İçinde bulunduğumuz dünya özel mülkiyetin kutsandığı, tüm insani davranış biçimlerinin silikleştiği, insanın insanla ilişkisinin dejenere olduğu ve her şeyin metalaştığı yabancılaşma(lar) dünyasıdır. İnsanlığın doğal özelliklerini sürdürdüğü ilkel toplumun neredeyse bir harfinin dahi kalmadığı insanlık sınıflı toplumun tüm yabancılaşmasını yaşarken bunu tekrar tekrar üretmektedir. İhtiyacı için üreten, ürettiği üzerinde söz hakkı olan, topluluk için üreten insan kapitalizmle beraber ürettiğine yabancılaşarak hem insana hem doğaya karşı geri dönülmez tahribatlar da bulunmuş-bulunmaktadır. Modanın insan hayatını belirlediği, cep telefonunun prestij meselesi olduğu, bir tarafta yüzbinlerce aç çocuk ve insan ölürken bir diğer yanda israfın zirve yaptığı bu toplumsal yapı kapitalizmin getirdiği çürümüşlüğün portresidir.
Sınıflı dünyamızın kapitalizme ulaşmasıyla birlikte sömürücü sınıflar için bir metadan farkı kalmayan insan ve insan emeği ilk olarak ürettiğine ve emeğine yabancılaşmakta daha sonra kendi türüne ve tüm bir doğaya yabancılaşmaktadır. Hayatını saran sömürü dünyasında zorunlu olarak ve gönülsüzce üreten emek(çi) üretimin sonunda ürettiğinden daha değersiz bir konuma düşerek nesneleşmektedir. Bu nesneleşme durumu ‘sadece karnını doyurmak, evini geçindirmek, ev veya araba alabilmek, çocuklarını rahata erdirebilmek’ hayalleriyle iyiden iyiye büyüyerek insani ilişkilerin ve özne olma, değişim gücü olma gerçekliğine karşıda yabancılaşmayı getirmektedir.
Yabancılaşma, sosyolojik, felsefi birçok alanda belirli soyut değerlendirmelerle ele alınsa da Marksizm açısından ekonomik temellere dayanmaktadır, yani üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Yabancılaşmanın maddi temelleri üzerine kurulan din, adalet, eğitim, meta düşkünlüğü vb tüm olgular üretim ilişkileri çerçevesinde şekillenmektedir. Toplumun bilincini böyle yönlendiren sömürücü sınıflarda yabancılaşmanın birer parçasıdır, insanın insana yabancılaşmasına bir örnektir. Sadece sömürülen değil sömüren de yabancılaşma durumunu yaşamaktadır. Üretim ve değişim ile milyonları kazanan sömürücü sınıf, bilinçli ve gayet düşünceli bir şekilde kar hırsıyla işçiyi sömürmekte artı-değer uğruna işçi kanının dökülmesine ‘kader’ diyerek “üzülmektedir”…
Günümüz kapitalist toplumunun büyük bir sorunu olan yabancılaşmanın ekonomik temeli üretim ilişkilerindedir, fakat yabancılaşmayı iş yerinde, okulda, sokakta, evde, örgüt saflarında ve girip çıktığımız her sosyal alanda görebiliriz. Yabancılaşmanın bilincine varılması, sınıflı dünyanın gerçeklerinin açığa çıkarılması, yabancılaşmanın son bulacağı devrim (ve devrim sonrası) mücadelesinin ilerlemesi açısından önemli ve elzemdir.
Bir Kapitalizm Öyküsü; Yabancılaşma
Yabancılaşma insan doğasının kaçınılmaz bir ürünü değildi, feodal üretim ilişkilerinin içerisinden büyüyüp çıkan ve bugün egemen olan kapitalizmin bir ürünüdür. Yani sınıflı dünyamızın, sınıfsal bölünmenin bir sonucudur, insanın doğasına uygun değil, aykırıdır.
Marx yabancılaşmayı ele alırken insan emeğini merkeze almıştır. İnsanın üretimdeki yeri, üretim sonunda ki konumu, meta karşısında ki değeri önemli noktaları oluşturmaktadır.
İnsan emeği bilinçli olarak üretmektir, insan bilinçli yollarla çevresini şekillendirir, hayvanlarda çevresini şekillendirir ama bu tamamen iç güdüseldir. İnsan faktörü farklıdır, düşünerek üretir, ürettiği ürünün üretiminde inisiyatif ve ürün üzerinde tasarruf hakkı olmadığı anda insanda yabancılaşma durumu yaşanır. Kapitalist toplumda işçi kapitalistin istediği kadar üretir, işçi ürettiği zenginlikten sadece yaşaması gerektiği kadar pay alır. Yani emekçi ürettiğine yabancılaşır. İnsanın yaşadığı çevreyi değiştirme, ihtiyaçlarını karşılama, doğadan yaratma ve üretme eylemi olan emek kapitalizmde ücret karşılığı kol gücünü satmaktan başkacası değildir. Üreten sınıf yöneten değildir, üreten sınıf üretimde söz hakkına sahip değildir, üreten sınıf ürettiği ürünle arasında ki uçurumun kenarında durmaktadır. Üretimin ve ürettiği ürünün sahibi olan insan, ürettiği metaya muhtaç kalacak şekilde üretim ve paylaşım sürecinin yabancısı durumuna gelir.
İşçi üretim sürecinde ne kadar meta üretirse kendi emek gücüde aynı oranda bir meta olarak ucuzlamaktadır. Birçok sektöre ayrılmış olan metalar dünyası gün geçtikçe ‘değeri artmaktadır’, değeri artan metalar karşısında insan hayatı, insan ilişkileri, insan emeği ise ucuzlamaktadır. Sermaye(-darlar) büyüdükçe ve sermaye palazlandıkça işçi sınıfı yoksullaşmaktadır. Emek sermaye çelişkisinin en iyi göstergesi bir sınıf büyüyüp zenginleşirken, diğer sınıf yoksullaşarak açlığa mahkum edilmektedir. Yüzlerce kapitalist tekel her yıl sermayesini arttırırken dünyanın diğer yüzünde milyonlarca insan açlıkla yüz yüze kalmaktadır. Dünyamızda hakim olan özel mülkiyet emeğin yabancılaşmasını büyütüyor ve milyonların katıldığı üretim süreci içerisinde ki yabancılaşma durumu özel mülkiyet sahibi tekelleri daha fazla büyütüyor. Çünkü ezilen yığınların birliği, enternasyonal işçi savaşımında ki zayıflık bir avuç insanın istediği gibi yer yüzünü sömürmesine olanak sağlamaktadır.
İlkel komünal toplumda kolektif bir şekilde doğal üretime dayalı, ürettikçe kendisini geliştiren insan emeği, köleci, feodal dönemlerden geçmiş ve artık kapitalizmde sadece artı-değer üretmek için zorunlu, ‘külfetli’ ve keyifsiz bir emek haline gelmiştir. Emek insan için yaşamın en doğal parçalarından birisidir, yaşamak ve yaşamı devam ettirmek için zorunlu bir öğedir. Ancak kapitalist toplumda çalışmak, üretmek, emek vermek işçi için acı veren bir külfet halini almıştır. Öyle ki çalışma saatleri dışında insanlar kendilerini özgür ve mutlu hissetmektedirler. Çünkü emek verdikleri gün ve saatler içerisinde ürettiği ürünle hiçbir bağı yokken üretimden de yaşamını güzelleştirecek herhangi bir sonuç almamaktadır. Devlete veya özel bir işletmeye verilen emeğin karşılığı, ucu ucuna yeten bir ücretle yaşamak, yoksulluk, iş cinayetleri, mutsuz ve monoton bir yaşam olarak işçiye dönmektedir. Emek, üzerinden artı değerin kazanıldığı bir kavram olmaktadır. Gerekli emek süresince emekçi kendi ücretini çıkartırken artı-emek süresince tamamıyla patrona çalışmaktadır. Ve gerekli emeğin ücreti sürekli artı-emekten elde edilen karların kat be kat altında kalmaktadır. Artı-emek, artık-ürün, artı değer işçinin kendinden ve emeğinden uzaklaştığı zaman dilimlerini bize anlatır. İşçi, emeğini meta olarak sattığı süreçte kazandığı ücretle ancak yeme, barınma, üreme gibi sadece yaşamın temel ihtiyaçlarını sürdürmektedir. Kaldı ki günümüzde barınma ve yemek ihtiyaçlarını karşılamak ve dünyaya gelen çocuklara bakmak çoğu kez lüks bir durum olmaktadır.
Marks “Bilinçli yaşamsal faaliyet insanı derhal hayvansal yaşam faaliyetinden ayırır.” der. İnsan (işçi-emekçi) günümüz üretim biçiminde bilinçli olarak üretim yapmamakta, ürettiğinden bir yarar sağlamadığı gibi topluma da bir yarar getirememektedir. Yaşamında ki faaliyet bilinçsiz bir şekilde kapitaliste çalışmaktan ibarettir ve bu faaliyetin bilincinde olmayan insan kendi yaşamına yön verememektedir. Burjuvazinin “kendi yaşamını eline al”, “kendi hayatını sen belirle”, “okul oku ve büyük insan ol” gibi yalanları kitlelerde etki etmektedir. İnsanlar var olan kapitalist sistemde ne kadar çalışkan ve okul okumuş olursa olsun sistemin sınırlarında ve onun istediği konumda olacaktır. Yani insan “bilinçli yaşamsal faaliyet”e geçememektedir.
Burjuva-gerici düzen(ler), okuduğun kitaba, uğraştığın sanata, sosyal-medya’na, kıyafet veya telefonuna, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerine sadece burjuva düzen sınırları içerisinde izin vermektedir, kendi yaşamsal, entelektüel faaliyetini bilinçli ve istekli bir şekilde yönlendirme hakkın elinden alınmıştır aslında. Burjuvazi, emeğin üzerinde ki denetim hakkını senin elinden aldığında diğer tüm faaliyetlerinde ki haklarını da elinden parça parça almış-alacaktır.
Kapitalizmde en önemli noktalardan birisi, insanlar yaptıkları işler üzerinde kendisini ifade edemezler. Ürün üzerinde, üretim biçimi üzerinde, görev dağılımı üzerinde, çalışma saatleri üzerinde hiçbir zaman söz hakkına sahip değildir. Üretime dair ne varsa kapitalistin artı-değer hırsına göre şekillenmiştir. İşçiler, çalışma saati, mola, yemek ve sigorta gibi temel haklarını dahi büyük işçi mücadeleleri sonucunda elde etmişlerdir. Üretimden ve denetimden uzaklaştırılan emek, kendisine yabancılaşmış emektir, emek vakti, ürün, üretim vs ona ait değildir başkasına yani kapitaliste aittir. Patron, işçilerin işlerle ilgili inisiyatif geliştirmesini, karar almasını istemez, işçiye ‘söz hakkı’ yoktur.
Emekçinin, ürettiği ürünle kurduğu ilişki büyük bir kopukluk oluşturur. İşçiler, çoğunlukla fabrika, lokanta vb yerlerde kendi tüketemeyeceği malzemeleri üretir ya da müşteriye sunar. İşçiler yıllarca çalışsalar da hiçbir zaman sahibi olamayacakları araç, teknolojik ürünler üretmektedir, üretirken kendi hayatını bu ürünlere katan emekçi çoğu zaman ihtiyacı olan bu ürünlerle buluşamaz. İşçi, kendi fiziksel ve zihinsel kapasitesinin ürünü olan birçok şeye yabancılaşır. Üretim arttıkça, işçinin dağıtımdan aldığı pay azalır, ürettiği ürüne yabancılaşır, ne kadar çok kapitalisti zenginleştirirse o kadar çok yoksullaşır. Nitekim son yılların yoksullaşma ve zenginleşme grafiklerine bakarsak, her yıl dünya zenginleri artarken yoksullaşma da aynı doğrultuda kat kat artmaktadır.
Marx’ın aşağıya aktaracağımız uzunca alıntısı konuyu özetler niteliktedir ;
“… İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia üretmekle kalmaz; genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.
Bu olgu sadece şunu dile getirir; emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürün, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlanmış emektir, emeğin nesneleşmesidir. Emeğin edimleşmesi, onun nesneleştirilmesidir. İktisad aşamasında emeğin bu edimleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesneleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma yoksunlaşma olarak görülür.” (Marx-1844 El Yazmaları, Sol yayınları sf. 140)
Kapitalizmde iş, üretim ve dağıtım işçinin ihtiyaçları için değil kapitalistin karını arttırmak için gerçekleşmektedir. Üretim sürecinin sonunda işçi türlü zorluklarla kendi yaşamının temel ihtiyaçlarını gidermektedir. Her yıl tartışılan asgari ücretler genelde halkın açlık sınırında veya onun altında bir ücretle belirlenmektedir. Çalışma koşulları, ücret ve iş güvenliği noktalarında elde edilen ilerlemeler kapitalistin işçileri düşündüğü için yaptığı düzenlemeler değil tam aksine işçi sınıfının grev ve direnişlerle elde ettiği kazanımlarıdır. Burjuvazi hiçbir zaman işçi sınıfının ihtiyacına göre davranmaz, genelde sermayesinin zarar görmemesi için ufak tavizler verir-vermek zorunda kalır. Ekonomik kriz dönemlerinde ise işçilerin mücadele ile kazandığı haklarını parça parça elinden almanın yollarını arar, direnen işçilerin karşısına polis ve jandarmayı çıkarırken bir yandan da yüzbinlerce işsizi göstererek korku salmaya çalışır. Sınıfın yedek gücü olan işsizler ile faal olan proletarya arasında dayanışmanın sağlanamaması sınıf içinde ki bir yabancılaşmaya da işaret eder. Sınıf çıkarları gereği yan yana olması gereken bu iki kesim çoğu kez ayrı ayrı kendisini ifade eder. Sorunun temeline yabancılaşmak ve sınıf kardeşlerinin sorunlarıyla birlikte olamamak her zaman burjuvazinin çıkarına hizmet etmiştir. Burada yabancılaşmanın getirdiği sorunu tek başına işçi sınıfına yüklemek subjektif bir yaklaşım olacaktır, sorun işçi sınıfına önderlik edecek ve sınıfın birliğini sağlayacak Komünist Partilerin yokluğu veya yetmezliğiyle de ilgilidir. Kendi sınıf partisine, sınıfın diğer bileşenlerine yabancılaşmanın getirdiği “yalnızlık” burjuvazi karşısında işçi sınıfını zayıf düşürmektedir. Sınıfın üyelerinin tek tek bireysel çıkarlarıyla hareket etmesinin engellenmesi ancak örgütlü ve bilinçli sağlam bir sınıf hareketiyle gerçekleşecektir. Ne yazık ki günümüz sendika hareketleri ve devrimci-sosyalist hareket, işçi sınıfıyla arasında ki ilişkide bir yabancılaşma ve bunun sonucunda politikasızlık oluştuğunu görememektedir. İnsan emeğinin metalaştığı, alınıp-satılan bir pazarının olduğu, taşeron şirketlerin insan emeği üzerinden zenginleştiği, insanın insana yabancılaşma durumuna karşı mücadele de özellikle proleter ideolojinin önderlik ettiği sınıf mücadelesi zorunludur, sınıfın ve halkın sorunlarına eğilmeden, sınıfın içerisinde konumlanmadan yabancılaşma ile mücadele etmek ve işçi sınıfını örgütlemekten bahsetmek tamamıyla ütopyadan ibaret olacaktır. Komünistler sorunları sentezleyip geçmezler, sorunlara pratik çözümler getirirler. Eğer bir sorunu çözeceksek o sorun ve çelişkilerin ortamında olmak durumundayız, yabancılaşma ve sınıfsallığı da böyle bir sorundur. Sorunlardan ve çelişkilerden bahsederek örgütlenmeye girişmemekte devrimcilerin ‘yabancılaşması’dır. Devrimci Parti-Örgüt, kapitalizmin yabancılaşmış dünyasında panzehir olarak varlığını korur, bunun için kendisini sınıf içerisinde besleyen, yenileyen ve geliştiren Parti-Örgüt kendini gerçekleştirecektir…
İnsanın İnsana ve Kendisine Yabancılaşması
İnsanlar yaşamlarında birbirleriyle belirli ilişkiler içerisindedir. İnsanların ilişkisi üretim içerisinde kendini gösterir. İlkel komünal toplumda beraber iş yapabilme, topluluğun ihtiyacı için hareket edebilme, topluluk halinde kendini savunabilme gibi önemli kolektif ilişkiler mevcuttu, fakat köleci ve feodal dönemde kimi bazı doğal ilişkiler devam etse de, kapitalizmde insanın insanla ilişkisi büyük bir yabancılaşmaya uğramıştır. İnsanın bilinçli etkinliği, yani düşünebilmesi ve onunla üretim yapabilmesi onu hayvandan ayıran en büyük özelliğidir. Kapitalizmde insanın bu özelliği (üretimdeki bilinçli etkinliği) elinden alınmış ve kapitalistin istediği sınırlara hapsedilmiştir. Kapitalistin istediği ürünü, istediği kadar ve onun belirlediği çalışma süresinde üretmeye başlamıştır. Bunun sonucunda ürettiğine yabancılaşmıştır, insan kendine has olan özelliğini yitirmiş kendisine yabancılaşmıştır. Kendi emeğine yabancılaşan insan kendi türüne ve doğasına yabancılaşmış kendi türsel özelliklerini yitirmiştir.
Girdiği üretim sürecinde kendi emeğine yabancılaşan insan en yakınından başlayarak geniş çevresine kadar sağlıklı bir ilişki kuramamaktadır. Üretim sürecinde kendine has özellikleri elinden alınmıştır, bilinçli bir faaliyet olan üretimin kaybedilmesi, entelektüel dünyasının elinden alınması, yaşamının ona yabancılaşmış meta üretimine göre düzenlenmesi, zihinsel dünyasının daraltılması, insanlar arası ilişkilere rekabet kültürünün sokulması sonucunda insanın insanla olan ilişkisinde niteliksiz, çıkarcı ve geri ilişkilenme tarzı açığa çıkmaktadır. İnsanın insana has olan ilişkileri yitime uğrar, insanlar arası ilişkiler metalaşır.
Marx konuya dair şunları söyler; “… işçi kendi emeği içinde kendini ne kadar dışlaştırırsa, kendi karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünya o kadar erkli bir duruma gelir; kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur.” (age. 141)
Emek kolektif bir niteliğe sahiptir, insanlar arasında üretim anında doğan ilişki temel ilişkilenme biçimini oluşturur. Emeğe-emeğine yabancılaşan bireylerin birbirine yabancılaşması da kaçınılmaz olmaktadır. Emeğin yabancılaşması toplumda herkes arasındaki ilişkiye biçim verir, insanların sadece bireysel çıkarlarıyla hareket ettiği, birliğin ve dayanışmanın bozulduğu burjuva ilişki biçimi açığa çıkar. Feodal döneme has hemşehricilik, akraba, aşiret veya şehir kültürüne has komşu-mahalle kültürü kapitalizmde parçalanmaya ve yok olmaya doğru gider. İnsanlar arasında yapay ayrımlar koyularak toplum birbirinden soyutlanmaya çalışılır. Üretimden gelen bu yabancılaşma durumu burjuva düzenin bilinçli müdahalesiyle daha da derinleşir. Sınıf çıkarları ve ezen-ezilen çelişkisinde bulunduğu konum nedeniyle birlik-beraberlik halinde olması gereken halk kitleleri çok parçalı bir duruma gelmektedir. Burjuva-faşist-gerici düzene karşı kol kola girmek, yan yana olmak yerine çeşitli yapay ayrımların arkasından gitmektedir. Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde gördüğümüz gibi hakim ulus ve inanç üzerinden şekillenen ayrımcı-faşizan politikalar “TC” devleti ve egemen sınıfları tarafından bilinçli şekilde uygulanmaktadır. Emekçi yoksul mahallelerde Sunni-Alevi, Kürt-Türk çelişkisi-çatışması yaratılarak sınıfın birliği parçalanmaktadır. İttihat-Terakki’den bugüne kadar kışkırtmalarla, komplo ve provakasyonlarla yapılan Ermeni, Alevi, Kürt katliamlarıyla “TC” tarihi de egemen ulus burjuvazisinin uyguladığı bu politikanın eseridir.
Fabrikalardan madenlere, hizmet sektörüne kadar işçiler arasında yaratılan rekabet olgusu da insanın insana yabancılaşmasından ileri gelmektedir. İşçiler, iş arkadaşlarını rekabet edilecek bir yerde görmektedir. Konum atlama, ay’ın-yıl’ın elemanı seçilme, işten atılma korkusu, patronun gözüne girme gibi birçok konuda işçiler arası rekabet durumu da yaşanmaktadır. Patronun işçileri birbiriyle kıyaslayarak sürekli kapıyı göstermesi işçiler arasına rekabeti sokabilmektedir. İşsizliğin ve işten atılmaların getirdiği baskı bu yabancılaşmayı körükleyen bir yerde durmaktadır. Kadın ve erkek işçiler arasında da yabancılaşmanın derin izleri vardır. Cinsiyetçilikten beslenen bu durum toplumsal rollerine uygun olarak kadının dışlanmasına erkeğin birinci planda olmasına yol açmaktadır. Aynı işi yaptıkları halde kadının eşit işe eşit ücret al(a)maması, kadınlara mobbing, taciz vb gibi birçok cinsiyetçi baskı ve şiddet iş hayatının bir parçası durumundayken, erkek işçiler tarafından sessizlikle karşılanmakta – ortak olunmaktadır. İdeolojik dokusunu erkek egemenliğinden alan kapitalizm cinsiyetçi iş bölümünü iş hayatında desteklemekte, önünü açmaktadır.
Kapitalizmde sadece işçi sınıfı arasında veya sınıflar arasında değil, burjuvazinin kendi arasında da çelişkiler mevcuttur. Burjuva sınıfı işçi sınıfına karşı birlik içerisinde hareket ederken pazar rekabeti söz konusu olduğunda kendi içerisinde de derin çelişkiler ve mücadeleler yaşamaktadır. Sınırsız karlar elde etmek isteyen kapitalistler birbirleriyle acımasızca mücadeleye tutulabilmektedir, gerek ulusal gerekse uluslararası anlamda tekellerin bu rekabetleri sonucunda savaşlar çıkmaktadır. Kapitalistler girdikleri pazarlarda kendilerine karşı bir rakip istememekte ve rakip olanları en kirli yollarla ya kendilerine katmakta ya da bitirmektedir. Devlet desteğini arkasına alan kapitalist bir adım öndeyken rakipleri bir adım geride kalmaktadır. İnsanlar arası yabancılaşma kapitalist sınıfın kendi arasında ki çelişkilerde kanlı şekillere bürünebilmektedir. Şantajlar, suikastler, savaş kışkırtmaları vb gibi her yolun mübah olduğu bir mücadele söz konusudur.
Bir diğer önemli nokta ise, insana has olan politika ve felsefe yapmak noktasında kitlelerin yabancılık duymasıdır. Felsefeyi belirli ‘okumuş’ zümrenin, politikayı da ‘akıllı insanların’ işi olarak algılama ve meydanı ezen sınıfa bırakma durumu mevcuttur. Fabrika da greve giden ya da kadın cinayetlerine karşı eylem yapan insanların aslında politika ve siyaset yaptığının farkında olmaması da yabancılaşmanın bir ürünüdür. “Kadın cinayetleri politiktir” sloganı bu noktada ileri bir adımken, işçi sınıfı mücadelesinde atılan adımlar hala zayıf durumdadır.
Burjuvazi politika alanını hiçbir zaman emekçilerin, kadınların ve tüm ezilenlerin alanı olarak göstermemiştir. Kitleler siyasetteki önemli rollerinin farkında olmadıkları için her seçim döneminde kendilerinden olmayanlara oy vererek ‘görevini’ yerine getirdiğini düşünmektedir. Siyasete ve politikaya yabancılaşmanın bir ürünü olarak da sandıktan yeni umutlar beklemektedir. Kendilerine karşı vahşice saldıran burjuva sınıfının farklı kliklerinden medet umarken kendi siyasi erklerini ortaya koymakta zayıf kalmaktadır. Bu durum halk kitlelerinin parçalılığını daha da arttırmakta ve burjuvaziye hareket serbestisi/kapasitesi kazandırmaktadır. Kitlelerin kendi devrimci partilerinden uzak kalmaları kendi sınıf çıkarlarına yabancılaşmalarından ileri gelmektedir. Kendilerine hiçbir yarar getirmeyen devlet-düzen partilerinden herhangi birisini kendi dostu olarak belirlemektedir. Hatta Türkiye-Kuzey Kürdistan’da birçok katliamın temsilcisi olan CHP’nin Kürtler, Aleviler ve farklı toplumsal kesimler tarafından sırf muhalefet olduğu için desteklenmesi kendi tarihine yabancılaşmaktan başka birşeyi ifade etmemektedir. Yine birçok devrimcinin katledilmesinde, zindanlara doldurulup işkence edilmesinde birebir rol oynayan CHP’nin, Sol’un bazı kesimlerince “sosyal-demokrat” ilan edilip desteklenmesi bizzat kendine ve tarihine yabancılaşmanın ürünüdür.
İşçi sınıfı ve ezilenler pratik mücadele alanlarında büyük tecrübeler edinebilir, nitekim edinmektedir, fakat salt nicel pratik birikimden bilinç sıçraması beklemek evrimcilik olacaktır ve bu reformistlerin işidir, ancak öncünün dışarıdan bilinç götürmesi, bu bilinci pratikle sınaması ve dersler çıkartarak eylemselliğini kitlelere mal etmesi devrimci eylemi sağlayacaktır.
Marks’ın 1844 El Yazmaları’nda ki şu çok anlamlı sözleriyle insanın insana yabancılaşmasını noktalayalım;
“ … İnsanın kendi emek ürününe, kendi yaşamsal etkinliğine, kendi cinsil varlığına yabancılaşmasının dolaysız bir sonucu da şudur; insan insana yabancılaşmıştır. İnsan kendi kendisinin karşısında iken, onun karşısında olan ötekidir. İnsanın kendi emeğine, kendi emek ürününe ve kendi kendine ilişkisi için doğru olan şey, insanın öteki insana ve onun emek ve emek nesnesine ilişkisi için de doğrudur…” (sf 148)
Meta Fetişizmi
İşçi belirli üretim süreçlerine dahil olur ve bu üretim sürecinden meta ortaya çıkar. İşçi ürettiği bu metaya karşı yabancılaşır. Meta, işçi karşısında bağımsız ve ondan uzak bir güç halini alır, meta işçi için ulaşılması zor bir hedef haline gelir. Üretici olan insan, emeğinin ürünleri emekçinin karşısına özerk bir şekilde çıkar, emekten ve emekçiden bağımsız dışsal bir varlık halini alır.
Yabancılaşmanın en kötü durumlarından birisidir meta fetişizmi, çünkü insanlar için meta amaç halini alır. Son model bir telefon, lüks bir araba kullanan kişilere bir anlam yüklemektedir, kullanan kişilerin kendisini daha değerli hissetmesini sağlamaktadır. Cep telefonunun modelinin yenisinin çıkması önceki modeli değersizleştirmek ve bir üst modele ulaşmak amaçlanmaktadır.
Bir ürünün değeri, onun üretiminde saklı olan emek-zamanıyla belirlenir. Fakat bize, ürünün kendine has, kendinde gizliymiş gibi görünür-gösterilir. Meta bir kullanım değerine sahiptir. İnsanın ihtiyacını karşılayan, değişim-değerine sahip pazardaki her metanın aynı zamanda kullanım değeri mevcuttur. Kapitalizmde kullanım-değerinden daha çok değişim-değeri tüketicinin dikkatini çekmektedir. Pahalı bir ayakkabı, aynı ihtiyacı karşılayan daha ucuz bir ayakkabıya göre daha gizemli bir yer tutar. Bugün pazara sürülen ürün, yarın pazara sunulan başka bir markanın ürünü tarafından değersizleştirilir. Dün pazarda dolaşımda olan ürün tüketicinin gözünden düşer, bugün pazara giren ürün tüketicinin kişiliğine hitap eder. Bu döngü sürekli devam eder. Böylece kapitalizm metalarla yeni bir kültür açığa çıkarır; tüketim kültürü. Tüketim kültürü, insanların kendilerini metalarla ifade etmesini sağlamaktadır. Bir yemek, bir kıyafet, ev eşyaları olmazsa olmaz olarak gösterilmekte ve tüketici tarafından alınması için teşvik edilmektedir. “Sen daha almadın mı ?”, “sana uygun tarz”, “yılın modası”, “kendini yaşa” gibi tipik sloganlarla tüketim teşvik edilmektedir. Böylece insanlar arasındaki ilişkiler de nesneler arasında ki ilişkilere indirgenmektedir.
Kısacası, üretilen ürün üretenden kopar, uzaklaşır, üreten tüketici konumuna gelir ve ürettiğine farklı değerler biçer. Ürettiğinin kontrolüne girmeye başlar, insanın kendisinin yarattığı dinin insanı yönetmesi gibi meta’da insanı yönetmeye başlar.
Devrimci Mücadele de Yabancılaşmayı Alt Edelim !
Tüm örgütsel sorunların çözümünde ideolojik donanım ve mücadele başat aktördür. Örgüt alanında yabancılaşmayı çözümleme, çözüm üretme noktasında da MLM ideoloji rehberimizdir. Halktan beslenen, enerjisini, kadrolarını halktan alan sınıfın/halkın kurtuluş mücadelesine önderlik eden Komünist Partisi kendi iç çalışmalarında da, kitlelerden aldığı sosyal ilişkiler, yaşam tarzı ve çalışmalarda kitlelerin içine düştüğü yabancılaşma sorununu yaşayabilmekte-yaşamaktadır. Kitlelerden kopuk olmayan bir Komünist Partinin, kitleler nezdinde yaşanan sorunlardan yalıtık olması gerçekçi değildir. Komünist Parti sorunlardan muaf değildir, ancak sorunlarla bilinçli bir şekilde mücadele yürütmekle sorumludur, en üstten en alta her bir ferdi yabancılaşma sorunu da dahil her sorunu çözme görevi ile yüz yüzedir. Yabancılaşma da bunlardan birisidir, çözümü ise ideolojik donanım ve politik çalışmalardadır. “Politik çalışma tüm çalışmaların can damarıdır” Maoist şiarı, yabancılaşma sorununda da “sorunların çözümünde ideolojik donanım can damarıdır” şeklinde karşımıza çıkmaktadır…
Her devrimci militan-kadro, devrimci mücadeleye katılımında yüksek bir berraklığa sahip olmalıdır. Büyük fedakarlıklar, can bedelleri ile örülmüş mücadele devrimci militan-kadrodan netlik ve berraklık istemektedir. Örgüt çizgisini, komünizmin esaslarını, devrimci çalışmaların temel ihtiyaçlarını, asgari düzeyde mücadele tarihini kavramak bir devrimcinin yaptığı işin sorumluluk bilincini kavramasını sağlayacaktır. İdeolojik donanım, Parti çizgisini kavrama noktaları net olmadığında, ne için ve nerede olduğunun bilincine varılmadığında yabancılaşma kaçınılmaz olur.
İdeolojik donanımın getirdiği moral ve motivasyon, bilinçten gelen gönüllülük ve bağlılık önemli bir yer tutar. Alışılmış ‘ideolojik’ kavramlara boğulmuş, klişe sözlere gömülmüş mekanik devrimciliği ideolojik donanım ile yüksek katılımlı pratik çalışmayla alt edebiliriz. Devrimi bilinci ve duygularıyla yaşayan, yaşamını devrimle şekillendiren düzey ideolojik donanımı tamamlar ve yabancılaşmayı engeller. Tüm benliğiyle, bilinçli duygularıyla iş yapan, coşkusunu yitirmeyen, tembelliğe karşı olan bir davranış biçiminin olduğu yerde yabancılaşma yer bulamaz. Her devrimci, yaptığı her işin hedef ve amaçlarıyla bağını kurmalıdır, büyük küçük fark etmeksizin her görevi kucaklayan yaklaşım anın ve amacın ilişkisini sıkı kurmuş demektir. Hedefi muğlak olan yaptığı işten, döktüğü terden, verdiği emekten rahatsız olur, hantallaşır, yozlaşır ve yabancılaşır. Örneğin bir devrimci kitlelerden yakınıyorsa, düşman saldırıları karşısında kitlelere gitmekten, işçi sınıfını örgütleme çalışmalarından geri duruyorsa kendi amaçlarına, kitlelere, örgütüne yabancılaşmış demektir.
Tarihin yaratıcısı halk kitleleridir, tarihi kahramanlar yaratmamıştır, üreten, savaşan, yaratan kitlelerin eseridir. Tarih sınıf mücadeleleri tarihidir, sınıf mücadelesinin sahipleri ise geniş halk kitleleridir. Komünist Partisi, halk kitlelerin mücadelesinde birleştirici, öncü-önder, savaş gücü olarak stratejik zorunluluğun bir sonucudur. Elbette öncü-önder ve KP yadsınamaz önemdedir ancak halk kitlelerinin üzerinde, onlardan kopuk sadece öğretmen, yönlendiren, emir veren değildir. Bu anlayış sahipleri kitlelere yabancılaşmış revizyonist çizgiye sahiptir, nitekim Büyük Proleter Kültür Devrimi bu çizgiye karşı gelişmiş yeni bir devrim tarzı olarak tarihe not düşmüştür.
Halka yabancılaşma, “halk hep bize versin”, “halk hep bizi dinlesin” anlayışını ortaya çıkarır. Kitleleri harekete geçirecek pratikten yoksun, halkın devrimcileri dinlemesini, devrime katılarak mücadeleyi kucaklamasını beklemek tarzında da görünür. Önderlik/öncülük, kitlelerle iç içe, politika üreterek, kitleleri devrimci savaşa katmanın yol ve yöntemlerini bularak yapılır, “biz halka ne verdik”, “kitlelerle nasıl bütünleşiriz”, “halka devrimci çizgiyi nasıl götürürüz” sorularını kendimize yöneltirsek kitlelere karşı yabancılaşmanın önünü alabilecek adımlar atmış oluruz. Bir bölgeye sıkışmış kitle faaliyeti, daraltılmış devrimci faaliyet/mücadele, kitle ilişkisi bizlerin kitlelerle ilişkisini, devrimle olan ilişkisini sorgulamaya açarken, yabancılaşmayla da bağını kurar/kurmalıdır. Başka bölgelerde ki, fabrikalarda ki, okullarda ki milyonlarla aramızda bir bağ yoksa veya bu bağı kurmayı hedefleyen siyasete sahip değilsek-bu siyaset üzerinde yoğunlaşmıyorsak, milyonlara yabancı durumdayız demektir.
Kitleler içinde, savaş alanında yaşanan pratikler en iyi eğitmenlerdir, kitleler içerisinde pişmek, savaşta gelişmek yabancılaşma ile mücadele alanlarımızdır.
Bireyin Partiye yabancılaşması konusunda da sürekli mücadele halinde olmak, Partiyle sürekli bütünleşmeyi yakalamak Parti ve Örgüt bilincini geliştirecektir. Örneğin, durağanlığı, devrimin ve Partinin içinden geçtiği koşulları, yoldaşlarını düşünmeyen, eksikliklerini, geri yanlarını düzeltmek-kazanımlarını sahiplenip büyütmek istemeyen, sorgulamayan bir anlayış ilk önce kendisine ikinci olarak da Partisine yabancılaşıyor demektir. Salt kendi görüşlerini merkeze alan, çevresindeki yoldaşlarının fikir ve görüşlerini, üst organların kararlarını, kendi örgütlü olduğu komite dışında örgütü önemsemeyen, kendi görüşlerini ve pratiklerini merkeze koyan sekter ve bencil yaklaşımlar da yabancılaşmadan bağımsız değildir. Kendisiyle mücadele etmeyen, kendisini sorgulamayan değiştirmek istemeyen, Partiye-devrime-yoldaşlarına karşı da sorumluluk duymaz. Halkımıza-Partimize-yoldaşlarımıza karşı sorumluluk duyup, tüm bu sorumluluklarımıza göre yaşamımızı örgütleyebilmeliyiz, sorumluluklarımıza göre düşünmeliyiz ki Partiyle, devrim mücadelesiyle bir tek vücut olabilelim.
İki çizgi mücadelesinde yabancılaşma durumu çokça yaşanabilmektedir. Tarihsel anlamda ayrılıklarda, yoldaşlar arası fikir mücadelesinde, dost örgütlerle yürütülen iki çizgi mücadelelerinde bunu birçok kez görebilmekteyiz. İnsan sosyal bir varlıktır, tek başına değil topluluk ile yaşamını sürdürür. Her insan topluluğunun olduğu yerde sosyal-ekonomik gelişmelerin getirdiği, insanların çevresini kuşatan koşulların şekillendirdiği, insanın kendi öz dinamiklerinden de bağımsız olmayan birçok fikir, tartışma, pratik mevcuttur. Dünya ve evren tek çizgi üzerinde ilerlemediği gibi insan düşüncesi de tek çizgi halinde değildir. Farklı dünya görüşleri, aynı dünya görüşü içerisinde farklı fikirler, pratik yol ve yöntemlerde farklı fikirler, politika ve siyasette farklı taktikler ve davranışlar her zaman mevcuttur. Farklı fikirler dünyamızın kaçınılmaz gerçeğidir, aynı olaya-sürece her insan farklı yorumlar, farklı fikirler katmaktadır, aynı insan bugün düşündüğünün daha gelişmiş halini, hatta karşıtını yarın savunabilmektedir. Çünkü değişim durmaksızın sürer, her şey de olduğu gibi insan düşüncesinde de hareket ve değişim yasası işlemektedir. Çelişkisiz bir madde ve düşünceden bahsedemeyiz, doğanın diyalektiği gereği bu mevcuttur. Komünistlerin görevi, gerçeğe, somut dünyaya en yakınını, somutu ortaya çıkarmak, düşünce dünyasını gerçek maddi dünya üzerine kurmaktır. Her farklı fikir doğrudur ya da gerçektir diyemeyiz, gerçek ve doğru iki farklı şeydir. Anarşistler için doğru olan bizler için doğru değildir, ama dünyanın kendi etrafında dönmesi iki taraf için de gerçektir. Bizler doğruların gerçekle ilişkisini, doğruların neye ve kime göre doğru olduğunu, doğrunun sonucunun neye vardığını gözlemleyerek fikir mücadelesi yürütürüz. Gerçek temeller dayanak noktamızken yöntemimiz diyalektik materyalisttir. Bundan dolayı iki çizgi mücadelesinden kopmadan farklı fikirlere ikna yolunu kullanmak, baskı kurmadan fikirleri dinlemek, devrimci üslup ve hitapla tartışmak her devrimcinin görevidir.
Tartışmaları kestirip atmak, yetersiz kaldığımız yerde karşı tarafı suçlamaya koyulmak, kavga etmek yabancılaşmanın sonucu olan acizliktir. Tartışamadığımız, yetersiz kaldığımız yerde karşı tarafın fikirlerini dinlemek ya da tartışmayı normal bir şekilde sonlandırmak devrimci mütevazilik gereğidir. İki çizgi mücadelesi konusunda savunduğumuz doğrularımız eleştiri-öz eleştiri mekanizmasında da sürdürülmelidir. En önemli değişim ve gelişim araçlarımızdan biri olan eleştiri-öz eleştiri mekanizması iki çizgi mücadelesinin sürdüğü önemli bir alandır. Eleştiri yapmak kadar gelen eleştirilere karşıda tavrımız ve yaklaşımımız bu konuda ki yabancılaşmanın göstergesi olacaktır. Eleştiri almaktan, eleştiri yapmaktan korkmak, eleştiriye karşı tepki göstermek, misilleme yapmak, eleştiri yaparken elimizden geldiğince yıkıcı olmak, öz eleştiri verirken de liberal olmak, eleştiri yaparken yöntem sunmamak gibi birçok eksiklik Partimizin iki çizgi mücadelesinde ki görüşlerine yabancı yaklaşımlardır. Bu nokta da en belirleyici çözüm, tekrar ideolojik donanım ve kavrayıştır.
İdeolojik donanım çok okumak değildir, çok okuyup az kavrayan olmak yerine, her okuduğumuz-araştırdığımız konuyu kavramak, yaşamla bütünleştirmektir. Yaşama aktarılmayan, pratikle sınanmayan her bilgi bizlere yük olacaktır. Bilgi edindikçe erdemlileşen, bilgi edindikçe kudretli olan devrimcilik esas alınmalıdır. İki çizgi mücadelesine yabancılaşmanın üst yapıdan gelen alışkanlıklarla yakın ilgisi vardır. Din gibi değişimi yok sayıp mutlak otoriteyi kabul eden, toplumda yıllardır alışa gelmiş liderlik-şeflik kültürü, burjuvazinin kitlelerin içerisine yaydığı rekabet kültürü, kendini ve fikirlerini yanılmaz görme anlayışı gibi farkında olmadan yıllarca içinde yaşadığımız ve zihnimizin bir yerlerinde/derinliklerinde barındırdığımız alışkanlıklar, kültür ve dinin yansıması iki çizgi mücadelesini kavrama ve hayata geçirme noktasında önümüze engeller çıkarabilmektedir. Eskiyi yok edip yeniyi yaratmak yabancılaşmayı alt etmenin en önemli başlangıcıdır.
Alınan karar ve perspektiflere yabancılaşma noktasında da yabancılaşmanın etkilerine rastlamak mümkündür. Kongrelerimizde, Konferanslarımızda alınan kararların uygulanmasında ısrarcı olma, kararlara karşı sorumluluk bilinciyle dolu olma, herhangi bir komite veya komutanlıkta alınan kararları uygulama ve uygulatma da ısrarcı olma konusunda yabancılaşma şu şekilde açığa çıkabilmektedir; umursamaz davranmak, uygulanmadığında rahatsızlık duymamak, karar ve perspektifleri keyfi yorumlamak, Partinin önüne koyduğu hedeflerin gerçekleşip gerçekleşmediğinden bihaber olmak, sorunların çözümüne kafa yormamak vs.
Her Maoist, Partinin hedeflerine, görevlerine, perspektiflerine karşı son derece duyarlı olmak zorundadır. Bir hedefe ulaşılamadığında neden ulaşılamadığını düşünmeli, geleceğe dair planlar uygulan(a)madığında neden uygulan(a)madığını düşünmeli, sorunların üzerine gitmelidir. Parti dışından bir ‘yabancı’ gibi izleyici konumunda olmak yabancılaşmanın büyük bir göstergesidir. Bir diğer gösterge de sorunlar karşısında, yetmezlikler karşısında yıkıcı, bozguncu, sorumsuzca “atıp tutan”, sözde sahiplenen ama özünde zararlı olan yaklaşımdır. Bu yaklaşımlar görünüşte “solcu” özünde “sağcı” olan Parti bilincine yabancı yaklaşımlardır. Kararlar almak, kararların uygulanmasında ısrarcı olmak, perspektifler sunmak ve perspektifler doğrultusunda hareket etmek olağan işleyiş iken hedeflere ulaşılmadığında, kararlar uygulanmadığında umutsuzluğa kapılmak, sekter-yıkıcı yaklaşımlarda bulunmak yabancılaşmanın birer ürünleridir. Birey, nasıl ki üretim içerisinde üretime ve ürettiğine yabancılaşıyorsa, toplumsal ilişkilerde de bunu yaşıyor, yaşatıyor ve tekrar üretiyorsa, katıldığı Komünist Parti saflarına da bunu taşımaktadır. Parti içi örgütsel/kollektif yaşama uyumda, parti içi sorunlara yaklaşımdaki yanlış tarzlarda, içinde yer aldığı parti görevlerine ve kararlarına yaklaşımda bunun etkilerini görebilmekteyiz.
Sonuç
Yabancılaşmanın üzerinde yükseldiği ve beslendiği ekonomik temeli-üretim ilişkilerini değiştirmeden salt eğitime dayalı, tek başına üst yapıda bir değişim sonuçsuz/yetersiz kalacaktır. Ekonomik temeli sarsmadan ve yıkmadan sorun ve çelişkileri eğitim ve ideolojik kalıplarla çözmeye çalışmak klasik aydınlanmacı yaklaşım olacaktır. Bundan dolayı, devrimde ısrar, sosyo-ekonomik, ideolojik alanda ve üst yapı alanında kitlelere mal olan devrimci-komünist değişim esas alınmalıdır.
Yabancılaşma süreci işçi sınıfı açısından olumlu ve olumsuz iki yönü içeresinde barındırır. İşçinin, içine girmiş olduğu üretim sürecinde, emeğine, çevresine, doğaya yabancılaşması olumsuz yönüdür. Olumlu yönü ise yabancılaşmanın bilincine varan işçi bunun kurtuluşunun devrimle gerçekleşeceğinin kısmi olarak bilincine varır, bu bilinç ise kendi kendine gelişip oturmaz, Komünist öncünün önderliğiyle birlikte yabancılaşmaya karşı proleter bilinç kazanılır. “Tüm patronların aynı olduğu”nun bilincine varan işçi, ürettiği ürün üzerinden nasıl artı-değer kazanıldığını öğrenen işçi devrimci önderlikle birlikte köklü bir sınıf bilinci ve mücadelesini kavrayacaktır.
Günümüz toplumunda insanların kendi güçlerine, dayanışma ruhuna ve sınıf bilincine karşı yabancılaşması çok büyük boyutlara varmıştır. Yoksulluk yüzbinlerce emekçinin, öğrencinin yaşamını etkileyen en büyük etken haline gelmiş durumda. Birleşerek yeryüzünü titretecek emekçi yığınlar kendi sınıf birliği ve çıkarlarına karşı yabancılaştığı için kendisini güçsüz hissedebilmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz süreçte ard arda patlayan grevler sürece güç katarken, yine ardı sıra gelen genç öğrencilerin ve hatta aile olarak intihar eden emekçiler ve emekçilerin evlatları bizlere her şeyi açık bir şekilde göstermektedir.
Mafyatik silahlanma, sokak kavgaları halkın parçalı hali büyük bir hızla büyürken kapitalizme karşı mücadele yavaş bir şekilde ilerlemektedir. Kadın ve LGBTİ katliamları günlük bir olay gibi yansırken yeterli düzeyde birlik ve mücadele örgütlenememektedir. Halkın kendi öz gücüne yabancılaşması, devrimci/sosyalist politik-askeri öncülerin halk kitlelerine ve sorunlarına yabancılaşması ise kitlelerin kendiliğindenliğini geliştirmektedir. Politika üret(e)memek, kitlelere git(e)memek, sorunlarına çözüm üreterek kitlelerle bütünleş(e)memek, kitlelerle buluşacak araçlar-taktik örgütler-politikalar geliştir(e)memek vb vs, kitlelerden öğrenme ve öncülük etme noktasında ki zayıflıkların aşılması durumunda kitle-öncü ilişkisinde yaşanan yabancılaşmalar da aşılacaktır.
Öznelerin nesneleştiği, üretenin ürettiğine, insanın insana, insanın doğaya yabancılaştığı kapitalist toplumda yabancılaşma sürekli olarak kendini yeniden üretir. Sosyalizmde de yabancılaşmanın kendini yeniden ve yeniden üretmesi üretim ilişkilerinde ki değişim ile büyük oranda kısıtlansa da bitmiş değildir, bağrında taşıdığı çelişkilerden dolayı sürecektir.
Yabancılaşmaya karşı, kendi benliğimizden başlayıp, çevremizde, partimizde ve halkımız içerisinde sürekli mücadeleyi esas almalıyız. Kitlelerden öğrenmeliyiz, kitlelerin çelişkileri, sorunları, yaşam standartları bizlere sorunları kavratacak ve öğretecektir. Kitlelerle yaşamalı, kitlelerle çalışmalı ve kitleleri örgütlemeliyiz. Halktan kopuk “bayramdan bayrama” halka uğrayan Marksizm diye bir şey yoktur. Her gün, her dakika ve her saniye Marksizm fabrikalarda, okullarda, savaş cephelerinde yeniden hayat bulmaktadır, önemli olan onu yakalamak geliştirmek ve ilerletmektir. Bizler için yabancılaşmanın panzehiri Marksist-Leninist-Maoist öğretiden başka bir şey değildir.
Günümüz dünyası kapitalist sistemin sarıp sarmaladığı, hiçbir boşluk bırakmadığı nesneleşmiş bir dünyadır. Yaşamımızın her anında bunu yaşamak, tanık olmak kaçınılmazdır. Yabancılaşma olgusu kendisini sürekli bir yerlerde gösterecektir. Bir sözümüz, farkında olmadan savunduğumuz kimi fikirlerimiz, Partiyle ilişkimiz, halkımızla ilişkimiz, kitlelere bakış açımız, kullandığımız dil ve üslubumuz, farkında olmadığımız yabancılaşma olgusunu taşıyabilir. Bundandır ki, yabancılaşmaya karşı devrimci yaşam ve kültürde ısrarcı olmak, devrimci kalmak ve devrimde kalmak için tartışılmazdır.
* Bu yazı ilk olarak Sosyalist Halk Savaşı Gazetesi’nin Ocak 2024 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştır.