HABER MERKEZİ(10.10.2017)-Derenin kıyısında, yılanların bol olduğu bir yerdeyim. Suyun aynasında ağaçlar, çiçekli çalılar, yüzüm ve romanın ön kapağı. Ruhumu dayanılmaz bir yük olarak taşıyordum yıllar önce; bu romana döktüm, ferahlar gibi oldum.
Avrupa’daydım. Bir yığın müze, galeri ve kilise gezmiş, Dersim yaşlılarının anlatılarında, ruhlarında konaklamış, bilgiler toplamışım. Sonra Avustralya’ya geliyor oturuyorum, 1995-1996 arasına sıkışan şaşkın ve berduş bir zaman diliminde yazıyorum bu romanı. Alıp, Avrupa’ya geliyorum. O dönem beni hiçbir ciddi yayınevi adam yerine koymuyor. Piya Yayınevi’ni yöneten Mehmet Çetin, ben yayınlarım diyor. Edebiyattan ve güzel kadınların keşfedilmesi güç bakışlarından, nazirelerinden gayet iyi anlayan, sevdiğim bir şair. Tamam dedim. Piya Yayınları’na dair fazla bir bilgim yok. Bildiğim kadarıyla şairler var, hayatın söyletmek istediği şeylerin tam tersini söyleyen ve bade ile hemhal olmayı seven derviş ruhlu şairler… Yayınevi şairlere ait olduğu için sahibi yok. Dağıtımcısı da yok. Yokun dışında hiçbir şey yok. Sokak kedilerinin sığındıkları masum ve metruk bir haneyi andırıyor. Romanım böyle bir yerden çıkıyor işte. Nasıl çıktı, nasıl elde ettilerse, ilk okurları savcılar oluyor. Zaten Türkiye’de en çok kitap okuyanlar da onlar. Taktir ederim. Hemen yasaklıyorlar.
Suyun karşı kıyısındaki kayaya kahve renkli bir yılan tırmanıyor. Kıtanın altmış çeşit zehirli yılanlarından biri. Hayatın onulmaz şerefsizliğine karşı etkin zehirlerle donanmışlar. Ne yapsınlar. Seyrediyorum. Müzekkere ile tezkerenin kökenini araştırırken yılanı gören ve anında zikri keşfedip zikre duran zahit gibi hissediyorum kendimi. Dikkatim yılandan, romanımda kaynayan duygu yumağına ve yumakta durmaksızın biçim değiştiren gizil güçlere, yılanlara yöneliyor.
Ve ilk baskısından bu yana on dokuz yıl geçiyor, sır perdesi iyice aralanıyor, peş peşe kitaplar yayınlanıyor, yeni belgeler, tanıklar çıkıyor ortaya. Ve ben hemen hepsini dikkatle izliyor, okuyorum. Dibi karanlık ormanlara masal anlatan kadın gelip içime yerleşiyor. Okur eleştirilerini de göz önünde bulundurarak gözden geçirmek zorunda kalıyorum bu belge ve duygu yumağını. Bitirdikten sonra, üç yıl boyunca büyük yayınevlerinde yayınlatma çabası içine giriyorum. Hiçbiri yanaşmıyor. Sonunda, felaket ve çöküntü anlarının mazlum kitaplarını yayınlayan bir yayınevi buluyorum. Şu anda elimde bulunan roman bu yayınevinden çıkıyor.
Ayağa kalkıyorum. Kafamda eski okur eleştirileri. Ne gramatiği ne de tematiği var. Asabı bozuk, yalın bir dil. Romanım yasaklandığı günden bu yana, ilk on yıl sessiz geçiyor, son dokuz yıl ise okur eleştirilerine hedef oluyor. Yasaklanan, dağıtılmayan, olmayan bir romanı bunca yıl sonra nasıl buluyor, okuyorlar bilmiyorum. Eleştirilerinin merkezinde Yavan’ın fallusu var. “Eğer yazmak istiyorsan bu kadar açık bu kadar büyük bir fallusla yazma,” diyorlar. Anlatımımı sınırlayan, iğdiş eden gizli bir dil kullanmamı istiyorlar. Katı ahlakın kurbanlarını anlıyorum ama böyle bir dil de beni özgürlükten ve edebiyattan uzaklaştırıyor. O sahneleri insan yaşayınca ne güzel oluyor, anlatınca da güzel oluyor. Okuyunca neden güzel olmasın. Dinin ve mülk ahlakının azizliği işte…
Patikaya giriyorum. Kuşların eşleşme çağrıları ormanı sarmış. Gövdenin bütün organlarının maceralarından söz ediyor bu çağrılar; eski bir Dersim klamını anımsatıyor bana:
“Hımé çıktı dam üstüne
Donun indirdi dizine
Xıme böyle dur öpeyim
Söyledi ‘kalsın öğlene’”
Bu tip klamları doğuran bir halk hiç Yavan’sız olur mu? Yavan’sız bir yaşam dünyanın neresinde var?
Kim ne derse desin, roman en kaba ifadesiyle bir çarpma hareketidir. Hayatın görünmeyen tüm illetlerini ve inceliklerini özümler, döver, ateşe dönüştürür ve o ateşle sadece görünen resmi devlete değil, asıl, görünmeyen sivil devlete de çarpar.