Çıplak Ayaklı Çoban Çocuk Mahmut Alınak

Mahmut Alınak; ‘’ Cefada önce biz, sefada önce halk felsefesini esas almalıydık. Oysa bu felsefe, cefada önce halk, sefada önce biz şeklinde tersine işliyor. Böyle bir işleyiş bana göre değildi, acı çekiyordum, elveda demek zorunda kaldım.’’

HABER MERKEZİ (02.03.2015)- Çok uzun yıllardır vermiş olduğu demokrasi mücadelesi ve Kürt ulusal hareketi içerisinde birçok kademede görev alan, birçok kez hapishaneye giren, sözleri ve eylemleriyle hep aykırı bir profil çizen Mahmut Alınak ile internet üzerinden bir röportaj gerçekleştirdik. Oldukça yoğun ve hareketli bir şekilde devam eden gündeme yetişmenin zorluğunu da hesaba katıp birkaç mesele üzerine yoğunlaştırdığımız röportajımızı siz okurlarımızla paylaşıyoruz.

Halkın Günlüğü(HG): Bizler Mahmut Alınak ismini yakından tanıyor olsak da sizleri tanımayanlar için kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Mahmut Alınak kimdir?

Mahmut Alınak(MA): Bu çok uzun bir hikâyedir. Baştan alırsak, 1952 senesinin ayı ve günü belli olmayan bir güz akşamında, dedemin aile reisi olduğu Ermenilerden kalma tek gözlü kalabalık bir evin ahırında açmışım dünyaya gözlerimi. Evin cümle nüfusunun birarada olduğu o meçhul güz akşamı, annem doğum sancıları başlayınca nenem Fillé, eltisi Besé ve görümceleri tarafından ahıra götürülmüş, iki ineğin arasına serilen bir döşekte doğurmuş beni. Şimdi o çocuk, yıldızlar kadar uzaktaymış gibi geliyor bana. Sık sık köyüme çağırır beni. Ben de onu hep acı bir özlemle hayal ederek köyün yolunu tutar, şimdi yerinde yeller esen Ermenilerden kalma o eve giderim.

Çocuğun bir yatağı yok, kardeşi Ahmet’le birlikte bir yer minderinde uyuyor. Misafirler otursun diye duvarın dibine konulan o pembe çiçekli minderi hep acıyla hatırlıyor. Minder ufak olduğu için bedenleri belden aşağı yerde oluyor. Bir de uykulu uykulu o sert kilime yuvarlanmasalar… Sabahları eve gelen arkadaşları onları minderde yatarken görünce çok utanıyor, başını öne eğip gözlerini hüzünle yere indiriyor. Nerede olursam olayım onu sık sık köyümün sokaklarında ve kırlarında görürüm.Yazılsa roman olacak yaralı bir çocukluk geçiriyor. Altı yaşında gönderildiği okulda anadili olan Kürtçe’yi unutmaya ve Türkçe’yi dayakla öğrenmeye zorlanıyor. Sonra ortaokulu okumak için yaşam boyu hep özlem duyacağı köyünden kopup Digor’a gidiyor. Ortaokuldan sonra liseyi Kars’ta okuyor.

O yılları parasızlık ve öğretmenlerin dayakları ile hatırlıyor. Aslında okulu hiç sevmiyor. Köyü için de deli oluyor. Ancak yine de dayakla terbiye edildiği okula gitmek zorunda. Çünkü memur olmak istiyor. Öğrenciliği liseden sonra Ankara hukuk fakültesinde devam ediyor. Kendisini hakimlik, savcılık veya avukatlık cübbesi içinde hayal edince kalbi neşe ve gururla çarpıyor. Nice sıkıntılar yaşadığı hukuk öğrenciliğinden sonra avukat oluyor. Digor’da ilk duruşmasına girdiğinde dünyaları o yaratmış gibi bir hava yayıyor etrafa. Ancak daha ilk duruşmada pembe büyü bozuluyor ve adaletin bir masal olduğunu görüyor. Duruşmadan omuzları düşmüş bir halde çıktığında şevki kırılmış, bozguna uğramıştır.  

Sonraki yıllarda avukatlığın mahkemelerde hiçbir fonksiyonunun ve ağırlığının olmadığını, halkın adliyeye inanması ve güven duyması için icat edilen formalite bir meslek olduğunu yaşayarak görüyor. Ancak geçinmek için de nefret ettiği bu işi yapmaya devam ediyor.     

Avukat olunca düzen kendisine karşı çıkmaması şartıyla ona tüm nimet kapılarını açmaya başlıyor. Düzenle uyumlu olsa zengin bir hayat geçirecek, her zevki keyifle tadacak. Ancak o bunu reddediyor ve düzenle öğrenciliğinde başlattığı kavgayı nice işkenceler pahasına devam ettiriyor. Bu kavga, o yaşadığı sürece devam edecek. Bunun uzun nedenleri var.

Cezaeviyle ilk 1977 yılında genç bir avukatken tanışıyor. Sonra defalarca girip çıkıyor. İlk girdiğinde belli etmese de boğulacak gibi oluyor. Ancak daha sonra alışıyor, korkusu ve tedirginliği geçiyor. Sonraki yıllarda Kars ve Şırnak’tan milletvekili oluyor. Pek çok imkân sunuluyor kendisine. Ama o hepsini reddediyor. Çünkü o hâlâ köyünün kırlarında kuzularını güden çıplak ayaklı çoban çocuktur. Yaralı ayaklarının sızısı ancak mezara girdiğinde dinecek.  

HG: Peki sizi kısaca tanıdıkdan sonra oldukça yoğun olan siyasal gündemlere geçelim. İlk olarak İran’da idam tehdidi ile karşı karşıya olan Saman Nasim için yaptığınız bir yaşam çağrısı var. Bize biraz Saman Nasim’in durumunu ve yaptığınız çağrının içeriğini anlatırmısınız?

MA: Bildiğiniz gibi Saman Nasim ne yazık ki iki kardeşile birlikte idam edildi. O genç insan için yaptığım çağrıyı okurlarınızın izniyle buraya almak istiyorum: “Dünyanın şu hazin, şu korkunç haline bir bakın! İnsan hayatının bir sinek değerinde bile olmadığı vicdanı körelmiş böyle bir dünyada duyarlı insanlar acı çekmeden nasıl yaşayabilirler? Şeytanı dahi dehşete düşürecek korkunç olayların yaşandığı bu gezegen, iyi insanlar için ne yazık ki alev alev yanan bir çöle dönüşmüş. En yırtıcı hayvanlar bile bazı insanların birbirlerine yaptıklarını yapmıyor. Bombalamalar ve kurşunlamalarla kitlesel katliamlar yapılıyor, insanlar kör bıçaklarla boğazlanıyor, körpecik kızlara ve kadınlara tecavüz ediliyor, gençler vinçlere asılarak idam ediliyor. İşte IŞİD cinayetleri, işte Ezidi halkının uğradığı o inanılmaz vahşet ve İran’da sürüp giden zalim idamlar!

Bilindiği gibi, İran’da Sabir Mukhalid Muwan adlı genç, geçen ay kalbi taşlaşan dünyanın gözü önünde hunharca idam edildi. Kimseden ses çıkmadı. Biraz dürüst olalım; acaba o genç insan bizim çocuğumuz veya kardeşimiz olsaydı, yine öyle ölü sessizliğine gömülü mü olacaktık? Ateşler içinde uykusuz geceler geçirerek, çığlık çığlığa dövünerek dünyayı ayağa  kaldırmaya çalışmaz mıydık? Oğlumuzun, kızımızın ya da kardeşimizin yerine idam sehpasına çıkmak istemez miydik? Gelin görün ki, söz konusu olan başka gençlerse bir duvar kadar hissiz ve aldırışsız olabiliyoruz. Biri çıkıp bir şey söylesin; biz ne biçim insanlarız? Bizim, yaşamın terk ettiği ruhsuz bir harabeden, kuru bir mezar taşından bir farkımız olmalı. Nasıl nasırlaştı vicdanlarımız böyle?

Ey insanlık, sen söyle; ne oldu da bizi esir alıp insanlığımızı kanser gibi kemiren hırs ve zaaflarımızın bu sarhoşluk zindanlarına böyle hapsettik kendimizi? Kim yağmaladı aklımızı ve ruhumuzu?  Hayvanlar bile savunmasız türlerine merhamet gösterirken, kim yağmaladı bizi biz yapan, insan yapan merhamet ve insaf duygularımızı?

Dünya hanedanlarının tetikçisi olan kimi katil devletler ve IŞİD gibi barbar örgütler bir türlü kana ve cana doymak bilmiyor. Uluslararası Af Örgütü’nün bildirdiğine göre, İran gerici devleti 19 Şubat’ta Saman Naseem adlı genci de idam edecek. Bu gencin bir an bizim çocuğumuz yada kardeşimiz olduğunu düşünelim. Cansız bedeni o ürkünç vincin ucunda halka teşhir edilen  kardeşimizi veya çocuğumuzu gördüğümüzde ne hissederiz acaba? 

Dünya çapında etkili bir tepki oluşmazsa Saman Naseeem de diğer yüzlerce genç gibi vince asılarak öldürülecek. Tepki göstermekte ne yazık ki çok geç kaldık. Haberimiz bile yoktu. Neyse ki Uluslararası Af Örgütü bizi bu ayıptan kurtararak bu cinayet girişimini bir imza kampanyasıyla dünyaya duyurdu.

Çok geciktiysek de yine de bir şeyler yapabiliriz. Ama ne yapacaksak bir an önce yapmalıyız. Bir işe yarar mı bilmiyorum! Gürbulak (İran) sınır kapısının önünde SAMAN NASEEM’İN YAŞAM HAKKI İÇİN NÖBET tutmak geldi aklıma. Böyle bir nöbet bir kişiyle değil ancak bir grup insanla yapılırsa bir anlamı ve ağırlığı olur. Oradan dünya kamuoyunun ve İran kamuoyunun vicdanına seslenerek belki bir duyarlılık sağlarız. Bu hiçbir şey yapmamaktan yine de iyidir. Akla başka çalışmalar gelirse onları da yaparız. Örneğin İran büyükelçiliği önünde de nöbet tutabiliriz. Dediğim gibi zaman daraldı, elimizi çabuk tutmalıyız. Bu cinayet teşebbüsü kınama demeçleriyle geçiştirilemez. Birkaç kişi bir araya gelebilirsek bu çalışmaları hemen başlatırız. Bakarsınız on binleri bulur sayımız. Kalpleri iyilik için çarpan kardeşlerimden haber bekliyorum.”

Bu çağrı, güdümlü Kürt ve Türk medyasının ambargosu nedeniyle halka ulaşmadı. Bu nedenle nöbet tutamadık.

HG: Sizinde bahsettiğiniz gibi son zamanlarda buna benzer yaptığınız çağrı ve çalışmalar büyük bir sessizlikle karşılanıp, gündemden silinip gidiyor. Bunun sebebini neyle açıklıyorsunuz?

MA: Bunu ben de anlamış değilim. Uzun zamandır bana karşı bir yıpratma kampanyasının sürdürüldüğünü biliyorum. Ama umurumda değil. Düşününce, bu lincin biraz da doğal olduğu sonucuna varıyorum. Çünkü bu linç kampanyası olmasa düşüncelerim ve projelerim dikkat çekecek ve kimilerinin huzuru kaçacak. Pislikleri halının altına süpürmüyor, “Kral çıplak,”diyorum. Arı kovanına çomak soktuğum için bazılarının rahatını kaçırıyor. Herhalde bu nedenle çağrılarımın üstüne ölü toprağı serpiliyor.

HG: Hemen gündemin bir numaralı sorunu ile devam edelim sohbetimize. Malum ‘’Çözüm Süreci’ ve Haziran seçimleri büyük tartışmalar eşliğinde devam ediyor. Fakat kimse tam olarak ne olduğunu, ne konuşulup hangi aşamaya geçildiğini bilmiyor. Sahi sizce nedir bu ‘’çözüm-barış süreci’’ denen şey?

MA: Bana göre Kürt meselesini çözmek anlamında başlatılan ve yürüyen bir süreç yok. AKP pek çok çevreyi en çok da Kürt siyasetini parmağında oynattı. Kürt siyaseti bu dalaverede hiç payı yokmuş gibi, şimdi, “AKP’ nın tutumu kabul edilemez”diye dövünüyor. İki yıl önce yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi, Kürt hareketi hâlâ iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin  ne yapacağını, ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Sert çıksa “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor. 
Eskiden ümitler ABD’ye bağlanmıştı. “ABD bu baharda çözecek”deniyordu. ABD’ye heyet üstüne heyetler gidiyor, ABD başkanlarına peş peşe mektuplar yollanıyordu. O zamanlar Kürt siyasetinde -şimdi nasıl ki bir bahar havası esiyorsa- o zaman da diplomasi rüzgârları esiyordu. Böyle nice baharlar tüketildi. O boş vaatlerin ve nafile çabaların üstünden tam yirmi iki yıl geçti. ABD hayali suya düşünce gözler bu defa da AB’ye çevrildi; AB kapılarında kurtuluş arandı. Diplomasi adına gidilmedik, kapısı çalınmadık Avrupa devleti bırakılmadı. Ancak siyasetin amansız çarkı çok geçmeden o beklentileri de tuzla buz etti. Dışarıdan ümitler kesilince bu kez devletle doğrudan görüşmenin yolları arandı. Bunun için seçimlere girildi ve halkın ümit dolu alkışları arasında parlamentoya milletvekilleri gönderildi. Milletvekillerinin devletle diyalog ve müzakere kanallarını açacakları düşünülüyordu. Geçen zamanda bu hayal de suya düştü. 
Yıllar böyle yanlış hesaplar üzerinden akıp giderken nice ocaklar söndü, iki taraftan nice gençler öldü. BDP’nin son Karadeniz gezisiyle de gün ışığına çıktığı gibi geçen zaman içinde Türkler Kürtlere düşman kesildi. Oysa o Karadeniz halkı eskiden devrimcileri kendi çocukları gibi kalpten bir sevgiyle kucaklardı. Devletin hışım gibi yağan ırkçı propagandası ve ardı arkası kesilmeyen asker tabutları ne yazık ki Karadenizlilerin saf değiştirmelerine neden oldu. Bunda elbette Kürt hareketinin payı da vardır. Kürt siyaseti Karadeniz’e ne ekmişti ki biçmeye gidiyordu! Hareketin öncüleri nedense kendilerini çocuklarını kaybeden Türk insanının yerine hiç koymadılar. Ne yazık ki Türk insanı da kendisini tüm ulusal ve sınıfsal hakları gasp edilen Kürtlerin yerine koymadı, empati kurmadı, kuramadı. Sözü fazla uzatmadan bugüne gelelim. 
Tayyip Erdoğan’ın Kürt meselesini çözme düşüncesi hiç olmadı. Gençler, akan kan, ölümler, anneler ve babalar, hiç, hiçbir şey umurunda değildir. Her şey, tabutlar bile – tıpkı Devlet Bahçeli gibi- onun için bir propaganda malzemesidir. Hiçbir şey onun hırslarının ve tek adam olma açlığının önüne geçemez. Son iki yıldır Abdullah Öcalan’a sıkı bir tecrit uyguluyordu. “İstersem bu tecridi sonsuza kadar  sürdürürüm, ”mesajını verdi Öcalan’a. Legal Kürt siyaseti bu hukuksuz izolasyonu kıracak sivil bir proje geliştiremeyince, cezaevlerindeki PKK’li tutuklular devreye girdi. Açlık grevleri sürerken ortalık bir anda hareketlendi. Dışarıdan ümidini kesen Öcalan meğer o günlerde, “MİT başkanı Hakan Fidan’a sahip çıkmak gerek,”diye düşünerek ona bir mektup yollamış. Bunu Öcalan’ın İmralı’da görüştüğü milletvekillerine söylediği sözlerden öğreniyoruz. MİT başkanı Hakan Fidan, Öcalan’dan gelen mektubu alınca soluğu Başbakanlıkta alıyor. Başbakan mektubu meraklı bir heyecan içinde okuyor ve kısa bir düşünmeden sonra ayağına altın bir fırsat geldiğine karar verip, Hakan Fidan’a İmralı’ya gitmesi için talimat veriyor. İşte Tayyip Erdoğan’ın, “Çözüm süreci” adını verdiği masal böyle başlamış oluyor. Yani genel kanaatin aksine Tayyip Erdoğan’ın başlattığı bir süreç söz konusu değildir. Süreç Öcalan’ın belirtilen mektubu ile başlıyor. Gel gelelim Öcalan’ın bu hamlesinin devlette meselenin çözümüne dair herhangi bir karşılığı yoktur. 
Erdoğan’ın yapmak istediği şey, bir taşla birkaç kuş vurmaktır. Neredeyse herkesi beklenti içine soktu. Türk yoksulları artık çocukları ölmeyecek diye bekliyor, Kürtler hem hakları verilecek, hem de çocukları ölmeyecek diye bekliyor, dağda ve cezaevlerinde olanlar ailelerine kavuşacaklar diye bekliyor. Medya bu kan akmasın diye destek veriyor. Öcalan, “Herkes özgür olacak” diyor. Artık içeride ve dışarıda tüm ilgili kişi ve çevreler Tayyip Erdoğan’ın ağzına bakıyor. 
Oysa Kürt meselesini çözecek en son kişi Tayyip Erdoğan’dır. Böyle olmasa iktidarda olduğu on bir yıl boyunca bu amansız savaşı sürdürmez ve bunca insanın ölümüne neden olan kanlı, kör bir yol izlemezdi. Şimdi hangi yakıcı neden, hangi etkili güç onu çözüme zorladı ki sorunu çözsün? ABD –kendi çıkarlarına hizmet edecek bir çözüm için de olsa- bu sürecin içinde ya da yanında mı? Peki AB?  O da yok. İçte bir baskı var mı? Yani Türk halkı Amerikan halkının Vietnam savaşında yaptığı gibi bu meselenin çözümü için sokağa mı dökülmüş? Kürt siyaseti içte ve dışta yarattığı çok yönlü sivil baskı ile AKP’yi köşeye mi sıkıştırmış? Tayyip Erdoğan boş alanlara seslenir hale mi gelmiş? Meydanlarda anneler ve babalar tarafından protesto mu ediliyor? Kürt hareketi şiddetsiz Newroz Tahrirleri mi örgütlemiş? Kürt siyaseti Afrikalı Amerikalılar gibi özgün bir mücadele tarzı ile dünyanın vicdanına ulaştı da dünya halkları Türk büyükelçilikleri önünde akan kanı durdurma talebini mi haykırmakta? Bu sorulardan bir tekine bile dürüstlükle “evet” cevabı verilebilir mi? Öyleyse AKP bu meseleyi neden çözsün? Bu kanlı düğümü çözme arzusu olsa iç güvenlik yasası adlı terör yasasını getirir miydi Meclis’in önüne? Kimse boşuna hayal kurmasın ve halkı da kendi yanıltıcı hayallerinin peşinden koşturmasın. AKP bu süreçten faydalanabildiği kadar faydalanmaya, siyaseten rant sağlamaya çalışacak. Kürt sorunu da ne yazık ki bir defa daha bilinmez bir geleceğe ertelenecek. 

HG: Kürt ulusal hareketi ve siyasi temsilcilerine dair oldukça sert eleştirileriniz oluyor. Ve şidmilerde Mahmut Alınak ismi sadece Türk ulusalcı kesimler için değil aynı zamanda bazı Kürtler arasında da tepkiyle karşılanıyor. Neredeyse her kademesinde görev aldığınız bir hareket ile bu şekilde ters düşmenizin sebebi nedir?

MA: Bunun otuz yıla varan yüzlerce nedeni var. Çok taze bir örnekle durumu açıklamaya çalışayım: Az önce Saman Nasim’i konuştuk. Kürt hareketi yeminliymiş gibi bu çocuğun ismini ağza almadı. Oysa ister idam tehdidi altında olsun, ister sokakta kurşunlansın, ister cezaevinde tecavüze uğrasın veya sokakta dilenci olsun… millet, din, mezhep ayrımı olmadan her çocuk, her genç insan bizim çocuğumuzmuş gibi davranmalıyız. Ancak öyle olmuyor.

Halkla ekmeğimizi ve hayatımızı paylaştığımız yeni bir ilişki kurmalıydık. Ve riskleri halktan önce biz almalıydık. Ölüm varsa ölüm, dayak varsa dayak… en önde biz olmalıydık. İnsan hiç çocuğunu öne sürüp kendisi evine kapanır mı? Ne yazık ki siyaset büyükleri hep geride duruyorlar. Cefada önce biz, sefada önce halk felsefesini esas almalıydık. Oysa bu felsefe, cefada önce halk, sefada önce biz şeklinde tersine işliyor. Böyle bir işleyiş bana göre değildi, acı çekiyordum, elveda demek zorunda kaldım.

HG: Son zamanlarda sık sık ‘’Türkiye nereye gidiyor’’ sorusu ile karşılaşmaktayız. Sizce Türkiye nereye gidiyor ve bu gidişhata dair bu ülkenin komünistleri, devrimcileri, demokrat, ilericileri ne yapmalı, nasıl bir yol izlemelidirler?

MA: Oligarklar ve militaristler için Türkiye tam bir cennetken, emekçi halk için bir cehennemdir. Tek kurtuluş yolu var: Halk ya Türkiye’de ve Kürdistan’da kendi devrimini örgütleyecek ya da köle olarak yaşamaya devam edecek. Devrimciler hemen yola koyulmalı. Bence önleri açıktır. Ancak ben devrim yapacağım demekle devrim olmuyor. Alternatif sivil projelere ihtiyaç var. Bana göre düzeni hallaç pamuğu gibi atacak projeler var ve sahibini, halkı bekliyor. Devrimciler tarihi rollerini oynamak için hemen işe koyulmalı. Yoksa bu hanedanlar düzeni daha uzun yıllar böyle sürüp gidecek. 

 

 

Önceki İçerikMersin’de coşkulu 8 Mart yürüyüşü
Sonraki İçerikYaşar Kemal sonsuzluğa uğurlanıyor