Uzun zamandan beridir, Türkiye- K. Kürdistan’da siyasal, ekonomik, kültürel durum saraydaki zatın iki dudağı arasına sıkıştırılmış durumda. Yani, faşizm, en saldırgan, en açık haliyle kitleleri, hatta “muhalif” burjuva kesimleri bile kuşatmaya almış durumdadır. Türk- İslam sentezli faşist iktidar kendisinden olmayan herkese düşman. Bu düşmanlığın çemberi öylesine genişletilmiş ki, sadece insana değil, hayvana ve doğaya karşı da sirayet etmiş durumdadır.
Ülke, aslında artık yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin ise yönetilemediği bir kaos ortamı içindedir. Gerçekten de her ne kadar görüntü “tek adam” diktatörlüğü görünümü verse de aslında diktatörü çevreleyen ve onu kendilerine maske eden bir sermaye grubu, tarikatlar ve daha da önemlisi, emperyalist tekellerin somut gerçekliğini göremezsek, bütün olup bitenleri bir diktatörün kişisel faşist hırslarına göre açıklamaya kalkarız ki, bu, sorunu kaynağından aramamak anlamına gelir. Doğal olarak da yönelimimizde büyük bir bilinç bulanıklığına neden olur. Ordusundan-polisine, bürokrasisinden–sermaye gruplarına, tarikatlardan-resmi dini kurumlarına kadar organize olmuş bu saldırgan güç odağının, halka dönük yığınlarca saldırılarını sıralamak, yani, bakın şunları, şunları yapıyorlar demek tek başına hiçbir anlam ifade etmez, etmiyor da. Söz de “muhalif” diğer burjuva kliklerinin yaptığı tam da budur. Ki, zaten onlardan daha fazlasını beklemek, aptalca bir iyimserlik olur.
Faşist iktidarı, burjuva muhalefetiyle güncel durum
Ülkede sürmekte olan ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın, krizin en büyük sorumlusu hiç kuşku yok ki uluslararası emperyalist tekeller ve en başta da dünyayı kan gölüne çeviren savaş baronlarıdır. Dünyanın bütün geri bıraktırılmış ülkelerinde olduğu gibi, AKP’yi ülkemizde iktidara taşıyan da onlardır. Emperyalistler, kendilerine kölece bağlı olabileceklerle iş tutarlar. Erdoğan’ın; “Bana verilen görevi yapmak için gerekirse papaz elbisesi giyerim” söylemi tam da bunun en açık delili niteliğindedir. Radikal bir muhafazakâr İslamcının bu söylemi, boşa söylenmiş yabana atılır bir söylem değildir. Emperyalistlerin maşası olduğunun açık ifadesidir. Köle ruhlu bu tip maşalara tarih pek çok kez tanık olmuştur ve sonları da tarihin o pis kokan çöplüğünün dışında başka bir yer olmamıştır.
Ülkede ki mevcut siyasal duruma ilişkin uzun uzun cümleler kurmaya çalışmak çok anlamlı değildir artık. Çünkü her şey aleni bir biçimde herkesin gözleri önünde cereyan etmektedir. Öyle bir kaos ortamı yaşanıyor ki, iktidardaki İslamcı faşist klik kendi hukukunu, kendi anayasasını ve yasalarını tanımaz durumdadır. Başta parlamento olmak üzere, Anayasa Mahkemesini, devletin yapısal kurumlarını işlevsiz hale sokmuştur. Dediğim dedik, çaldığım düdük, havası içindedir bu faşist iktidar. Bilimsel eğitim yerine, gerici, ilahiyatçı eğitimin dayatılması ve tarikatçılara devredilmesi, mahkemelerin aleni bir biçimde iktidarın sopası olarak kullanılması, sokak hayvanlarının topluca katledilmesi yasasının çıkartılması, kadına dönük taciz, tecavüz ve katliam suçlarının cezasızlıkla ödüllendirilmesi, mafya çetelerinin bütün suçlarına kol kanat gerilmesi, kitlelerin başına taş yağdırırcasına zamların yağdırılması, bütün yeraltı-yerüstü zenginlik kaynaklarının emperyalist tekellere ve onların işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi, iktidar koltuğuna oturanların sıkıştıkça savaş naraları atması vb. . Bütün bunlar, iktidarın nasıl bir siyasal süreç içinde olduğunu gösteren durumlardır. Ancak bizim meselemiz durum tespiti yapmanın ötesinde bir meseledir. Yani, sorun sadece durum tespiti yapmak değildir. Bu saldırılar karşısında, halkın çıkarları için devrimci taktik mücadele yöntemleri bulup hayata geçirmek önceliğimiz olmak durumundadır.
AKP- MHP ve bunların temsil ettikleri sermaye kliği dışındaki hemen hemen her kesim bir değişim ve dönüşümden söz ediyor. Yani, mevcut durumdaki hoşnutsuzluklarını yüksek sesle ifade ediyorlar. Her kesim, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda bir arayış içindedir. Devletin köklü partisi CHP yönetimi, Erdoğan diktatörüyle tokalaşarak politikada “normalleşme” arayışı içine girerek, faşist baskıların birazcık olsun yumuşatılması yolunu seçti. Esas olarak mevcut sistemin biraz yumuşatılarak devamından yana olan sendikacılar, gazeteciler, sözde aydınlar ve kimi sermaye çevreleri bu politikanın arkasında sıraya dizilerek, halkın yararına sonuçlar çıkarma gayretkeşliğine soyundular. Ancak, Erdoğan ve Bahçeli, “anormal olan sizin muhalefet biçiminizdir. Normalleşmesi gereken biz değil sizsiniz” diyerek, zerrece taviz vermeden, muhalefete ayar çektiler. Sözde normalleşme ve yumuşamanın aksine, faşist baskı ve saldırıların dozajı daha da arttırıldı. Can Atalay meselesindeki tutumda ayyuka çıkan hukuksuzluk durumunun altını özellikle çizmek gerekir. Herkes ve her kurum için bağlayıcı olan Anayasa Mahkemesinin kararları hiçe sayıldığı gibi, Anayasa Mahkemesi şamar oğlanına çevrilmiş durumda. Elbette Can Atalay ve haksız-hukuksuz bir biçimde zindanlara doldurulmuş tüm tutsakların da aynası durumundadır. Bu, meselenin bir yanı. Esas olanı ise, faşizmin belirgin özelliklerinden biri olarak iktidarın hukuk tanımamazlğı, hedef şaşırtma ve gündem değiştirmedeki maharetidir.
Doğru pencereden bakıldığında, ülkede her şey güllük gülistanlıkmış algısını yaratan sokak hayvanlarının katliamına bulduğu “uyutma” gündemi iktidarın halkın dikkatini gerçek sorunlardan alıp nasıl bir manipülasyon yarattığına iyi bir örnektir. Kuşkusuz bu örnekle hayvan haklarını küçümser bir anlayış içinde değiliz. Aksine, faşist iktidarın gerçek niyetine aleniyet kazandırmak istiyoruz. İktidarın bu gündemi yaratmasının birinci nedeni; açlık, yokluk, yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, hukuksuzluk ve adaletsizliğin konuşulmasını engellemek, ikincisi de bu yasayla özellikle muhalefet belediyelerin sırtına suç yükleyerek halkla belediyeleri karşı karşıya getirmektir. Bu, özel olarak muhalif kesime (esas olarak da CHP’ye) kurulmuş bir tuzaktır. Çünkü CHP 31 Mart yerel seçimlerinde belediyelerin büyük bir çoğunluğunu kazanarak birinci parti konumuna gelmişti. Yani, burjuva muhalefetin öteki kesimi, artık iktidarı “tehdit” eder duruma gelmişti. İktidar, bunun önünü mutlaka kesmeliydi. Bula bula sokakta yaşayan köpeklerin katliamını gündeme soktu. Peki bu kurnazca taktik tuttu mu? Bizce baltayı kendi ayaklarına vurdular. Mesele ülke içindeki ciddi protestolarla kalmadı, ülke sınırlarını da aştı. Ülke dışında Türkiye’ye turistlerin gitmemesi kampanyaları başlatıldı. Beş kuruşa beş takla atan AKP şaşkın ördeğe döndü. Kendisinin çıkarttığı yasa hakkında konuşamaz hale geldi. Hemen ilk günlerde Erdoğan’ın çanak yalayıcısı birkaç belediye dışında, katliam yasasını uygulayacak AKP’li belediyeler bile bulunamadı. Çünkü her bir uygulama AKP’nin gerek ülkede ve gerekse yurt dışında teşhirinden başka hiçbir işe yaramayacaktı.
“Osmanlı’da oyun çok” özdeyişini doğrularcasına iktidar, pantolon olmadıysa, gömlek verelim misali, bu kez belediyeleri iş yapamaz konuma sokmak için yıllarca kendilerinin biriktirdikleri borçları, daha yeni yönetime gelmiş belediyelerden alma kararı çıkarttılar. Ödenmemesi durumunda haciz koyacaklarmış. Mesele halkın sorunlarının giderilmesi meselesi değil, iktidarda kalma meselesidir. İktidarda kalabilmek için, ekonominin başına getirdikleri emperyalistlerin has uşağı Mehmet Şimşek, vergi küfesini dar gelirlilerin sırtına yüklemekten, milyarları da emperyalistlerin ve sarayın kasasına aktarmaktan başka bir şey yapmadı. Ki zaten kendisinden istenen de buydu.
Sendika isteyen işçilerin coplanması, çalışmasına rağmen aylarca maaşını alamayan işçinin durumu, Ürünü tarlada kalan çiftçinin, iş yerini kapatmak zorunda kalan esnafın isyanı, bir ay içinde katledilen ellinin üzerinde kadının feryadı, halkın iradesinin yok sayılması, kayyım atamaları, gibi pek çok toplumsal sorun Türkiye-K. Kürdistan’daki siyasal durumun bütünlüklü aynasıdır. Bu durum, çelişkilerin giderek keskinleşeceği ve faşist saldırıların giderek hız kazanacağı anlamına gelir. Zaten faşist iktidarın, konumunu sürdürebilmesinin başka da alternatifi yok. Hatta ülkeyi bir savaşa bile sürüklemekten çekinmeyeceklerini görmek gerekir.
İç savaş tehdidi ve klikler arası gerilim
Savaş demişken muhtemel bir olasılığı hiçbir zaman unutmamak gerekir. Bu, bir iç savaş ihtimalidir. Tıpkı Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Yemen vb. ülkelerde olduğu gibi. Erdoğan’ın bol keseden tehditleri karşısında, İsrail’in, “Türkiye’yi Irak’ın durumuna dönüştürmekle” tehdidi yabana atılacak bir tehdit değildir. Emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda oluşabilecek böylesi bir durum halklarımız açısından tam bir felaket olur. Bu yüzdendir ki, tüm devrimci-demokratik kurumların bugünden emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin oyunlarını boşa çıkartacak politikalar belirlemeleri ve ortak hareket noktaları oluşturmaları gerekir. Bugünden bunun hazırlıkları yapılmazsa, yarın çok geç kalınmış olunabilir. Emperyalistlerin, bu dönemde sıkça baş vurdukları “böl- parçala yönet” politikaları, başta Orta Doğu olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında aralıksız devam ettirilirken, Türkiye- K. Kürdistan’ın bu politikaların dışında tutulabileceğini düşünmek tam bir saflık olur. Kaldı ki farklı ulusların, farklı inançların ve kültürlerin yaşadığı bu coğrafya, emperyalistlerin söz konusu politikalarına oldukça da açık bir coğrafyadır. Bu yüzden, güncelliğini koruyan bu mesele, devrimcilerin, demokratların ve tüm anti- emperyalist kesimlerin gündeminde olmak durumundadır. Bu konuda komünistlerin politik tutumu açık ve nettir. Bu türden emperyalist saldırılar karşısında, anti- emperyalist bir set oluşturmak, saldırıları püskürterek boşa çıkartmak ve sınıfın öncülüğünde halkın kendi iktidarını kurup pekiştirmektir.
İçinde bulunduğumuz bu sürecin dönemsel özellikleri, (sadece ülkemiz açısından değil) giderek daha gergin ve zor bir sürece işaret ediyor. Hemen hemen muhalif bütün analizler, hem ekonomik krizin yarattığı sonuçlar ve hem de bu sonuçlardan kaynaklı olarak gelişebilecek halk hareketlerinin önüne set oluşturmak, öte yandan uluslararası alanda yükselen pazar dalaşı, “alan kapma” kavgaları, çelişkilerin yoğunlaşacağı, buna paralel olarak baskıların artacağına dair gerçekçi tespitler ve analizler yapılmaktadır, bunlar iyidir. Ancak önemli olan, yapılmış doğru tespit ve analizler doğrultusunda pratik çözümlerin adımlarını atabilmektir. Bu da “dünyayı yorumlamak yetmez, değiştirmek gerekir” esasına göre hareket etmekten geçer.
Faşist iktidarın politikaları doğrultusunda, ülkede siyasal ortamın yarattığı çelişkilerin giderek keskinleştiği bir durumla karşı karşıya olduğumuz tereddütte yer bırakmayacak kadar açıktır. Bu çelişkiler, -esas olmakla birlikte- sadece emek ile sermaye arasındaki çelişkiler değildir. İktidar paylaşımından kaynaklı, burjuvazinin kendi aralarındaki çelişkiler, tarım emekçileri ile iktidar arasındaki çelişkiler, ezen inanç kesimiyle, ezilen inanç kesimleri arasındaki çelişkiler, doğa ve çevre savunucuları ile iktidar arasındaki çelişkiler, kadın ile erkek egemen toplum arasındaki çelişkiler, bir kar topu gibi yuvarlandıkça büyüyen, büyüdükçe karmaşıklaşan bir hal almış durumdadır. Bu, sadece içe dönük bir durum değildir. Dış politikada da inanılmaz bir savruluş, belirsizlik, burjuva devlet adabına bile uymayan Kasımpaşa kabadayılığı tutumu ve davranışıyla idare etme politikaları güdülüyor. Yani neresinden bakarsanız bakın, bu devletin çivisi çıkmış durumda. Kuşkusuz bunda en belirleyici etken ekonomik krizin inanılmaz boyutlarda oluşudur.
Enflasyonun yüzde yüzlerin üzerinde oluşu, tarım üretiminin durma noktasına gelmiş olması, ithalatın, ihracatın çok üstünde olması, “adil” bir vergi politikasının olmayışı, ekonomik sıkıntıların bütün yükünün yoksul halk yığınlarının sırtına yüklenmesi vs. bir de üstüne üstlük hukukun tamamen rafa kaldırılması ortamlarda siyasal istikrar beklemek sadece bir hayal olur ki gerçek durum da yönetenlerin yönetememe halinin artık bir gerçeklik olduğudur. Gerçek bu olunca, doğal olarak, iktidarla çelişkiler yaşayan her sınıf, her kesim kendi çıkarları doğrultusunda bir yol arayışı içindedir. TÜRK- İŞ bile, bir sarı sendika olarak, yükselen işçi sınıfı mücadelesi karşısında, bir kar topu gibi erimemek için, ülkenin 81 ilinde, aynı anda protesto eylemleri yapmak zorunda hissedebiliyor kendisini.
Sosyalizme ancak önündeki engeller bir bir kaldırılarak ulaşılır!
Tam da bu noktada komünistlerin, anın sorunlarına müdahale edebilen, basitten karmaşığa doğru bir gelişme durumuna olanak veren bir yol haritası çıkarması acil önem arz ediyor. Marks’ın da belirttiği gibi, “İnsanlık kendi önüne, ancak çözebileceği görevleri koyar. Çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, görevin kendisi, ancak çözümünün maddi koşullarının mevcut olduğu ya da en azından oluşma sürecinde olduğu yerde ortaya çıkar.” Bizim irademizin dışında, mevcut somut durumdan kaynaklı, hemen, şimdi veya zamanını henüz belirleyemediğimiz bir zaman dilimi içerisinde sosyalist devrimi gerçekleştirme, iktidarı devralma olanağına sahip değilsek, o zaman, iktidarlaşmanın önündeki engelleri bir bir kaldırmak durumundayız. Bunun için de Marks’ın dediği gibi, önümüze “ancak çözebileceği(miz) görevleri koymak” doğru devrimci tutum olacaktır.
Bizler, toptancı, nihai bir çözümden söz etmiyoruz. Nihai çözüme, yani sosyalizme, daha da ötesi komünizme varabilmek için ara çözümlerden, daha açıkçası reformlardan, demokratik mücadele kazanımlardan söz ediyoruz. Çünkü biliyoruz ki nicel birikimler olmadan, nitel sıçramalar mümkün değildir. Yani doğru taktik mücadele biçimleri ve araçlarıyla stratejimizi beslemek durumundayız. Sosyalizme öyle ha demeyle ulaşılamayacağına, bütün sorunlar devrim denen nitel bir değişime ertelenmeyeceğine göre, o zaman kısmen de olsa çözülebilecek ve kitlelerin desteğini de arkasına alabilecek odak noktalara yoğunlaşmamız gerekiyor. Bunu sözle değil, pratik eylemlerimizle emek alanlarına üniversitelere ve devletle halk arasındaki çelişkilerin keskinleştiği her alana, düşmanı küçümsemeden ve kendi subjektif gerçekliğimizi de göz ardı etmeden taşımak zorundayız. Bu dolambaçlı ve bin bir engellerle dolu yollar aşılmadan, hedefe varmak ya lafı güzaftır ya da hayal ürününden başka bir şey değildir.
Bu anlamıyla, kazanılmış bir demokratik hak olan sendikalar işçilerin elinden neredeyse alınmışken veya işlevsiz hale sokulmuşken, işçilerin sendika istemlerine, en azından geçinebilecekleri ücret taleplerine, sosyal hak talepli mücadelelerine, “bunlar devrim sorunudur” deyip sırtımızı dönemeyiz. Ürünü tarlada kalan köylünün isyanına kulak tıkayamayız. Okuyabilmek için barınacak yer bulamayan öğrencinin, ev kirası ödeyemeyen emeklinin, sokakta katledilen kadının feryadını duymamazlıktan gelemeyiz. Devrim, bütün bu meselelerde atılacak her ileri adımlar üzerinde inşa edilebilir. Bu yüzden komünistlerin sadece genel bir stratejik programa değil, kısa ve orta vadeli taktik programlara da ihtiyaçları var. Günü birlik politikalarla değil, planlanmış, programlanmışı disiplinli bir eylem çizgisiyle bu sorunların üstesinden gelinebilir ve iktidara ulaşmanın önündeki engeller aşılabilir. Yol uzun ve engellerle doludur. Zorun, zorla devrilmesi ise ancak doğru eylem çizgisiyle mümkündür.