HABER MERKEZİ (05.04.2013)- Gazetemizin 119.Sayısında yayınlanan ‘’ AB ile ‘’TC’’nin kirli pazarlığı ve ‘’mülteciler sorunu’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz.
AB ile “TC” arasında emperyalist gerici savaşların 21.yy’daki en büyük dramlarından olan “göçmen sorununa” dair gerçekleştirilen “zirveler”, Suriye ve Ortadoğu siyaseti, ülkeler arası ilişkiler vb. gibi birçok konudaki gerici stratejik politikaların tartışmasını da beraberinde getirdi. 2015 yılıyla beraber “sığınmacılar” gündemli irili ufaklı 9 “zirve”’den biri olan son “zirvenin” de bir insanlık dramına dönüşmüş, göç yollarındaki kitlesel ölümlerle, yüzyılın trajedisi olan “göçmen” sorununu “çözmek” üzerine şekillenmediği aşikârdır. Her ne kadar söylem bunun üzerine biçimlense de, tarafların sorunları tartışma yöntemi, sürdürülen ikili tartışmalar, beyan edilen kararlar, planlanan “ittifak” ve güç ilişkileri, AB merkezli planlanan bölge siyasetine uygulama alanı yaratma maksatlı olduğu açıktır. Arka planını bu yağmalayıcı, talancı ve katliamcı emperyalist siyasetin oluşturduğu tartışmalarda, kuşkusuz ki “mültecilerin” payına düşen, cadı avına dönüşecek sürek avı ve militarize güçlerin kıskacına alınmış “yaşam” standardı olmuştur. Bölgedeki emperyalist kirli savaşın bir sonucu olan “göçmen” kitlelere insani değerlerden uzak, kendi güvenliği ekseninde yaklaşan AB ve diğer saldırgan gerici ülkelerin yarattığı felaket, nesnel durumla yaşadığı çatışma ve çelişkiyle karmaşık bir hale gelmiş ve son tahlilde de göç yollarındaki kitleler açısından bir travmaya dönüşmüştür.
Gerici güçlerin arasında “demokrasinin ve medeniyetlerin” beşiği olarak lanse edilen Avrupa’nın merkezinde, insanın en doğal hakları üzerinden yapılan gerici pazarlıklar, Avrupa medeniyetler paradigmasının güncel ve tarihsel niteliğini deşifre etmek açısından çarpıcıdır. Demokrasi adına, kapitalist uygarlık paradigması ve Batı aydınlanmacılığını çözüm reçeteleri olarak kıblelerine alanların, tarihsel yanılgıları açısından bu örnek tabii ki tek referans değildir. Ama güncelliği açısından, AB emperyalist saldırganlığının sermaye odaklı “demokrasisi” ile “TC” gibi gerici komprador tekelci kapitalist sermayenin insanı ve çevreyle ilgili değerleri nasıl katlettikleri konusunda yapılan pazarlıklarla öne çıkan bu “zirve”, “aydınlanma” ve “demokrasi” adına kendini ifade eden bu anlayış sahiplerine pratik bir hatırlatmadır. 2013 yılından bu yana defalarca “mülteci zirvesi” olarak AB ile “TC” arasında gündeme gelen görüşme, AB ülkeleri ve Türk egemenlik gerici sistemleri tarafından, gerek Suriye ve Ortadoğu özgülündeki bölge siyaseti konusunda baskın olma ve gerekse de yaratıcıları olduğu gerici savaşın sosyal-toplumsal sonuçlarından etkilenmeme konusunda çetin bir pazarlığa dönüşmüştür. Savaşın mağdurları olarak yurtlarından göç etmek zorunda kalan insanların sırtında pazarlık masasına yatırılan bu kirli stratejik bölge siyaseti ve içte-dışta planlanan egemenlik tarzı, AB emperyalist gericiliğiyle, Türk hâkim sınıfları barbarlığının kendi çıkarları ekseninde ulaşmak istedikleri sonuçtur.
AB ve “TC” gerici egemen sınıflarının arasındaki masa daha kurulmadan ikili ilişkiler üzerinden başlayan görüşmeler, uygulanmaya çalışılan gerici siyaset ve oluşturulmaya çalışılan şartlar açısından önemli bir veridir. Hatırlanacağı gibi, Alman Başbakanı Merkel’in Türkiye ziyareti, bu sürecin bir ihtiyacıydı. Kasım 2015’te yapılan ve düzenlenmesi bir plana bağlanan ilk “mülteci” zirvesi, yine bu sürecin pratik adımlarıydı. Brüksel toplantısı öncesi Almanya Başbakanı Merkel’in Fransa Cumhurbaşkanı Hollande ile yaptığı Paris görüşmesi, bu “zirvede” hem AB ülkelerinin yol haritasını çizme anlamında, hem de Türk hâkim sınıflarının “dayatmalarının” sınırlarını çizme anlamında çıkarılan ortak bir plandı. Yine bazı konularda sorunlu olarak prensip anlaşmasına varılan 7 Mart’ta Brüksel’de yapılan AB-Türkiye Zirvesi bu sürecin ön örgütlenmesidir. Bu süreçlerde girilen pazarlıklar ve Türk egemenlik sistemi başta olmak üzere gerici egemen güçlerin aldığı kilit rollerle, her şeyin planladığı gibi yaşama geçirilemeyeceği açıktır. Çünkü gerici emperyalist ve bölgesel gericilikler arasında masa başında yapılan pazarlıkların, pratik hayattaki tek karşılığı bu güçlerin belirlediği inisiyatifler değildir. Gerçek hayat, bu planların dışındaki dinamiklerin rolünü sürece uyarlamaktadır.
Londra, Madrid, Paris katliamları, Charlie Hebdo baskını ve en son Brüksel katliamları gerekçesi üzerinden “terörizmle mücadele” söylemine sarılan AB geliştirdiği olağanüstü hal yasalarıyla, şiddet ve ırkçılığı körükleyen kampanyalarla “yabancı” göçmenleri hedefine koymuş bulunmaktadır. Fransa’nın Manş Denizi kıyısında, Calais mülteci kampına, iş makineleri ve militarize gerici güçleriyle gerçekleştirilen operasyon ve tutuklamalar, yaygınlaşan yabancı düşmanlığına sadece örnektir. Yani AB emperyalist devletleri, “mültecilere” karşı barbar bir savaş başlatmış bulunmaktadırlar. Merkel’in yanılsamalı “anaç” tavırlarıyla Hollande’nin sert mizacı, “mülteciler” özgülünde insani değer ve ölçülere karşı geliştirilen düşmanlığın “farklı” iki biçimidir. Göç yollarında yaşanan kitlesel katliamlardan kurtulup, Avrupa’nın ördüğü utanç duvarlarının önünde bekleyen insanlara, Yunanistan-Makedonya, Fransa-İngiltere sınır boylarında yaşatılan zalimlik ve vahşet, emperyalist talan ve barbarlık savaşının bölgesel gerici güçler üzerinden cereyan ettiği coğrafyalarda, yurtlarından ettiği kitlelere karşı başka alanlarda açmış olduğu bir savaştır.
Ortadoğu’nun paylaşımı ekseninde, emperyalist ya da bölgesel gerici güç olma adına, ülkeleri kirli savaşın cenderesine alınan masum ve yoksul kitleler, kadınlar ve çocuklar, bu gerici paylaşım savaşının ağır faturalarını öderken, bu savaşın esas yaratıcıları olan emperyalist-kapitalist ülkelerin efendileri kendi çıkarlarını korumak için en barbar yöntemleri devreye koymaktadırlar. “İnsan hakları evrensel beyannamesi”, düşünce-ifade, yaşam ve insan hakları “özgürlüğü” gibi kavramları kirli ağızlarına dolayan AB emperyalist şefleri, Ortadoğu ve Ortadoğu’daki savaşın sonuçlarından karlı çıkmak için kurdukları masanın etrafına üşüşünce, insani değerleri unutarak öz kimliklerine dönmüşlerdir. “Mülteci” krizi bahanesiyle, hem ülkelerindeki gerici yasaların ve uygulamaların zeminini güçlendirmek, hem de AB sınır hatlarındaki koruma duvarlarını Ege, Akdeniz sahasına kaydırmak, kurulan masadaki pazarlıktı. Türkiye’nin AB’ye alınması müzakerelerinde “demokrasi ve insan hakları” adına yığınlarca kriteri yine kendi ekonomik-siyasal çıkarları için pazarlık konusu yapan AB, Türk hâkim sınıflarının “mülteci” kozunu kullandığı bu görüşmelerde, demokrasi ve insan haklarını başlık olarak dahi açmaması, gerici niteliğinin deklarasyonudur. Cizîr, Sûr, Silopiya, İdil gibi kentler başta olmak üzere, Kuzey Kürdistan’da, enkaza çevrilen kentler, yaşanan ağır insan hakları ihlalleri ve kitlesel katliamlar, göçük altında bırakılan insanlığın dramını çığlıklaştırırken, görüşmede bunların hiç gündemleşmemesi, AB’nin Suriyeli göçmenlere karşı Kürt halkının katledilmesini pazarlık konusu yaptığı anlamına geliyor. Kuzey Kürdistan sahası başta olmak üzere, ilerici devrimci Kürt dinamiğinin tasfiye edilmesi, emperyalist politikaların bir ayağını oluşturmaktadır. Rojava Kürdistani Önderliği PYD-YPG üzerinden Kürtlerin kadim “dostları” postuna bürünen emperyalist haydutların, Kuzey Kürdistan’daki katliamlara sessiz onay vermesi, bölgedeki emperyalist siyasetin konjonktürel çıkarları gereğidir. AB de bu konjonktürel siyaset gereği çıkarlarına uygun olanı yapmaktadır. Gizli kapılar ardında Türk hâkim gericiliği ile yapılan pazarlıklar akabinde, Avrupa sahasında devrimci-ilerici demokrat insanlara gerçekleştirilen askeri operasyon ve tutuklamalar bu siyasetin sonucudur. AB ve Türk egemen güçlerinin karşılıklı gerici istekleri meşru zeminde duran ilerici toplumsal dinamiklerin tasfiyesi ve katliamı üzerine varılan “uzlaşılar” ile neticelenmektedir.
Sınırları içinde “yabancı, göçmen-mülteci” nitelemesiyle, yabancı düşmanlığı üzerinden, toplumsal-sosyal gruplara karşı topyekûn saldırı konsepti geliştiren AB, Avrupa “kalesinin” duvarlarını Ege ve Akdeniz hattına kaydırarak, Türkiye başta olmak üzere, bazı gerici kurum ve “müttefik” güçlerine muhafızlık rolü vermektedir. Balkan ülkeleri hattına tel örgüler ören AB emperyalistleri, göç yollarında kitlesel ölümlerin yaşandığı Ege deniz hattını da NATO güçlerinin denetimine verdi. Bütün bu planlar ve hesaplar, savaşlardan, yıkımlardan kaçan yığınların güvenli bir liman arayışlarını kuşatma altına almak ve Avrupa’yı “sığınmacılar” için girilmez bir kale haline getirmek amaçlıdır. AB-Türkiye zirvesinde, Türkiye’nin sınırlarının Avrupa’nın dış sınırları olması, 6 milyarlık bir rüşvetle Türk gerici egemenliğine verilmiş bir görev olmuştur.
Fakat gerici savaş mağdurları olan insanlara balkondan “şefkatli” yüreğinin tezahürü olan tebessümüyle el sallayan Merkel başta olmak üzere, Avrupa’lı emperyalistlerin siyasal temsilcileri bu kadar önlemi yeterli bulmamaktalar ve deniz sahasına NATO’nun askeri donanmasını çıkarmış bulunmaktadırlar. Avrupa ve ABD’nin denetimindeki bu etkili muhafız alayının tek görevi tabii ki “mültecilerin” geçişini engellemekle sınırlı değildir. Savaş gemileri ve helikopterlerle Ege denizini denetimine alan NATO, aynı zamanda Ortadoğu ve Suriye merkezli emperyalist dalaş çatışmasında da bir rol oynama planındadır. NATO şemsiyesi ile bölgede kurulan barikat, Türk ve Yunan karasularında serbest dolaşım hakkına sahip, NATO gibi kapitalist-emperyalist dünyanın en büyük savaş gücünün yoksul sığınmacılarla sınırlı bir görevle böyle konumlandırılması, arka planında başka hesapların olduğunu anlamına gelmektedir.
Ege üzerinden Avrupa’ya girişi engellemek için denetim altına alınan bölge üzerinden İngiltere, Almanya, Fransa savaş gemilerine, Akdeniz sahasından Suriye sınırlarına inmenin yolu açılmaktadır. Yine insanı göç etmeye zorlayan emperyalist savaş gerçekliği var olduğu sürece insanların “umuda yolculuk” serüveni devam edecektir. Askeri ve teknik kuşatma ile Balkanlardan ve Ege’den kuşatılan sığınmacılar, ikinci bir tercih olarak Karadeniz hattını kullanmak zorunda kalacaklardır. NATO güçlerinin bu vesile ile Rusya’nın burnunun dibine yanaşması, emperyalist bloklar arasındaki potansiyel düşmanına karşı bir hamle sağlayacaktır. Görünen o ki; Suriye, Irak, Afganistan, Afrika ülkeleri başta olmak üzere emperyalist gerici çıkarların bölgesel gerici güçler üzerinden savaşa dönüştüğü coğrafyalarda, yıkım ve katliam sürdükçe yurtlarından “kaçan” büyük insan grupları olacaktır. Ve bu yollardaki insan gurupları, şu veya bu neden üzerinden oluşturulan gerekçelerle, emperyalist egemenlik siyasetinin uygulanma zemini haline getirileceklerdir. “Her sınır, sonunda savaşa yol açar” demiştir Victor Hugo… Avrupa’nın “sığınmacılara” karşı ördüğü bu sınır hattında derinleşecek bir çatışmanın mayınları döşenmektedir.
Gerici Türk egemenlerinin temsilcileri Davutoğlu-Erdoğan diktatörlüğü açısından sığınmacılar sorunu, hem Suriye ve Ortadoğu siyaseti açısından hem de Avrupa Birliği müzakereler süreci açısından bir pazarlık kozu olarak kullanılmıştır. Avrupa’yı “sığınmacıları” salıveririm tehdidiyle, isteklerine çekmeye çalışan AKP-Erdoğan dikta rejimi, daha fazla “sığınmacı” akını kesme siyaseti üzerinden Rusya ve Esad güçlerinin operasyonlarına karşı bir pratik blok oluşturma çabasıyla bir taşla iki kuş vurma maksadındadır. Özellikle PYD’nin Suriye’deki konumlanışını zayıflatmak ve bölgedeki cihadist güçlerin hareket alanını genişletmek için “sığınmacı” meselesi üzerinden AB-ABD’yi pratik baskı unsuru haline getirmek isteyen Türk egemenlik sistemi, “tampon bölge” ve “yerleşim kentleri” inşası projelerini bu vesile ile gündemleştirmektedir. Bu uzun vadeli politik planlarını gündemde tutmanın yanında “sığınmacı” baskılanmasıyla AB’den gerek üyelik müzakere sürecine dair ve gerekse de bazı mali ek gelirler koparma açısından tavizler koparmak için çaba harcanmıştır. Sınır “müfrezeligi” göreviyle bu istekleri koparması hem AB’nin hem de Türk egemen güçlerinin süreçteki ortak uzlaşı noktaları olmuştur.
İçte ve dışta, politik, hukuksal, diplomatik duruşunu, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Ortadoğu üzerinde sürdürdüğü gerici gerginlik siyasetiyle, egemenlik aracına dönüştüren AKP-Erdoğan diktatörlüğü, bu genel siyasetine basamak olacak bazı somut “taleplerle” AB müzakereler sürecini örgütlemek istemektedir. 2018 sonuna kadar ek 3 milyar Euroluk kaynak, Yunanistan’a giden sığınmacıların Türkiye’ye iadesi durumunda, Avrupa’nın Türkiye’den bir sığınmacı alması, Suriyeli sığınmacılar için “güvenli” bölge (buna Türk hâkim gericiliğinin bölge üzerindeki denetim ve güvenliği olarak okumak daha doğrudur) oluşturulması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına AB’ye vize kolaylığı tarihinin Ekim’den Haziran sonuna çekilmesi, Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin hızlandırılması için yeni başlıkların açılması gibi başlıklar “TC”nin masadaki taleplerini oluşturmaktaydı.
Bu taleplerin AB tarafından “kerhen” kabul edilmesi ve “sığınmacılar” meselesinde çıkarılan somut planla önümüzdeki sürece dair görevler olarak konulması, bu “zirvenin” “uzlaşı” zemini olmuştur. Özellikle “mültecilerin” Türkiye’de bloke edilmesi karşılığında, 3+3 Milyar Euroluk kaynağın Türk gericiliğine aktarılması, ama bunun bir gözlem sürecine tabi edilerek planlanması gelişmelere göre tutum belirleme siyasetidir. Türk egemenlik sisteminin, AB sınır boylarındaki müfrezelik rolündeki “başarısıyla” orantılı olumlanacaktır. Vize serbestisi, üyelik müzakerelerinde “Mali ve Bütçesel hükümler”i içeren 33. Fasılın başlık olarak açılması konusu,18 Mart’ta kurulan AB-Türkiye “zirvesi” masasının sıcak gündemleri olmuştur. Ama hemen görüşmenin arifesinde İngiltere’nin bu konudaki tutumu bir veto hamlesidir. İngiliz Bakan Osberne’nin basına yansıyan açıklaması İngiltere’nin itirazı niteliğindedir ve İngiltere başta olmak üzere bazı AB ülkeleri, Türkiye’yi birliğe almayı erken bulmaktadırlar. Özellikle Türk hâkim gericiliğinin temsili olan Davutoğlu-Erdoğan ikilisinin, tarihi başarı olarak deklare ettiği “vizesiz Avrupa” konusunda yeniden gündemleşen 72 şart ve Angela Merkel’in “Türkiye’den garanti isteyeceğiz” açıklaması, bu sürecin daha büyük pazarlıklara kapı açtığını beyan etmektedir.
AB ve “TC” hâkim gericiliklerinin arasında bölgesel ve ulusal sınırlar kapsamındaki gerici siyasetlerin pazarlık konusu olduğu zemininde, emperyalist ve bölgesel gericiliklerin kirli savaşında mağdur olan insanlar olmuştur. Türk egemenlik sistem kozunu “ yardım kadar umumi hizmet” üzerinden oynadı. Bütün stratejisini olduğunca az “mültecinin” AB ülkelerine geçişi ekseninde oluşturan Avrupa efendileri pazarlığını buradan sıkı tutmuşlardır. “Sığınmacı krizi” baskılanmasının karşılıklı kullanıldığı bu ortamda,18 Mart süreciyle, Merkel’in ifadesiyle “nitelikli adımlar atılmış” gerici çıkarlar karşılıklı korunmuştur. Gelenlerin Türkiye’de kalması, Avrupa’ya ulaşanların ise Türkiye’ye geri gönderilmesi üzerine kurulu bu pazarlık, en temel insani hakların çiğnenmesidir. AB bu gerici siyasetini “güvenli bölge” statüsü üzerine oturtmaktadır. Ama hemen ardından Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin vatandaşlarına güvenlikten dolayı “Türkiye’ye gitmeyin” çağrısı yapması, Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ni İstanbul Başkonsolosluğu’nu ve Alman okulunu güvenlik gerekçesiyle kapatması, “sığınmacılara” karşı geliştirilen ikiyüzlü siyasetin sonucudur. Yani Türkiye ile AB arasındaki “mülteci” pazarlığı gerici egemen güçlerin hak ve hukukunu korumaktan öte bir içerik taşımıyor. Üzerinde mutabık kılınan anlaşma maddeleri bu içeriktedir. Türkiye’nin AB müzakereleri 33 fasıl olan mali ve bütçe hükümleriyle sınırlı bırakılmıştır. “İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu” gibi direk Erdoğan ve AKP diktatörlüğü tarafından atanan kuruma, insan hak ve özgürlükleri havale edilmiştir. “Mülteciler” için anlaşma maddeleri aynı gerici çıkarların komedisini ifade etmektedir. Türk ve AB barbar hâkim gericilikleri savaştan canını kurtaran yoksul halklar üzerinden kirli pazarlıklar yapıp insanlık açısından tehlikeli oyunlar oynamaktalar. “Güvenlik” önlemlerinin bu göçü engelleyemeyeceği bilinmesine karşın, sınır boylarında militarize donanımla bir “hukukun” oluşturulmaya çalışılması “sığınmacılara” uygulanacak olan askeri şiddet politikasının altyapısıdır. Aldığı para karşılığında “sığınmacıları” tutma sözü veren Türk egemenlik sistemi, kötü yaşam koşulları ile savaş mağduru insanları ikinci bir mağduriyetle baş başa bırakacaktır.
Şurası açıktır. AB ve faşist Türk hâkim sınıfları başta olmak üzere emperyalist ve bölgesel gericiliklerin, iktisadi, askeri, politik stratejik siyasetleriyle mağdur ettikleri halk yığınlarının sorunlarını çözmek diye bir gündemleri yoktur. Bölgesel savaşlar üzerinden cereyan eden bu emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin dalaşında hiçbir gerici devlet suçsuz değildir. Suçlu ve katliamcı olanların, mazlum ve mağdur olan ezilen halk ve uluslar üzerindeki kirli emellerini boşa çıkarmak, onlardan el açıp “yardım” dilemek değildir. Savaş bölgelerinde, göç yollarında ya da yine sömürü sisteminin hüküm sürdüğü “sığınılan limanlarda” bu gerçeği bilerek, mücadele azmimizi, ezen ve sömüren barbarlığa karşı örgütlemek, kendi kaderimizi elimize almamızın başlangıcıdır.