Devlet Bahçeli, siyaseten hiçbir siyasi parti liderinin kolay-kolay göze alamayacağı rol ya da görevi sakınmadan ve en çarpıcı biçimde ortaya koyduğu çıkış ve dönüşlerle icra etmektedir. Bahçeli’nin burjuva siyaset arenasında üstlenerek sergilediği bu tavır-tutum, toplumda Bahçeli’ye has bir siyaset olarak kabul görmüş olup, üzerine oturan siyasi kişilik profiliyle uygun kabul görülmüştür. Ancak bunun daha çok devlet ve iktidar adına ve buralardan aldığı görev ve rol icabı olduğu tartışma götürmez bir gerçektir…
Bahçeli, yeni yasama dönemi vesilesiyle gerçekleşen meclisin açılışında DEM Parti grubuna giderek el sıkışan tavrıyla ülkücü faşist müzmini dışına çıkarak adeta kendisini de yadsıyan cinsten “şok edici” yaklaşımı sayesinde yankı yaratıp siyaset sahasında “taşları yerinden oynatırken”, sonradan atacağı adımların ipuçlarını da vermiş oluyordu. Tabi ki CHP lideri Özgür Özel ile görüşürken; “kürsüde söylenenlere bakmayın, onlar siyaset gereğidir, birbirimizi üzmeyelim” mealindeki sözleriyle de burjuva siyasetin gerçek yüzünü deşifre ederek kendi adına skandala imza atarak ikiyüzlülüğünü topluma gösterdi. Bunlara paralel olarak Bahçeli, birbirini tamamlayan içerikte olmak üzere Öcalan’a dönük; “açıklama yapıp örgütü tasfiye ettiğini söylesin”, “gelsin parlamentoda DEM grubunda konuşarak örgütü tasfiye ettiğini açıklasın” mealinde yaptığı iki çağrı ve açıklamasıyla, “Kürt sorunu”na dönük geleneksel Kürt düşmanı, kafa-tasçı faşist karakterine aykırı biçimde adeta “eksen değiştiren” söylemde bulunurken, yeni bir sürecin başladığını da deklere etmiş oluyordu…
“Kurttan kuzu doğmaz”
Bütün gündem ve gelişmeleri bloke ederek gündemi işgal eden Bahçeli’nin şimdiki son çıkışlarının veya açıklamalarının, erken seçim tartışmaları, Erdoğan’ın yeniden seçilmesi ve anayasa tartışması, MHP’yi sıkıştıran Sinan Ateş cinayeti ve davası, hastanelerdeki bebek katliamları skandalına denk gelmesi anlamsız olmasa da ilgili açıklamaların gündemi saptırma amacından daha derin bir arka plana yaslandığı, daha girift ve karmaşık gelişmelerin ürünü ve hatta emperyalist odakların dayatması olduğu anlaşılmaktadır. Ki, söz konusu açıklamalar, özellikle MHP başta olmak üzere, imha-inkâr, katliam-kıyım eksenli bilumum tekçi, şoven, ırkçı-faşist Türk milliyetçiliğinin tarihsel tutum ve parametrelerini alt-üst eden özelliğiyle bambaşka bir çerçeve ve gelişmeye işaret etmektedir. Buradan, yani yaşanan gelişmelerden demokrasi çıkarmak ne kadar yanlış ve yanılgılı ise, hiçbir şeyin olmadığını ileri sürmek de gerçeği göz ardı eden yaklaşım olarak bir o kadar yanılgılıdır. En azından MHP ve Bahçeli gibi ırkçı-faşist bir güruh ve liderinin doğrudan Abdullah Öcalan’a çağrı yapması başlı başına yeni bir durumdur. “Bebek katili” diye alçakça propaganda yapmaktan geri düşerek Öcalan’dan bir beklenti içine girmeleri saklı saiklere dayansa da ve söylemde de olsa keskin bir geri adım olarak başka bir durumun göstergesidir.
Her fırsatta kin kusup zehir saçmaktan ve ısırmaktan geri durmayan “yılan”ın neden yol ve dil değiştirdiği deşifre edilmesi gereken mesele olarak söz konusu değişikliğin ya da gelişmenin aslını oluşturur. Fakat “yılanın gömlek değiştirmesi” belirli neden ve şartlarla koşullanmış bir durumdur ki, bu, devrede olan değişken zorunlulukların ürünüdür.
Yılan gömlek ve dil değiştirirken, siyasi durum da renk vererek devlet aklıyla planlanmış kulvarda “yeni bir sürece” girileceğini işaret ediyor. Yeni bir siyasi sürece girildiği veya girileceği yaşanan gelişmelerle çıplak biçimde görülmektedir. Niteliği ayrı tartışma konusu ama yeni süreç tüm çıplaklığıyla gündemdedir. Meseleyle ilgili tüm aktörlerin şu veya bu biçimde devrede olması yeni sürecin geliştirileceğinin kanıtlarından sadece biridir…
Gelişmeleri veya yaşanan süreci ve tartışmalarını analiz ederek vakıf olabildiğimiz yanlarıyla deşifre edecek olursak:
Öncelikle altını çizmek gerekir ki, planlanan yeni sürecin kamuoyuna dönük aleni tartışmaya açılması, öngörülen sürecin ilgili muhataplarla arka planda yürütülen diplomasi ya da görüşmeler neticesinde hazırlandığını gösterir. Servis edilen yemeğin bir mutfakta piştiği, pişirilmiş olduğunu açıklar. Bu bağlamda, “X farklı konuşuyor, Y’nin haberi yok, Z ne söyleyecek” vb. vs. zemininde tartışılan veya söylenen şeylerin hepsi bir tiyatrodan, toplumu yumuşatan bir oyundan ibarettir. Muhatap ya da ilgili aktörler tarafından yapılan “aykırı” açıklamalar ve eleştiriler ise, toplumsal algının yönetilmesi ve toplumsal tepkilerin yumuşatılmasından ibarettir. Bu en fazla tarafların pazarlık ve el güçlendirme taktiğine işaret eder. Kuşkusuz ki, bazı eleştirilerin olması, farklı fikir ve yaklaşımların olması mümkündür. Lakin bu, genel plandan habersiz olup onun dışında olunduğu manasına gelmez. Misal CHP genel anlamda süreci olumlu bulurken, birçok eleştiri ve yaklaşım ileri sürmektedir. Ancak bu durum CHP’nin süreçten habersiz olduğu, sürecin dışında olduğu manasına gelmez. Aynı biçimde DEM Parti’nin gelişmelerden veya süreçten habersiz olduğu da tasavvur edilemez. Belirleyici pozisyonda olmayan belli aktörlerin haberinin olmaması doğru olabilir fakat bu DEM Parti’nin sürecin dışında olduğu anlamına gelmez…
Yürütülen tartışmalarda, sanki süreç Erdoğan dışında ve ona rağmen gelişiyormuş gibi, “Erdoğan ne diyecek” şeklinde safdillik değilse absürt görüşler ifade edilmekte, beklentiye girilmektedir. Oysa herkes bilir ki, Erdoğan’ın haberi olmadan Bahçeli’nin böylesi bir çağrı yapması, bu tarz bir açıklamada bulunması gerçeğe aykırı ve akıl dışıdır. Erdoğan ile Bahçeli arasında topluma dönük politikaların uygulanmasında belli bir görev bölüşümünün olduğu ve özellikle ırkçı-milliyetçi kesimin tepkilerini yumuşatmada Bahçeli’ye rol yüklendiği, toplumda tepkiyle karşılanacak tüm politika ve uygulamaların genellikle Bahçeli ağzıyla duyurulduğu akıl gerektirmeyecek kadar bilinen basit gerçektir. Unutmamak gerekir ki, Erdoğan ve Bahçeli ortak hareket etmekte ve hemen bütün siyasi gelişmeleri uyum ve mutabakat içinde yürütmektedirler. Kürt sorunu gibi köklü bir sorun, devlet sorunu olarak değer taşıyan bir sorunda Bahçeli’nin Erdoğan’a rağmen açıklama yapması düşünülemez ve eğer yapıyorsa, bu, ikili arasındaki ittifakın bozulduğu anlamına gelir ki, bundan bahsetmek en azından şimdilik mümkün değil…
Bunun gibi, DEM Parti’nin CHP’ye çağrı yapması veya sürecin içinde olmasını istemesi de tamamen taktik bir yaklaşım ya da siyasettir. Zira Bahçeli ve Erdoğan’a yapılan teşekkür açıklamalarından da bilinmektedir ki, DEM Parti veya Kürt Ulusal Hareketi eksenli siyaset Erdoğan veya Bahçeli tarafından yapılan esnek/yumuşak açıklama ve sarf edilen sözlere tam bir önem ve değer vermekte, bu düzeyde ele almaktadır. Yani, Erdoğan ve Bahçeli tarafından gündeme getirilen ya da getirilecek olan bir süreç karşısında, hele ki iktidar ortaklarının “Kürt sorununa” dönük ılımlı yaklaşım, yumuşama, çözüm vb. zemininde sarf ettikleri bir süreç karşısında, DEM Parti ya da Kürt siyasetinin negatif tutum alıp meseleyi CHP şartıyla ötelemesi akıl edilemez bir tavırdır. Aksini iddia etmek “salağa yatmaktan” öte bir şey değildir. Erdoğan ve Bahçeli “gelin sorunu çözelim” diyecek ve DEM Parti, “hayır, CHP olmadan olmaz diyecek(!?) Buna karşın, CHP’nin sürece dahil edilmesi, dahil olma zorunda bırakılarak, geliştirilmesi gereken sürece muhalefet etmesinin önüne geçilmesi için, tamamen bu taktikle bu “şart” dillendirilebilir. Hepsi bu kadar…
Daha da önemlisi, CHP’nin geliştirilen veya geliştirilecek sürecin içinde olup bir parçası olduğu aşikârdır. “Normalleşme”, “yumuşama” teraneleriyle gündeme getirilen süreç hiç de tesadüf değildi ve bu toplumu kıvama getirmenin ortak planlanmış siyasetinden başka bir şey değildir. Elbette esas muhataplarıyla genel ölçekte kararlaştırılıp işletilen ve fakat her yönüyle halledilmemiş bir süreçten bahsetmek doğrudur. Sürecin her ayrıntısıyla bitirildiği söylenemez. Bu nedenle, sürece dönük yürütülen tartışmalarla ayrıntıların tamamlanması ve sürece entegre edilmesi gereken muhatapların bu tartışmalar içinde (kamuoyunun baskısı altına alınarak) ikna edilip sürece dahil edilmesi hedeflenmektedir. Ki, burjuva siyasetin ve özellikle Kürt oylarına muhtaç olan siyasi partilerin geliştirilen sürece keskin biçimde karşı çıkması fiilen Kürtleri karşısına almak ve geri pozisyona düşmek anlamına gelir ki, burjuva siyasi partilerin bunu göze almayacağı açıktır. Dolayısıyla sürece dair yürütülen tartışmaların bir yanı da bununla ilgilidir… Bahçeli’nin söylediği gibi, açıkta yürütülen tartışmalara bakmayın, onlar siyaset gereğidir; gerçek ise daha farklıdır…
Yine yürütülen tartışmalarda, geliştirilen sürecin Erdoğan’ın anayasa değişikliğini gerçekleştirerek bir dönem daha seçimlere girip cumhurbaşkanı olmasını garantiye almasının yeni politik manevrası olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmaktadır. Ayrıca, Bahçeli’nin Sinan Ateş cinayetinden sıyrılmak için bu açıklamalarda bulunduğu vb. vs. değerlendirmeler de yapılmaktadır… Bütün bunlar ve daha fazlası bile, genel tablo içinde ancak “taşın vurduğu ikinci, üçüncü kuşlar” olarak bir yer tutabilir, tutar da fakat gündemleştirilen süreç bu taktiğin çok-çok ilerisinde kapsamlı bir içerik taşır. Geliştirilen süreci bu ayrıntılara indirgemek süreci anlamamak demektir…
Sübjektif olma olasılığını barındıran her analizimiz gibi, aşağıda yapacağımız değerlendirme de sübjektif olabilir. Lakin öyle de olsa, göz önüne almakta fayda var ki, geliştirilen süreç ne salt gündem değiştirme ne bebek katliamı skandalını unutturma ne ekonomik çöküşün koşulladığı erken seçim talebini karambole getirip öteleme ve ne de salt anayasa yaparak cumhurbaşkanı olmanın manevrası olarak okunamaz. O halde, sürecin gündeme gelmesi ucuz bir numara değil ama Batı ve Güney Kürdistan coğrafyasındaki Kürtleri de içine alan emperyalist projelerin belli bir aşamaya gelmesi ve burada ABD emperyalizminin (Siyonist İsrail eliyle de) geliştireceği siyasi uygulamaları “TC” devleti ve Erdoğan-Bahçeli iktidarına yansıyacak sonuçlarının kendilerine iletilerek gerekli adımları atmalarının istenmesi zemininde açıklanabilir.
Rojava Kürt yönetiminin ABD emperyalizmi ile ilişkileri ve ABD’nin ora Kürtlerini ciddi biçimde silahlandırdığı bilinmektedir. Dolayısıyla, ABD’nin bizzat kendisinin ve İsrail eliyle de yükselteceği plan-projelerin uygulamaya sokulması sürecinde, Rojava Kürt yönetimi de bu sürece dâhil edilebilecektir. Dahası, esasta ABD-Rusya özgülünde olmak üzere, emperyalist güçler arası dengelerin dizaynı yapılırken ya da bu dengenin lehe çevrilmesi için, ABD’nin bura Kürt yönetimini daha etkin destekleyerek kullanması, verilen tüm silahları kullanmalarının önünü açması gibi bir süreç gündeme gelebilir. Mesele, ABD’nin bölgede yitirdiği prestijini tahkim ederek ağırlığını ortaya koyup Rusya’nın Suriye savaşında sağladığı avantajı tersine çevirmek için, İsrail saldırganlığı canice ilerleyişle hız kazanmışken, onun jandarmalığını da kullanarak bölgede yeni bir süreç geliştirmektedir.
Özetlemeye çalıştığımız bu süreç, “TC” devleti ve özelde de Erdoğan-Bahçeli sultası açısından belli gelişmeleri itibarıyla ciddi bir tehdit oluşturabilir. Bu telakkiyle hareket eden “TC” devleti ve mevcut iktidar, bura Kürtlerinin silahlı savaşıyla ve hali hazırda silahlı olan PKK ile ortak hareket etme iradesiyle karşılaşmamak için ya da bu olasılıkları boşa çıkarmak için mevcut süreci gündeme getirmek zorunda kalmıştır. Özellikle İsrail Siyonizm’inin Filistin, Lübnan, Şam ve İran’a dönük saldırganlığıyla bölgede ciddi bir savaş, yani tehditkâr olarak gelişip yayılma potansiyeli taşıyan bir savaş durumu söz konusudur. Bu savaşın mevcut yaygınlığı ve kapsamı itibarıyla bölgesel savaş niteliğine daha ciddi olarak dönüşmesi ve bunun yaratacağı sonuçlar es geçilemez önemdeki gelişmeleri koşullamaktadır. Bu süreç İsrail Siyonizm’inin bir fiil ABD emperyalizmiyle ittifak içinde geliştirdiği bir tehdit olmakla birlikte, bölgede sınırların yeniden çizilmesi gibi, bölge devletlerini ilgilendiren öneme de sahiptir. Ve kuşkusuz ki, bölgedeki Kürtler de bu süreçte yeniden dizayn edilip belli statülerle tahkim edilebilirler.
Otonomi, özerklik statülerinin genişlemesi olasılık olduğu gibi, bölgede bir mevcut olan Kürt yönetim bölgelerinin (Kürt coğrafyalarının) daha güçlendirilmiş meşru statülerin ötesinde tanınmış devlet olarak örgütlenmesi de tamamen mümkündür. Bu gelişmeleri organize ederek yürüten büyük kuvvet olan ABD emperyalizmi, pek mümkündür ki “TC” devletine, mevcut iktidarına gerekli bilgilendirmeleri yaparak yeni pozisyon almasını, bu bağlamda kendisiyle alakalı olan Kürt sorununu “çözmesi” direktifini vererek, çözmemesi durumunda sorunun “TC” devleti aleyhine çözüleceğini ikna edici biçimde bildirmiştir. Bu nedenledir ki, MHP ve Bahçeli gibi faşist simalar kendini ret eden keskin ve kesinlikle kendisinden beklenmeyecek ciddi bir çıkış yaptı. Gelişmelerden meselenin alelacele halledileceği izlenimi doğmaktadır ki, bu acele meselenin aciliyetini teyit ediyor… Öte taraftan, bölgede gelişecek veya gelişmesi öngörülen yaygınlaşmış savaş ve çatışma olasılığı ABD emperyalizmini bölge siyasetini ve ittifaklarını tahkim ederek etkinleştirmesini gündeme getirmektedir. Anlaşılıyor ki, Ortadoğu depresif ve daha korkunç çatışmalara sahne olacak. Ve coğrafyadaki sınırlarla ilgili önemli gelişmelerin kapıda olduğu söylenebilir.
Bu bağlamda, “TC” devletine, “sizi ilgilendiren Kürt sorunu iradenizle çözün, aksi halde Rojava Kürtlerine verdiğim tüm silahları kullanmalarına izin veririm ve PKK ile ilişkilerini de engellemem-engelleyemem” diyerek, İsrail’in Kürtlerle ittifakı ve bunun bölgedeki Kürtler lehine gelişmeleri gündeme getireceği mesajı vererek iktidarı/Bahçeli’yi mevcut sürece zorunlu bırakmıştır. Bunun ötesinde, AB ile imzalanan anlaşmalar ve AİHM’in kararlarına uymayı taahhüt etmesine karşın, kararlara uymama tavrı nedeniyle yaptırımlara tabi tutulması olasılıkları da iktidarın bu süreci geliştirmesinde yedek etken olarak rol oynayabilir. Kısacası, bölgede yaşanacak veya yaşanması muhtemel olan ciddi gelişmeler gibi birçok etkenin bir araya gelmesiyle mevcut sürecin gündeme geldiği/getirildiği biçimindeki değerlendirme en doğru değerlendirme olur.
Genel analizimizin önemli bir boyutu, yukarıda değindiğimiz gibi Ortadoğu’da çok ciddi gelişmelerin gündeme gelip yaşanacağı, hatta yeni sınırların çizilmesi ve yeni oluşumlara gidilmesi boyutunda tarihe not olacak nitelikte büyük gelişmeler muhtemeldir. İşte, planlanıp yürürlüğe sokulmak üzere Bahçeli’nin megafonuyla üst perdeden duyurulan “yeni süreç” yukarıda işaret ettiğimiz bölgede sınırların çizilmesini vb. içeren büyük gelişmelerin sadece bir parçası veya dolaylı yankısı durumundadır. Esas gelişme bu değil, Ortadoğu’da patlak vererek büyük gelişmelere tanık olacak emperyalist ABD ve İsrail güdümlü bölge stratejisidir. Muhtemeldir ki, “yarın” içteki bu süreci unutacak, Ortadoğu’da gündeme gelen büyük/ciddi değişimler-gelişmeler sürecini tartışmış olacağız…
Burjuva siyaset her şeye sahne olur…
Devlet Bahçeli’nin ağzıyla gündeme getirilen süreç, muhtevası, amacı, önemi, sonuçları vs. ne olursa olsun, son tahlilde bu bir siyasettir. Bununla birlikte, süreç hakkında burjuva cepheden gündeme getirilen “çatlak” sesler ve birçok eleştirel yaklaşım da esasta burjuva siyaseti resmeder. Tabi ki, DEM Parti ve Kürt siyaseti cephesinde yankılanan söylemler de alakalı-alakasız tarafların sözleri de bir siyasettir. Siyaset, çelişkilerin çözülmesi ya da yönetilmesinde olduğu gibi, toplumun istenilen rotaya sokularak yönetilmesinde de başvurulan en etkili silahtır. Bu etkisini farklı fonksiyonlarla sergiler ve son tahlilde siyasetin silahlarla yürütülmesine kadar en üst niteliğe sıçrar. Siyasetin işlevi biçimsel benzerlikler taşısa da ana karakterinde siyaset burjuva ve proleter olmak üzere iki temel kulvara ayrılır. Ayrı kulvarlarda nitelenen bu karakterlerin her biri bir sınıfa dayanır, sınıf niteliği alır. Burjuva siyaset, tıpkı Bahçeli’nin kürsü dışı diyalogunda Ö. Özel’e söylediği sözlerle bir kez daha ifşa ettiği gibi, tamamen ikiyüzlü, gayrı ahlaki, burjuva pragmatist, her türlü sahtekârlıkla halkı kandırmaya ve halka yalan söylemeye dönük işlev gören nitelik taşır. Burjuva siyaseti en iyi ve en çıplak temsil eden zatın Devlet Bahçeli olduğunu eklemekte ve Erdoğan’ın hiç de geri kalmadığını söylemek de yanlış olmaz, bilakis isabetli olur. Bahçeli zigzag çizmede ünlü de olsa, Erdoğan’ın siyaset tarihi hiç de Bahçeli’den geri değildir.
Erdoğan ile Bahçeli’nin yürüttüğü siyasetin hiçbir açıdan itibar edilemez bir siyaset olduğu açıktır. Geçmiş tecrübeleri bir kenara bırakırsak, olamaz dedirten düzeyde keskin virajların alınıp “dün dündür” pragmatizmini destur alarak dakikada bin bir türlü falsolar çizen ve bukalemun gibi renkten renge giren siyaset tarzları elbette güven verici olamaz, itibar göremez. Daha dün “kanını içse doymaz” diyebileceğimiz tavır ve açıklamalarıyla ve hatta varlık gerekçesi ettiği tekçi-ırkçılıkla tam bir Kürt düşmanlığı sergileyen Erdoğan ve özellikle Bahçeli’nin, bugün Kürt sorunundan bahsetmeleri ve bunun çözümünü istemeleri, en önemlisi de Öcalan’a alenen çağrıda bulunarak parlamentoda konuşmaya davet etmeleri taban tabana zıt siyasetlerdir. Anlaşılıyor ki, beyler fena halde köşeye sıkışmıştır. İroniktir, katletmekten, kıyımdan geçirmekten ve yok sayıp inkâr ettiklerinden ve demokratik iradelerine açıktan darbe yaptıkları Kürtlerde umar aramaktadırlar. Tıpkı Peker “oluk oluk kanınızı akıtıp kanınızla banyo yapacağız” dedikten sonra, uğruna halkın kanını dökmeye kalktığı ve döktüğü Erdoğan-Bahçeli iktidarına veryansın yapıp kirliliklerini ifşa ettiği gibi… İşte bu, dört başı mamur, katıksız ve hilafsız bir burjuva siyaseti ve ahlakıdır. Ve “yılanın gömlek değiştirmesi” bu şartların ürünü olarak gündeme gelmiştir…
Burada bir parantez açarak CHP’ye özel yer verelim: Erdoğan’ın yeni anayasa yapma girişimi, bir daha seçimlere girmesinin yasal zeminini yaratarak kendisini bir kez daha cumhurbaşkanı olmasının önünü açma gibi bencil ve sahtekârca amaçlar taşır/daha fazla amaçlar da taşıyabilir. Dahası, anayasanın ilk 3-4 maddesini değiştirme gibi bir amaç güdebilir. Ki, anayasanın bu maddelerini değiştirmesi/değiştirme istemi, niyet ve amacından bağımsız olmak kaydıyla doğru bir istemdir. Çünkü ilgili maddeler mevcut anayasanın ırkçı-şoven, tekçi faşist karakterini besleyen temel maddelerdir. “İlk üç madde değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez” şeklindeki madde başlı başına akıl ve bilim dışı ve tam da statükocu gericiliğin örneğidir.
Bu gerçeğe karşın, CHP yeni anayasa yapma girişimine, şoven, ırkçı-faşist tekçi paradigmaya dayanan karakterine has bir karşı çıkış gösterip tartışma yürütüyor. İlk dört maddeye dokunulmamasını savunarak faşist karakterini ortaya koyarak gerici niteliğini iyiden iyiye perçinliyor. Bu pozisyonu elbette Erdoğan karşısında faşist gericiliğe sarılmakla malul kalıyor… CHP’ye “geçmiş olsun.” Zira Bahçeli’nin en çarpıcı tonda ve beklenmedik bir çalım ve açılımla duyurduğu süreç, Kürt ulusunun desteğini almaya aday olarak Erdoğan’ın yeni anayasa yapmaktan yeniden seçime girerek bir dönem daha cumhurbaşkanı olmasına kapıları sonuna kadar açmıştır. Mevcut süreç öngörüldüğü veya planlandığı zeminde gelişirse, Erdoğan Kürtlerin desteğini alarak istediği her değişim ve amacı gerçekleştirme imkânı elde etmiş olacaktır. Ve elde etmesi büyük olasılıktır. Dolayısıyla CHP’ye tekrardan “geçmiş olsun…”
Demokratik cephede yapılan siyaset hakkında…
Yukarıda dedik, bir kez daha tekrarlayalım; ilgili gelişmenin gündeme getirilmesi için “biçilmiş kaftan” olan Bahçeli ipi göğüslese de Bahçeli tarafından “Milli Birlik ve Kardeşlik” tarifiyle tasvir edilen mevcut süreç, Bahçeli’nin yumurtlaması değil, alakalı aktörlerle ortaklaşa hazırlanmış ve belli görüşmelerle genel çerçeveye oturtulmuş, tarafların mutabakatıyla kamuoyuna deklere edilmiş bir süreçtir. Ve yapılan siyasi manevra, el güçlendirme, kamuoyunu ve özelde de siyasi tabanın ikna edilerek hâsıl edilmesi için sarf edilen bütün söz ve açıklamalara rağmen, bu süreç yürütülecektir. Bu manada esas tarafların birbirini yorması lüzumsuzdur; zaten anlaşma sağlanmıştır, ayrıntılar işin teferruatıdır…
Genel olarak Kürt siyasi iradesi ve DEM Parti, Kürt sorununda yumuşamaya dönük atılacak “olumlu” her adımı isteyerek desteklemektedir. Muhatap alınması bile Kürt cephesinde değer bulup heyecan yaratmaktadır ve bu, DEM Parti ve Kürt siyaseti cephesinin temel siyaseti ve yaklaşımı olarak inkâr edilemez bir gerçektir. İktidar veya devlet tarafından yapılan en küçük olumlu bir açıklamada olduğu gibi, “Kürt sorununu çözme” minvalinde yapılan ve özellikle de Öcalan’ın parlamentoya gelip konuşmasını, “umut hakkından” yararlanmasını öngören yaklaşım ve açıklamalar karşısında, DEM Parti’nin vb. “olmaz” demesi, soğuk ve kuşkulu bakarak mesafeli durması katiyen düşünülemez. Aksini yaparsa, bugüne kadarki açıklama, istem ve çağrılarına ters düşmüş, “sorunu çözelim” minvalinde yaptığı çağrı ve propagandayı kendi eliyle boşa düşürmüş olur. Demokratik siyaset rolünü de yadsımış olur.
Bu bağlamda, DEM Parti’nin gelişen sürece olumlu bakması, önerilen çerçeveyi kabul ederek gerekli adımları atması olağan bir durumdur. DEM Parti, demokratik çözüm ve onurlu barış gibi meselelerde irade göstermektedir; bu da son derece haklı ve doğrudur… Bütün bu zeminde, DEM Parti’nin süreç hakkında sergileyeceği yaklaşıma, sorunun çözümüne dönük geliştirilecek sürece dâhil olarak içinde yer almasına karşı çıkamayız. Kürt sorununda ileriye doğru atılacak en küçük olumlu adım ve ulusal-demokratik hak da dâhil, Kürt ulusuna mevcut statüsünden daha ileride tanınacak bir statüye asla karşı çıkmaz, onu olumlarız. Bu anlamda, Kürt ulusal hareketi ve siyasi partisinin, iktidar tarafından gündeme getirilen görüşme, müzakere, anlaşma, çözüm gibi süreçlere girmesine karşı çıkmayız…
Ancak, mevzubahis olan Erdoğan-Bahçeli liderliğindeki faşist, ikiyüzlü, ilkesiz ve pragmatist iktidar ise, çekincelerimizi belirtmeden geçemeyiz. Bu iktidara asla güvenilmeyeceği düşüncesindeyiz. Evet, gündeme getirilen bir süreç var ve muhatap olan Kürt siyaseti cephesinin buna kayıtsız kalması düşünülemez. Lakin sürece iştirak ederken kimlerle, ne için ve nasıl bir masaya oturulduğu asla unutulmamalıdır. Dahası, her şeye rağmen barış, her şeye rağmen anlaşma yaklaşımıyla hareket edilmemeli, edilemez. İlke ve demokratik normlar gibi, onurlu bir barış savunusu yapılmalı ve sağlanmalıdır; sağlanmasa arkası köleliktir. Barış-kardeşlik-çözüm adına köleliğin tesisine rıza gösterilemez…
DEM Parti ile somut siyasette ayrıştığımız temel nokta şu ki, bizler; sınıf ve siyasi karakteri katı biçimde ırkçı-faşist olan mevcut iktidarla (yukarılarda siyaset ve ahlakını kısmen de olsa açıkladığımız ve en azından Kürtlere dönük kıyım-katliamları ve “barış-çözüm süreci” ekseninde yaşanan tecrübeler pratiğiyle DEM Parti ve cümle âlemin de görüp şahit olduğu ikiyüzlü, hileci, sahtekâr, katliamcı ve faşist olan bu iktidarla), onurlu bir barışın, demokratik bir çözümün vb. sağlanmasının mümkün olmayacağı görüşündeyiz. Bu öngörümüz, Kemalist ırkçı-faşist tekçi paradigmalara dayanan burjuva sınıfıyla ve devletiyle, özellikle de mevcut iktidarla Kürt sorununun demokratik norm ve nitelikte çözülemeyeceğine götürür bizi. Fakat DEM Parti ve diğer muhatap Kürt siyasi iradesi, onurlu barış ve demokratik çözüm sağlanabileceği inancı taşımaktadır ki, bunu mümkün görmekteler. İşte Kürtlerin tek yanılgısı budur ve defalarca aldatılıp oyalandıkları halde her defasında aynı tuzağa düşmeleridir.
Bunun Kürt ulusal hareketinin ideolojik-siyasi çizgideki kırılganlıklarından ileri geldiği ise aşikârdır. Ve bu ideolojik-siyasi doku Kürt hareketini temel bir hataya sürüklemektedir ki, o hata; burjuva-faşist devlet ve sınıflarla anlaşmalar siyasetini benimsemesi veya anlaşma/uzlaşmayı stratejik siyaset olarak benimsemesidir. Elbette burjuvaziyle tek-tek anlaşmalar yapılabilir ve bunlar taktik siyaset çerçevesinde benimsenerek uygulanır. Fakat Kürt ulusal hareketi bu karakterinin bir yansıması olarak anlaşmayı stratejik siyaset olarak benimsemekte, tek-tek anlaşmalar yapma yerine, genel anlaşma çizgisini benimsemektedir. Kürt ulusal hareketiyle ideolojik-siyasi zemin ve siyasette ayrıştığımız temel noktalardan biri budur… Unutmamak gerekir ki, “Arı’nın ağzında bal varsa, kuyruğunda iğne vardır.”
Tekrar edelim ne DEM Parti ne de diğer Kürt iradesi gündeme getirilen sürece kayıtsız kalmaz, kalmayacak, kalamaz da. Ancak, nasıl ve hangi masaya ve kiminle oturduğunu asla unutmamalı, hangi karakterde bir muhatabın elini sıktığını bilerek öyle oturmalıdır. Dahası, avantajlı olup iktidarın sıkıştığını bilerek anlaşmaları sürdürüp talepler ileri sürmelidir. Yani, muhatap alınmış olmanın rehavetiyle ulusal-demokratik hak ve taleplerinde geriye düşmemeli, mümkün olan en ileri haklarını savunmalı, bir statünün kazanılmasını koparmalıdır. Ve elbette “şekerle kaplı mermilere” kanmamalıdır… Öneri ve yaklaşımlarımız için “dereyi görmeden paçaları sıvamak” denilebilir. Lakin değil.
Bizler, bu sürecin öyle ya da böyle, hatta hiç de gecikmeden yürürlüğe gireceğini öngörmekteyiz. Sürecin ilgili muhataplarla görüşülerek bu noktaya geldiği kanaatindeyiz, dolayısıyla yürürlüğe girmesinin zaman almayacağı görüşündeyiz. Dolayısıyla, öneri, eleştiri ve değerlendirmelerimizin çok erken olmadığını düşünmekteyiz… Ankara’da TUSAŞ tesislerine dönük gerçekleştirilen silahlı devrimci eyleme ve zamanlama itibarıyla eylemin objektif olarak süreci sabote etme özelliği barındırmasına rağmen, Bahçeli’nin sürece dair kararlılığımızı sürdürüyoruz biçiminde yaptığı açıklaması da sürecin gecikmeden yürürlüğe sokulacağına dair öngörümüzü doğrulamaktadır.
Somut tavır ve tutumumuz…
Gecikmeden gündeme geleceğini öngördüğümüz ilgili süreçte, sürece dönük temel yaklaşımımıza bağlı olarak iktidarın hile ve oyunlarını teşhir-deşifre etme ama Kürt demokratik cephesinin karşısında durmadan önerilerimizi sunup eleştirilerimizi yürütmekle yetinmeliyiz. Tavrımızın esası ise, yürürlüğe girmesi güçlü ihtimal olan ilgili sürecin bundan sonraki siyasi sürece yansımalarını mütalaa ederek pozisyon almakta karşılık bulur. Kürt ulusal hareketi ve siyasi cephesine yeni biçim ve siyasi çehre verecek olan muhtemel sürecin, toplumsal ölçekteki siyasi sürece negatif ve pozitif etkilerinin olacağı veya iki yönlü gelişme ve etkilere yol açacağı dikkate alınmak durumundadır. Odaklanmamız gereken mesele tam da burasıdır. Anı görüp değerlendirmek şarttır ama ileriye dönük gelişme ve gündeme gelecek gelişmeleri öngörmek çok daha kıymetlidir ki, bu, karşılaşacağımız şartlara hazırlıklı olma ve doğru pozisyon alma bakımından önemlidir…
Şayet Kürt ulusuna mevcut durumundan daha ileride bir statü ve hatta ulusal-demokratik hakları bağlamında daha ileri haklar tanınırsa, bu, önümüzdeki siyasi sürece objektif olarak tasfiyeci süreci besleyen fonksiyonla yansısa da bizler yine de Kürt ulusuna tanınan ileri statü ve ulusal-demokratik hakları tercih eder, sürecin karşısında durmayız. Sürecin iki yanlı yansıması olacaktır; biri tasfiyeciliğin derinleşmesi, diğeri ise başta Kürt ulusu olmak üzere, toplumsal kitleler siyasi yumuşama ikliminde birazcık nefes alacaktır.
Tasfiyeciliğe etkisi son derece önemli bir sorundur. Silahlı mücadele ve hatta genel devrimci mücadele ağır bir baskılanma altına girecek, toplumsal kitlelerin bilincine anlaşma-uzlaşma gibi sağ reformist eğilim yerleşecektir. Ki, benzer etkinin devrimci hareket saflarında karşılık bulması da tamamen mümkündür, öyle ya da böyle bulacaktır. Bütün bu olumsuz yanlara karşın, Kürt ulusal iradesi yanlış da olsa bir tercih yapıyor ise, bizler buna saygı göstermek durumundayız… Açık ki, geliştirilen süreç, içeriğine bağlı olmak kaydıyla, önümüzdeki siyasi süreci geçici de olsa bir yumuşama iklimine taşıyabilir. Bu siyasi yumuşamanın aynı zamanda tasfiyeciliği derinleştiren niteliği de kuşkusuz ki, atlanamaz ve atlanmaması gereken önemli bir sorundur… Süreç tasavvur ettiğimiz gibi gelişirse (ki, gelişeceğini öngörüyoruz), Abdullah Öcalan başta olmak üzere, siyasi tutsakların zindanlardan çıkması mümkün olabilir. Yapılacak yasal düzenlemelerle bu sağlanabilir. Ki, anlaşmanın somut talepteki önemli bir karşılığı Öcalan’ın bırakılması veya ev hapsi formülüyle dışarı çıkarılmasıdır. Dolayısıyla, ilgili yasal düzenleme sürecin öncelikle adımlarından biri olarak gündeme gelecektir. Bu, demokratik-devrimci harekete belli bir dinamik güç katarak sürecin pozitif yanlarından birini oluşturur. Süreç bu iyimser yaklaşımlarımız bağlamında gelişir ise, Kürt ulusunun üzerindeki baskı ve zulmün kısmen veya belli bir zaman dilimi içinde hafifleyeceği, dolayısıyla Kürt ulusunun birazcık nefes alacağı nispeten rahat şartlar yaşaması gündeme gelecektir.
Yaşanan gelişmeler Kürt ulusal sorunu hakkında daha etkili ve yeni pratik politikalar geliştirmemizin önemini hatırlatmakta, bunun yakıcı bir ihtiyaç olduğunu önümüze koymaktadır… Kürt ulusal hareketine dönük öneri, eleştiri ve uyarılarımızı yıkıcı ve yıpratıcı tarzda değil, yapıcı ve dostane nitelikte yürütmeliyiz. İdeolojik mücadele ve eleştiriden sakınmamalı ama bunun dostluk ilişkilerini zedelememesine azami dikkat gösterilmelidir…
Süreç hakkında dost güçlere dönük eleştiri, öneri ve değerlendirmelerde bulunmaktan sakınmazken, sorunun öznesi olan güçlerin veya Kürt ulusunun demokratik iradesinin tercihini dikkate alarak, bu tercihteki öncelik hakkına saygı göstermeliyiz. Şayet mevcut ulusal Kürt hareketi dışında Kürt ulusunun iradesini/demokratik iradesini temsil edecek veya eden Kürt ulusuna ait bir irade ortaya çıkarsa elbette bu ulus iradesini tanır, saygı gösteririz. Bugün Kürt ulusunun demokratik iradesini temsil eden mevcut Kürt ulusal hareketidir. Kürt ulusu bunu yadsımadıkça ve yeni bir demokratik iradeyle iradesini ortaya koymadıkça, Kürt Ulusal Hareketi’nin Kürt ulusuyla esasta ortaklaşmış veya örtüşmüş olan iradesine Kürt ulusunun iradesi olarak saygı göstermek, tercihine öncelik vermek durumundayız. Ve tabi ki, bu yaklaşımımız asla ve asla Kürt Ulusal Hareketi’nin hatalı politikalarını, çizgisini ve doğrudan kendisini eleştirmeyeceğimiz, onunla ideolojik mücadele çerçevesinde mücadele etmeyeceğimiz anlamına gelmez!..