevcut durumda miadını doldurup, AKP’nin uzvu durumuna düşmüştür. Dolayısıyla bu seçimlerde MHP’nin esasta tarih olması mümkündür. AKP’nin yedek parçası olma pozisyonundan söz açılmışken, Perinçek-Vatan Partisi ve Ergenekoncu belli kesimlerin de bu rolü üstlendiğini de belirtmek gerekir. Ki, mevcut durumda Vatan Partisi’nin azılı faşist ırkçı-tekçi Türk milliyetçiliğinin kafatasçı kesiminin kalesi ve bir merkezi durumunda olduğunu da unutmamak lazım. Perinçek, kendisini darı ambarında gören tavuk gibi iktidar hayali kurmaktadır. Erdoğan’a yalakalık yaparak iktidara ortak edilmesini düşlemektedir. Bu düşledir ki, azgınca Kürt düşmanlığı yapmakta, aynı azgınlıkla şoven ve ırkçı-faşist Türk milliyetçiliğini üstlenmektedir. Kısacası, MHP ve Perinçek-Vatan Partisi’nin durumu siyaseten yüz karası, pragmatist ve çanak yalayıcı rezil bir durumdur. Bunların kaderleri Erdoğan-AKP’den farklı olmayacaktır.
Aynı cephenin çiçeği burnunda yeni partisi olan “İyi Parti” ise doğuştan ölü bir partidir. Erdoğan-AKP karşıtlığı ve Bahçeli MHP’sine tepki oylarından beslenerek ve kamuoyunda bilinçli pohpohlanmasından dolayı belli bir oy alma potansiyeline sahip olsa da ne MHP’den ve ne de AKP’den farklı bir profil ve program ortaya koymayarak aynı cenahla esasta birleşen niteliği ve karakteriyle başından beri ölü doğmuş bir projedir. Daha da önemlisi, Meral Akşener ve ekibinin dünkü kanlı elleri, ülkenin en karanlık tarihlerinden bir döneme damgasını vurma gerçeklikleri dikkate alındığında “İyi Parti”nin siyaset sahasında kısa ömürlü olup, seçimlerde belli bir oy almasına karşın uzun sürede başarı elde edemeyerek çöplüğe gideceği açıktır.
O halde bu cephede Erdoğan AKP’sinin birinci parti olma durumunu koruduğu söylenebilir. Mevcut tabloda Erdoğan AKP’sinin seçimlerde oy oranı itibarıyla birinci parti olacağı esasta doğru veya mümkündür. Fakat oy kaybedeceği de kesindir. Tek başına iktidar olacak kadar oy alamayacağı söylenebilir. Aynı şey diğer partiler içinde geçerlidir. O halde önümüzdeki 2019 seçimlerinde (ki, erkene alınabilirler) bir koalisyon tablosu kaçınılmaz görülmektedir.
Ne var ki, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdullah Gül’ün Fazilet Partisi’nden aday olması rivayet edilmektedir. Eğer bu durum hayat hakkı bulursa, Erdoğan AKP’sinin daha derin sorun ve sancılara maruz kalarak, en azından oy tabanı itibarıyla ciddi bölünmeler yaşaması söz konusu olacaktır. Bu ise, Erdoğan AKP’sinin tam anlamıyla dibe vurma eğilimine girmesi anlamına gelecektir.
Kamuoyu yoklamalarında seçimleri kazanamayacağını gören Erdoğan, diğer oyun ve entrika, manipülasyon ve hatta gündeme gelmesi muhtemel olan provokasyon eğilimlerine paralel olarak, işini sağlama almanın her yolunu denemektedir. Bunlardan biri de seçim yasası, seçim barajının düşürülmesi, dar veya daraltılmış seçim bölgeleri biçiminde yeni düzenlemelere gitmesidir. Ki, buna yönelik çalışmaların yürütüldüğü ve yürütülen bütün çalışma ve hazırlıkların seçimlerin kazanılmasının garanti edilmesine yönelik olduğu açıktır.
Parlamentoda demokratik, reformist cepheyi temsil eden HDP ise, bu kesimlerden farklı olmakla birlikte, oylarını arttırarak Kürt oylarında Erdoğan AKP’sinin altını oyacak önemli dinamiklerdendir ki, bu dinamizm Kürt ulusunun iradesi olarak ifade bulmaktadır. Kürt ulusuyla Erdoğan-AKP iktidarı arasında onarılması güç olan keskin karşıtlıklar bulunmaktadır. Bu durum, HDP’nin sınıf karakteri, milli yapısı, demokratik-reformist niteliğinden kaynaklanmakla birlikte, Kürt ulusunun iradesine darbe yapan iktidara karşı haklı tutumundan da ileri gelmektedir. Erdoğan-AKP iktidarının Kürt düşmanlığı yüksek seviyede bir düşmanlıktır, diri ve dinamiktir. Dolayısıyla Kürt siyasi partisinin Erdoğan-AKP iktidarıyla arasına keskin mesafe koyması tamamen anlaşılır ve olması gerekendir. Lakin, Erdoğan’ın egosu ve iktidarı için yapmayacağı hile ve entrika, girmeyeceği pragmatizm ve döneklik ya da falso yoktur. Kendisine sahte silahlı saldırı yapmaya müsait olan Erdoğan’ın, seçimleri kaybetme riski karşısında yeniden Kürt açılım siyasetine dönmesi de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu oyuna başvurarak Kürtleri yeniden kandırmayı başarırsa elbette seçimlerde başarı elde etmesi mümkündür. Ama Kürtlerin bu saatten sonra kanması ve Erdoğan’a güvenerek onu desteklemesi “mümkün değildir.”
Kürt oylarının (AKP’ye giden belli kesimi dışında) esasta HDP’de toplandığı ve bunun kolayca değişmeyeceği, dahası CHP, MHP, İyi Parti gibi partilere kaymayacağı neredeyse kesin kadar nettir. Bu anlamda Kürt oyları, AKP, CHP gibi burjuva partilerinin aldığı oy oranını esasta etkilemeyecektir. Dolayısıyla, burjuva partiler arasındaki oy durumu, dengesi ve oylardaki kayış sorunu esasta bu partilerin kendi aralarındaki oy potansiyeli içinde cereyan edecektir. Bu bağlamda, HDP-Kürt oyları esasta dışta tutularak diğer oy potansiyeliyle hesaplar yapılmalıdır. Buna göre de yukarıda çizdiğimiz ve koalisyona çıkan tablo esasta geçerli olup, Kürt oylarından etkilenmeyen bir tablodur. Yalnız, CHP cesaretli davranıp HDP ile yerel seçimlerde ittifak siyasetine giderse, elbette durum değişir.
Devrimci sınıf cephesinde ise durum daha farklıdır, farklı ele alınmak durumundadır. Bu cephenin misyon ve görev alanı düzen içi mücadelelerle tanımlanamaz. Bilakis düzenin devrimci yolla değiştirilmesini öngören siyasi mücadele ve görevleriyle tarif edilebilir. Sorunu bir sınıf devrimi, bir siyasi iktidar sorunu olarak ortaya koymayan ve buna uygun konumlanıp, mücadele ve örgütlenmesini buna uygun kurgulamayan her hareket son tahlilde burjuvadır. Devrimci sınıf hareketinin varlık gerekçesi ve bu zemindeki misyon ya da görevi, burjuva devlet ve düzenin yıkılarak sınıf devriminin gerçekleştirilmesi, komünist topluma doğru ilerlemenin sürdürülmesidir. Ancak bu doğrultu, halk kitlelerini ilgilendiren ve toplumu sarmalayarak manipüle eden, yaşamlarını ve bilinçlerini etkileyerek öyle ya da böyle rol oynayan siyasi atmosfere kayıtsız kalmayı gerektirmez. Proleter devrimciler burjuvaziye karşı her cephede savaşmalı, her alanda örgütlenmeli, her olanağı devrim lehine kullanmalı, devrimci faydacılıkla burjuva düzen yasalarından doğan boşluklardan devrim adına yararlanmalıdır. Aksi halde siyaset yapmalarını kendi elleriyle sınırlamış, kitlelerin burjuvazi tarafından yanıltılmasına göz yummuş olurlar.
Devrimci sınıf hareketi önümüzdeki seçimlerde mevcuttaki olumlu tutumunu sürdürerek demokratik, devrimci, sosyalist, komünist güçlerle ittifak yapma temelinde ortak bir cephe, alternatif bir cephe yaratma durumundadır. Ancak proleter devrimci siyasetin bütün ufku burjuva seçimler ve buna yönelik taktik siyasetlerle daraltılamaz. Zira seçimlerle veya düzen içi mücadelelerle siyasi iktidarın yıkılamayacağı, bu yolla siyasi iktidar hedefinin görevlerinin karşılanamayacağı açıktır. Elbette her mücadele biçimi ve alanında, devrimci, ilerici, demokratik zeminde ittifaklar yapılmalı, yapılması doğru ve gereklidir. Ancak ittifak ve ortaklıklarını devrimci araç ve biçimler üzerinde inşa edip, geliştirmeyi öncelikli görev olarak ele almalıdırlar. Proleter devrimciler, siyasi iktidar perspektifine bağlı siyasi yönelim ve bu yönelimin pratiklerini esas alan stratejik siyaseti izlemek durumundadır. Örgütlenme ve mücadele çalışmalarında devrimci eylem ve etkinlikleri öne çıkarmalı, stratejik doğrultularını taktik siyasetlerin gölgesinde bırakmamalıdırlar. Bu bağlamda devrimci siyaset ve taktikleri net biçimde yaşama geçirmeli, güncel olan seçimler özgülünde de aynı siyasete bağlı olarak faşist düzen partileri ve faşist devletin teşhirini yürütmelidirler. Bunda Erdoğan-AKP iktidarını esas hedef haline getiren bir rotada hareket etmeli ama bütün burjuva faşist düzen partileriyle aralarına kalın çizgiler çekmelidirler.
Devrim, karşı-devrimle dişe diş mücadele, göğüs göğüse çarpışma ve kana kan savaş içinde gelişerek zafere ulaşacaktır. Diğer bütün mücadeleler ve taktikler bu öze bağlı ve buna hizmet eder tarzda anlam kazanabilir. Siyasi iktidar hedefinden sapmış her mücadele ve taktik biçim son tahlilde burjuva düzenin iyileştirilmesiyle maluldür. Bugün Erdoğan-Saray sultası altında uygulanan açık faşizmin yenilmesi zorunluyken, bu bütün gerici sınıflar iktidarı ve devletinin yıkılması bağlamında anlamlı ve devrimcidir. Erdoğan-AKP iktidarı karşıtlığıyla sınırlanmış mücadele ve siyaset biçimi yeterli olmadığı gibi, devrimci olmayı da hak etmez. Gerçekte devrimci olan siyaset bilumum gerici sınıf ve iktidarlarını hedefleyen yönelimdir. Erdoğan-AKP karşıtlığı gerekçesiyle CHP ile ortaklaşmak ister taktik siyasette olsun isterse stratejik yönelim ve siyasette olsun devrimci değil, burjuvadır. Devrimci taktik devrimci güçlere yönelik siyasettir, burjuvaziyle ittifak siyaseti değil! Erdoğan iktidarının geriletilmesi ve yenilmesi gerekli olduğu kadar görevdir de. Ama bu görev burjuva bir iktidarın kurulması uğruna üstlenilen bir görev değil, bütün burjuva düzen ve sınıfların geriletilmesi uğruna üstlenilen bir görevdir. Erdoğan iktidarının azgın ve açık faşist saldırı diktasını geriletmek şart ve zorunludur, bu zeminde ittifaklar yapmak özel bir ihtiyaç ya da önemdedir. Tek şartla; bir gericiliğe karşı başka bir gericilikle değil, tamamen demokratik, devrimci sınıf güçleriyle ittifak! En önemlisi de devrimin geliştirilmesi, mevzi kazanması ve kazanımlar sağlayarak ilerlemesi için ittifak! Yalnızca ittifak değil, devrimin tüm görev ve çalışmalarında irade gösterip, devrimci eylemde bulunmak temel şarttır.
Sınıf Teorisi sayı 23