Pozitivizmin Marksizm’e etkileri üzerine-2

Pozitivizmin Marks ve Engels Üzerindeki Etkileri

Sonuç olarak, Marks-Engels’le pozitivist-aydınlanmacı etkiler esasen politik-teori alanında determinizm olarak/kimi kavramsallaştırmalarda vs. kendini gösteriyor. Kimi düzeltmeler yapmış olduklarını verdik. Önemli şeylerdir bunlar. Birde bu sorunda Marks ile Engels’i ayırmakta gerekmektedir. Hataların sonradan sisteme dönüşmesinde Marks sonrası Engels’in yaptığı kimi alanlarla da ilgisi var. Dolaylı konular olduğu için geçiyoruz. Özellikle Marks’ta temelleri olsa da, Engels tarafından formüllendirilen  ¨bilimsel sosyalizm¨in Ortodoksist sapmaya önemli kaynak oluşturması söz konusu. Gelecek tahayyülünün teoride saptanmış ¨ilkeler¨ ile bilim olarak ortaya konması: Marks’ın Avrupa’ya sınırlı somut teorisini-sosyalizmin bilimi özdeşleştirmek-evrenselleştirip tarihsel olan teorinin her kategorisini katı ilkelere dönüştürerek felsefeyi, toplumsal hareketten/devrimden dışlanmasına dönüşmüştür, Marks-Engels sonrası. Nihayet, bu mesele Lenin’i de Mao’yu da tıkayan; ama zorlanarak da olsa aşacakları bir mesele olmuştur

HABER MERKEZİ(19.03.2018)-Öncelikle belirtmek gerekir ki, pozitivizmin Marks ve Engels (her ikisini böyle bir tartışmada özdeşleştirememek ve ayrı ela almak gerekir. Zira Marks’ta mevcut olmayan bir dizi etki durumu Engels’te görülebiliyor. Fakat biz sınırlı bir pozitivizm tartışması yaptığımızdan, ikisi arasındaki farkları konu etmeyeceğiz; dolayısıyla birlikte ele alıyoruz) üzerinde direk bir etkisi, bir özdeşleşme, aynı sınırlarda dolanma hali olduğunu söylemek güçtür. Marks’ın Marksizm’i pozitivizme karşı gelişmiştir. Öyleyse etkilenme diyalektik etki alanı içinde bir etkilenmedir: dolaylı tekil etkilerinden söz edilebilirse; o da dayandıkları kimi ortak öncüller ve bilimden kaynaklı determinist genellemelerin pozitivizmle çakışmasıdır. Genel anlamda aydınlanma felsefesinin yarattığı ortam sınırlarında bir etkilenme durumundan söz edilebilir.

Marks’ta pozitivizm üzerine farkındalık güçlüdür; felsefi düzlemde kendisini pozitivizm karşısında konumlandırdığına işaret etmiştik. Marks 1866’da Engels’e yazdığı bir mektubunda Comte ve pozitivizmi hakkında şöyle ifade eder yargısını: ¨Bu arada bir yandan da Comte’u okuyorum, çünkü burada İngilizlerle Fransızlar bu herif hakkında epey şamata yapıyorlar. Onları büyüleyen şey ansiklopedik biçim, sentezler. Ama Hegelle karşılaştırırsan, zavallıca (hem de Comte mesleği bakımından matematikçi ve fizikçi olarak Hegel’den üstün, yani ayrıntılarda üstün; ama insan bütünü düşündüğü zaman Hegel sonsuz derecede üstün). Ve bu süprüntü pozitivizm 1832’de ortaya çıktı.¨

Marks, Comte’u bütünde değersiz görüyor Hegel karşısında; ama detaylarda, kimi sentezlere de dikkat çekiyor. Hegel’in bilgi ile kurduğu tarihsel diyalektik bağla, Comte’un ansiklopedik bilgi haznesi oluşu karşısında bütünde üstünlüğünü öne çıkararak, Comte’u bir manada paçavraya çeviriyor. Fakat, detaylarda, tekil sentezlerde, bilimci özelliğini kullandığı ampirik sentezleri de görüyor; buralardaki Hegel’e üstün yanlarına da atıf yapıyor. Buradan Marks’ın Comte’den etkilendiği sonucu çıkmaz elbet. Hegel’le karşılaştırılması bile pozitivizm’le farkındalığın çok derin olduğu ortada. Bunun dışında Marks’ın bilimsel bulduğu sentezlerden yararlanmasında bir sorun bulunmuyor. Yani Comte’un sentezlerine atıf yapmasını böyle ele almak lazım. Tabi bunları ifade ederken diyalektik bir etki ortamının bulunduğu göz ardı edilemez. Comte dışında da; dönemin birçok Comte’cu düşünürüyle Marks’ın direk ilişkisi de mevcuttur. Kimi yazışmalar, fikir istişareleri yaptığı anlaşılıyor. ¨Enternasyonal İşçiler Derneği ¨ ve sonrasında da Enternasyonalde de birçok birçok Comte’cu vardır vs. Bunlar da gösterir ki, Marks’a olmasa bile genel olarak Marksist cenaha pozitivizmin sirayetinin hallice ortamı olduğu görülebilirse, daha Marks-Engels hayattayken baş gösteren kıyışların anlamlandırılması mümkün olabilir.

Pozitivizmin, Marks ve Engels’in ilk dönem fikirlerine (Engels bu hataları daha sonra yer yer sistematize de etmiştir) etkileri bağlamında tartışmadan önemli bir konu doğa ile insan-toplumu arasında ki- doğa yasaları ile toplum yasaları arasında-özdeşlik kurma meselesidir. ¨Kutsal Aile¨yi yazdığında Marks-Engels, Hobbes’un materyalizmini betimlerken olumluluk atfeder ve ¨insan doğası ile aynı yasalara bağımlıdır. Güç ve özgürlüğü özdeş şeylerdir¨ diyerek; başlardaki görüşlerinin sınırlarını vermiş sayılabilir. Doğa kanunlarını insan toplumuna indirgeme (kaba materyalizm – Darwinizm), ¨güç ve özgürlüğü özdeş¨ görme durumu, pozitivizm ile birçok çakışma noktası olarak görülebilir. Pozitivizm ile çakışma noktaları ekseriyetle tarihsel materyalizm başlığı altında gündeme gelmektedir. Tarihi bilimin ampirik-deneysel ve determine metotlarıyla inceleme/felsefeyi dışlama sorunları oluşmaktadır.

İnsan ve insan toplumları ve dolayısıyla tarih, bilimin deneyci metotlarıyla laboratuvar kafasıyla incelenemez. Bu durum, insanı kaba bir madde yığını, bir nesne/kütle yığını görme yaklaşımını doğurur. İlkel dönemin ilk evresinde, insan toplulukları üzerinde doğa yasalarının işleyişi görülebilir (doğa evriminin bir parçası olarak böyle). Fakat insan tarih yapan bir varlık-toplum kodlarına ulaştığı andan itibaren doğa yasalarına uyum değil, tedricen bir kopuş içinde ilerlediği bir insanlaşma süreci içindedir. Yani insan tarih yapmaya başladığı andan itibaren doğal yasaların yörüngesinden çıkmış, güdülerini yasalar içinde ürettiğine bağlı olarak, belirli ilişkiler zinciri içinde yapma-yıkma diyalektiği izleyerek gelişmiştir. Bu bakımdan insan toplumları sabit-tek düze yasalara tabi olmamış, eşit bir gelişme çizgisi- formasyonları takip etmemiş; üretim süreci, çevre faktörleri, kültür-dil özellikleri/toplum ilişkileri içinde bir değişim-yasallık çizgisi göstermiştir genel olarak.

¨Güç ve özgürlüğün özdeş¨ görülmesi özgünlüğün ‘anlam’dan koparılıp güce iktidara indergenmesine (kaba şekilde) yol açmaktadır. Pozitivizmin yaklaşımına uygun bu ¨güç ve özgürlük¨ denklemi; sosyalizm deneyimlerinde önemli bir sakatlanma noktasıydı. Marks-Lenin ve Mao’nun (devlet tartışması hariç) önemli dirençlerine rağmen genel bir realiteydi bu: devlet-parti-ordu-sanal-üretici güç vs. ne kadar büyürse ve güçlenirse o kadar ‘özgür’ olunacağı zannedildi. Ama deneyimler tersini ispatladı: bunlar büyüdükçe toplumun prangaları ağırlaştı, kapitalizmde olduğu gibi toplum nesnelleşti, adeta doğa yasalarına muhatap kaldı ve zorunluluklar dünyası yeniden üretildi. İnsanın doğa yasalarına tabi olması güdüsü, kaba şekilde Darwinciliğin topluma indirgenmesi anlayışıdır. Marks-Engels hiçbir döneminde bu kaba çerçeve içine girmediler (Engels’in kimi noktalarda hatayı sürdürdüğüne işaret ettik).  Fakat ¨Kutsal Aile¨ sınırları verdiğimiz örnek bağlamında bir determinizm zaafı içerdiği de söylenmelidir. Marks ¨Kutsal Aile¨yi aştı. Engels’te yer yer sürdürme var (bir yerde ¨kutsal aileye¨ atfen ‘dönüp baktığımda bizi utandıracak hatalar olmadığını görüyorum” mealinde değerlendirmeleri mevcut, doğa yasaları üzerine bir makalesinde).

Bu tartışma önemlidir. Doğa yasalarının topluma kaba indirgenmesinin mantıksal-teorik sonucu  ¨sosyal-darwinizm¨e götürebilir ki (doğa ve toplum karşılaştırmalarını ¨bilimsel¨ izahlarımızda bilinçsizce ve çok yaygın olarak kullandığımız unutulmasın!); ¨sosyal-Darwinizm¨ 20. yy faşizminin ¨bilimsel-ideolojik¨ dayanağı haline geldiğini ifade edersek, meselenin önemine dair farkındalık daha yükselmiş olur. Topluma ırksal, gensel, renksel vs. mukayeseler üzerinde bakış… Kimi ırkların doğuştan üstün olduğunu, bunların üstünlüğünü koruyup, çoğaltılmasın ¨bilimsel¨ olduğu vs. teoriler, güçlü olanın güçsüz-zayıf olanı yutmasının; büyük ulusların, küçük ulusları içinde eritmesinin… Doğal ve ¨bilimsel¨ olduğu, ¨ilerlemeye-çağdaşlaşmaya¨ hizmet edeceği vs. zırvalamaları…  İşte tüm bunlar, Darwinciliğin topluma kaba indirgenmesi, toplumu ve toplum tarihi ¨bilimin¨ tornasından geçirme yaklaşımları üzerinden gelişen sapmalardır. Bunlara pozitivist felsefe kaynaklık eder; rasyonalizmin dayanağıda burasıdır. Sosyalizmde devlet-parti-ordu vs. komisyonlarında Lenin ve Mao’da görülen şey rasyonalist iz düşümlerdir. Bunların da değerlendirilmesi gerekir.

Marks ilk fikirlerindeki bu yönlü meseleleri aşarak ilerlemiştir. Kapitalizmle ilgili çalışmalarında da bunların verileri bulunabilir. Yer yer  ¨determinizm gereklidir¨ gibi bulunmuş olsa da bu daha çok ekonomi-politik incelemelerin maddi temellendirmelerinde gündeme gelmiş gözüküyor. Bütüne yorumlayışa damgasını vuran bir durum arz etmez. Kapital üzerine çalışmalarında (mealen) ¨sömürünün doğasal bir temelinin olmadığı, yasaların her yere sıralı şekilde indirgenmeyeceğini¨ vs. söylemektedir. Yani Marks kapitalizmi determinist tarzda bir doğal süreç, bir zorunlu süreç olarak görmemektedir. Doğanın işleyiş yasalarını, doğanın bir parçası olan insan biyolojisinde özdeşlik göstermesi; insanın üretilmiş yasalarla yönetilen insan sürüleri gibi kavramının, sosyalizm teorisinde pozitivizme götüreceği ortadadır. Hayır! Marks meseleyi böyle kavramamış, böylesi tarif etmemiştir. Özcesi pozitivist teorilerin karşısında olmuştu. Daha önce de işaret ettik… Engels’te bazı durumlarda doğa yasalarının aşırı genelleştirilmesi gibi şeyler, Marksizm teorisindeki diyalektik öze dair kimi kafa karışıklıklarına neden olmuştur.

Determinizm meselesi bağlamında önemli bir tartışma da yine doğa yasalarına topluma indirgeme sorunsalının metodolojik denemesi olarak; toplumu ekonomiye indirgeme eleştirileridir, Marks şahsında Marksizm’e yönelik. Bu da esasta Marksın Kapital ve genel olarak ekonomi-politik eserleri üzerinde geliştiriliyor. Dediğimiz gibi Marks, bilimlerin konusu olan alanlarda vs. teorik olarak indirgemeler yapmayı gerekli gördüğünü yer yer ifade etse de…  Marks’ın yönelimi salt-determinist değil, diyalektiktir. Dolayısıyla da toplumları incelerken ve yorumlarken diyalektik tarihsellikten koparak… tek yönlü ekonomik yasalarla izah etmez. Bilimlerden yararlanırken kopuk bir inceleme yöntemine sahip değildir. Marks’ın çalışmalarının önemli bölümü ekonomi-pratik oluşturması/toplumları incelerken ağırlığı üretim faaliyetine ve burada kurulan ilişkilerin değişim sürecinin çözümlenmesine ayırması Marks’ın kavranmasında, Marks’a rağmen sorunlara yol açmıştır.

Alt yapı-üst yapı sorununa Marks diyalektik bakmaktadır. Tek yanlı olarak ekonomik alt-yapının üst-yapıyı belirlediği vb. görüşü Marks’a mal edilemez. Ekonomik indirgemecilik sorununa cevap veren Engels, ¨ekonomik temel o vakitler çok ihmal ediliyordu. Bu yüzden ağırlıklı vurgu alt yapıya yapılmıştır¨. Tarihteki tartışmaları incelerken bağlamını kaçırmamak çok önemlidir. Engels’in bu değerlendirmesi indirgemeci eleştiri hakkında meseleyi özetlemektedir. Şu da biliniyor, Marks Kapital’i 6 cilt olarak tasarlamıştır. Görülüyor ki tamamlamaya ömrü yetmemiştir. Kapital yarım kalmış bir çalışmadır. Önceliği ekonomik boyuta vermiş oluşu bir gereklilikle ilgilidir. Bu doğru anlaşılmamıştır. Marks da birçok yerde “değerlendirmelerinin kavranmadığını ve çarpıtıldığı” üzerinde durulmaktadır.

Kapital üzerinde birçok değerlendirme ve karşı değerlendirme mevcuttur. Biz Marks’ın Marksizm’ini kapitalle değerlendirmek durumunda değiliz. Fakat zaten ilgili meseleler tarih teorisi içinde kullanıldığında çözümlenebilir bir meseledir. Kısaca determinizm eleştirinin Kapital bağlamında da çözümleme yönetimi olarak çok doğru anlaşılmadığını ifade ederek geçelim

Genel olarak Marks-Engels’e yönetilen pozitivizm eleştirilerinin karşılığı bulunmuyor. Bunu ifade ettik. Meselelerin farkındadırlar; pozitivizme karşı konumlanmış, kendi yöntemlerini ısrarla ayrıştırmışlardır. Genel Marksist harekette Lenin ve Mao’nun direncine rağmen pozitivizm önemli bir yük olarak mevcut olmuştur. Marks, fiziğin yasalarını, topluma uyarlamamıştır. Aksine, ekonominin de toplumsal tarihin ürünü, ölümsüz olmayıp, değişen yasalara tabi olduğunu söylemiştir.

Burada Marks’ın yöntemine doğru bir giriş yaparsak ekonomik indirgemecilik, daha genel olarak pozitivist determinizm meselenin Marks’taki karşılığını görmeyi kolaylaştırır.

Marks’ın Kapital’i, diyalektik-tarihsel materyalizmin önemli uygulama alanı olmuştur. Kapital’in yayımlanmasıyla Marks’ın görüşleri de yoğun eleştiri ve tartışmalara muhatap kalmış olduğunu görüyoruz. Pozitivistlerin de yoğun eleştirine maruz kalan Marks   ¨Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı¨ eserinde kendi yöntemini açıklamıştır. Lenin’in deyimiyle ¨…kendi materyalist yöntemini Hegel’in idealizminin, en tutarlı idealizmin karşısına koyuyordu; Comte’cu pozitivizmi horlayıp bir kenara atıyordu…¨ Lenin’in atıf yaptığı ¨Kapital I, Almanca 2. baskıya sonsöz¨dür. Marks, burada pozitivistlerin eleştirilerine yanıt verirken (M.Block’un) ¨yalnızca Kapital’in yönlerine ayırdığı bir makalesinde (Mayıs 1872), “benim araştırma yöntemimi katı gerçekçi ama sunuş yöntemimi yazık ki Almanvari diyalektik buluyor” diye aktarır Marks. Dikkat çeken yan, M. Block’un Marks’ın araştırma yöntemini kendi ¨katı-gerçekçiliğine¨ uygun bularak olumlamasıdır. Marks bunu ¨ araştırma yönteminin biçim yönünden farklı olması gerektiği¨ şeklinde yanıtlayarak, bir manada ¨araştırma yöntemine¨ dair övgüyü geri çevirmeden kendi araştırma yöntemlerindeki diyalektik içeriğe işaret ederek, yorumlama/sunuş yönteminin de biçim bakımından araştırma yönteminden farklı olması gerektiğini söyler. Buradan araştırma yaparken ölçülebilir alandan hareket etme, indirgeme metotlar kullanma, ¨katı gerçekçi¨ olma metotlarının kullanılmasında mahsur olmadığını, hatta gerekli olduğunu; diyalektik bir sunuş içinde açıklanması gerektiğini anlamına ulaşabiliriz.

Marks ¨ikinci baskıya sonsöz¨de ¨çarpıcı¨ diye değerlendirerek direk M. Block’tan aktarmaktadır kendi yöntemine dair. Marks’ın ¨yöntemi¨ nispeten detaylı verilebilirse, pozitivizm tartışması yönüyle de nasıl bir durum arz ettiğini de görmüş oluruz.

Alıntı bütündür, ama kolaylık olsun diye maddeleri ayırarak verirsek;

1. “Marks için önemli olan şey,  incelediği olguların yasalarını bulmaktır; bu olgular, belli bir tarihsel dönemde belirli bir biçim ve karşılıklı ilişkiler içinde oldukları sürece, onun için önemli olan, yalnızca onlara egemen olan, yasa değildir, daha önemli olan, bunların değişmelerinin ve gelişmelerinin, yani bir biçimden başka bir biçime, bir ilişkiler düzeninden farklı bir ilişkiler düzenine geçişlerinin yasasıdır. Bu yasa bir kere bulunduktan sonra, bunun toplumsal yaşamda ortaya çıkan etkilerini ayrıntılarıyla inceler…¨

2. “Marks, toplumsal hakikati, yalnızca insan iradesinden, bilincinden ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayan; tersine onların iradesini, bilincini ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği bir doğal-tarihsel süreç olarak ele alır. Eğer uygarlık tarihinde bilinçli öğe ikincil olabilecek bir rol oynuyorsa, o zaman… fikir değil, ancak tek başına olgu onun çıkış noktası olabilir. Böyle bir inceleme, bir olguyu fikir ile değil, olguyla başka bir olguyu karşı karşıya getirerek ve karşılaştırarak kendisini sınırlar. Bu incelemede önemli olan, incelenecek her iki olgunun olabildiğince kusursuz olması ve gerçekten her biri bir ötekine göre, bir evrimin farklı anlarını oluşturmalarıdır; ama hepsinden de önemlisi, ardı arda dizilerin, sıraların ve böyle bir evrimin farklı aşamalarının içerisinde kendilerine gösterdikleri sonuçların sıralamasının kesin olarak tahlil edilmesidir…¨

3. “Ama denecek ki ekonomik yaşamın genel yasaları birdir ve ayrıdır; ona (Marks’a) göre soyut yasalar yoktur. Tersine, onun düşüncelerine göre, her tarihsel dönemin kendi yasaları vardır… Toplum belirli bir gelişme dönemi tamamlar tamamlamaz, belirli bir aşamadan ötekine geçerken, başka yasaların da etkisi altına girmeye başlar…¨

4.  “Eski iktisatçılar, ekonomi yasalarıyla fizik ve kimya yasaları arasında ilişki kurdukları için, bu yasaların niteliklerini yanlış anlamışlardır. Olguların daha derinlemesine bir tahlili, toplumsal organizmaların kendi aralarında, bitkiler ve hayvanlar kadar, temelden farklı olduklarını gösterir. Dahası var; bir tüm olarak bu organizmaların yasalarının farklı olması, tek tek organların gösterdikleri değişiklikler, bu organların içinde işledikleri koşulların farklı olması sonucu, bir ve aynı olgu, tamamıyla farklı yasaların egemenliği altına girer. Marks örneğin, nüfus yasalarının her yerde her zaman aynı olmasını reddeder. Tersine, her gelişme aşamasının, kendine özgü nüfus yasası olduğunu öne sürer, üretici güçlerin değişik derecelerde gelişmesiyle, toplumsal koşullar ve bunlara yön veren yasalar da değişir.¨

5. “Marks, bu görüş açısından, sermayenin ağırlığıyla kurulan ekonomik düzeni araştırma ve açıklamayı amaçlarken; o, yalnızca, son derece bilimsel bir biçimde ekonomik yaşamın içinde her sağlıklı incelemenin amacını formüle etmiş oluyor. Böyle bir incelemenin bilimsel değeri belirli bir toplumsal organizmaların; kökeni, varoluşu, gelişmesi ve ölümü ile onu yerine bir başka ve daha yüksek bir organizmanın alışını düzenleyen özel açıklamasındadır. İşte, aslında, Marks’ın kitabının değeri buradadır. ¨ (Marks Cilt 1, sayfa 26-27)

Evet, işte Marks, pozitivist M.Block’ın kendi (Marks) yöntemiyle ilgili bu tasviri “yazar, benim yöntemin olarak kabul ettiği şeyi, bu derece çarpıcı ve benim uygulamam yönünden, cömertçe ortaya koyarken, diyalektik yöntemden başka neyi anlatmış oluyor?¨ diye sormaktadır. Okur değerlendirecektir. Tek cümlede özetlenirse: Marksizm, araştırma-inceleme yönteminde pozitif bilimleri de kullanır, kimi alanda bilimlerden yararlanır; ama bilimleri indirgemez. Marksizm’in inceleme yöntemi pozitivist bilimciliğin aksine…  ampirik değil, diyalektik materyalisttir. Olguları, tarihsel diyalektikten kopuk salt olgu olarak kavramaz. Maddi olanı, bütün üst yansımalarıyla, tarihsel-toplumsal anlamı içinde kavrar.

Buradan determinizm tartışmasına dönersek, Marks’ın ¨Kutsal Aile¨nin sınırları aştığını görebiliyoruz, kendi yönteminin bütünlüğü içinde, ¨insan doğa ile yasalara bağımlıdır¨ görüşündeki diyalektik yoksunluğu aşarak, kendi kavrayışındaki diyalektik özü belirginleştirerek pozitivist bilimcilikten kendi yöntemini daha net ayrıştırmıştır. Marks, doğa ve insanı tek bir yasanın yönetmesi (pozitivist görüşte olduğu gibi) bir yana; her olgunun kendine özgü yasalarla işlediğini gösterir. Daha da ileri gider; bir ve aynı olgunun/organizmanın bile, içinde işlettikleri koşulların farklı olması sebebi ile başka yasaların da egemenliği altına gireceğini ileri sürer. İşte Marks, bunları ileri sürmekte Darvin’i topluma indirgeme determinizm yapma eleştirilerine, temel olarak, yöntem bakımdan kapalı olduğunu ortaya koymuş olur. Felsefi bütünlük göz ardı edilip kimi analizleri getirilip bu bütünün yerine geçirildiğinde Marksizm, Pozitivizmi eleştirmiş olur.

Keza Marks; dış dünyanın hareketinin maddi yasaların yönettiği  ¨doğal tarihsel¨ bir süreç olduğu söylemektedir: materyalizme işaret etmektedir! Bundan; insanın, doğa evriminin bir parçası olduğu ama organizma olarak bitki ve hayvanlarla aynı doğal yasayla varlığını sürdürmediği, her aşamada ortaya çıkan başka özgün yasaların etkisi altına girdiğine işaret eder. İnsan bilincinin toplumsal hareketi oluşturarak, insanın maddi varlığı üzerinde yeni/özgün yasaların etkinliğini gösterir, insan bilinenin ürünü olarak gelişen toplumsal süreçler ise tarihsel koşullara sıkıca bağlı olarak; aynılık, teklik, sıralı-ardışık değil tamamen özgün yasallıklar, biçimler gösteririler. Dolayısıyla doğanın ürünü olan/doğa evriminin bir parçası olan insan (maddi varlık olarak insan), şeylerin/kendi maddi varlığının bilincine vardıkça doğanın kölesi olmaktan kurtularak, yarattığı (şeylerin bilincini) fikirlerin kölesi haline geldi. Marks’ın kavrayışı bu doğrultudadır. Öyleyse; doğa yasalarının insan toplumlarına indirgenmesi eleştiri temelsizdir: Marks’ın kavrayışı diyalektiktir.

Toplumun ekonomiye indirgenmesi bir yana, ekonominin de toplum yaşamının bir kategorisi olarak insan bilinciyle şekil aldığı/yönetildiğini; dolayısıyla ekonomiyi yöneten yasaların da toplumsal hareketin tarihselliğiyle sınırlanmış, değişken karakterde olduğu açıktır. Dolayısıyla Marks; insan tarihinin belirli bir döneminin özgün ekonomi-politiğini çözümlemiş olmakla ne bütün bir toplum tarihini çözümlemiştir ve ne de kapitalizmin ekonomi-politiğini çözümlemekle toplumsal hareketi ekonomiye indirgemiştir. Marks, toplumları hareket ettiren şey, yasaları içinde var eden (şeyin) üretici güçler ve bunun dinamosu olan insan faktörü olduğunu gösterir. İnsanı bir belirleyen olarak öne çıkaran şey ise dediğimiz gibi bilincinin maddi varlığına hükmeder hale gelmiş olmasıdır.

Tarihsel Materyalizm ve Pozitivizm

Marksist felsefe (diyalektik materyalizm) metodoloji ve epistemoloji olarak evrenseldir. Marks’ın ¨yöntemi¨ üzerine eleştirilerin çerçevesi ortalama olarak şöyledir: Tarihi, bilim olarak, toplumları da bilimin konusu olarak ele almanın; toplumların tarihsel evrimini bilimin katı-değişmez, olguya dayanan/yalnızca olguyu temel alan deneyi ölçü alan vs. bir görüşe hapseden ve toplum tarihini alamdan yoksun, bilinçten kopuk, salt-madde gören bir görüş… Pozitivizm gibi Marksizm’in de doğa sürecini izlemesi gibi Marks’ın da toplumu izlediği; Marks için önemli olanın toplumsal hareketin/evrimin belirli bir sıralanışla art arda gelmelerinin zorunluluğunun görülmesi… Kapitalist zorunlu olarak komünizm varacağı tezine, bu yasal zorunlu sıralanış ulaştığı görüsü… Velhasıl Marksizm’in, pozitivizmle yöntem birliği içinde olduğu ve kendini ondan koparmadığı vb. çerçevede ileri sürülen ve bunu tarihsel materyalizmin hatası olarak eleştiren genişçe bir felsefi tartışma…  Keza bu tarih görüşünün sonuçları olarak da topluma katı gerçekçi/maddesel açıdan bakıp anlamı dışlama: tarihi bugünün çıkarlarına göre ele alma; toplumların tek bir yasaya uygun geliştiği, toplumun evrimine vakıf olup neden-sonuç zorunluluğuna göre, toplumun geleceğini de görmeye kalkma; buradan kalkarak toplumu düzenleme, toplum mühendisliği yapma vs. Marksizm’in genel olarak bu meselelerde pozitivist-aydınlanmaca felsefeden kendini ayrıştırmadığı üzerine eleştiriler yaygın olarak mevcut.

Marks toplumsal süreci/hareketi incelerken, hareketin devindirici temel yasalarının öncelikli incelemesinden hareket eder, önceliği buraya verir. Bunu yaparken, kaba şekilde bir toplum fizikçisi gibi davranmaz kendini parçalarının incelenmesiyle/objektif yasaların incelenmesiyle sınırlamaz; toplumun olgusal olarak zorunlu hareketini/değişimin yasaları keşfetmekten hareket etmede bu inceleme safhası içerir. Bu incelemenin önceliği olan temeller henüz gerçeğin tümünü vermez. Bu temeller, dolayımsız olarak ortaya çıkardığı bütün üst-yapı kategorileri diyalektiği içinde gerçek toplumsal karakterini bulur ve bu bütünlük içinde kavrar. Bu yönüyle salt-alt yapı ve üst-yapı kategorileri olarak tarihsel anlamı içinde ortaya koyar

 Marks, doğa tarihinin bir parçası olarak gördüğü toplumsal evrimin, doğada olduğu gibi bir zincirleniş içinde olduğunu değerlendirmektedir. Bu görüşte halen Hegel’den tarih felsefisinin izdüşümü vardır. Sonradan bunu ne oranda aştığını incelemek gerekir. Fakat bu görüş, pozitivist kaba-determinist değil; yumuşak-determinizm denilen tarihin hareketinde evrensel bir nedenselliği tek düze-sıralı, zorunlu/önceden bilinebilir evrensel sonuçlar doğurmayacağı; tarihi süreçleri insan bilinç ve iradesinin belirlediği, insan bilincinin ise pratik nedenlerin yansısı olduğu gibi bir kavrayışa işaret eder. Yani pozitivist determinizmle diyalektik içeriği bakımından temelde ayrışmaktadır. Örneğin, pozitivist tarih anlayışında ¨zincirlenişin¨ insan bilinci/iradesinden bağımsız, tamamen nedenselliğin zorunlu sonuçlarla evrensel olarak bir birine halkalar şeklinde eklenerek geliştiği tarih, düzenlilik ve zorunluluk arz eder. Tarihte değişmez bir şekilde aynı nedenler aynı sonuçlar ortaya çıkararak düzenli bir seyir izler vs. Marks ise bu görüşün aksine; toplumsal süreçleri, tarihsel koşulları-maddi ve kültürel/ideolojik vs. sıkıca çevrili insan bilincinin ürünü olarak, bir zorunlulukla değil ihtiyaçlar ve tesadüflerle ilerlediğine dayalıdır. Zincirleniş böyle bir mahiyettedir. Dolayısıyla bir birini doğuran toplumsal organizmaların maddi yasalarla belirlenmiş zorunlu/belirli düz sıralanış değil; her bir toplumsal organizmanın kendi iç çelişkilerinin ürünü olan hareketinden evrensel değil, kendine özgü işleyiş yasalarına sahip bulunduğu ve gelişmenin tek bir evrensel çizgide, düz bir sıralanış içinde değil paralel ve sıçramalı ilerlediğini anlamak gerekir.

Dolayısıyla Marks, toplumların tarihsel evriminden evrensel bir nedenle zincirlerini kırarken gelişme çizgisi olarak zorunlu/nedenselliğe dayalı tek düze bir zincirlerinden söz etmektedir. İnsan bilincinden bağımsız kaba olguyla tariflenmiş bir toplumsallık, toplumu fizik nesnesi görmek demektir. Toplumsal hareketin yasalarını fiziğin yasalarına özdeşleştirmeye götürür. Marks, bunlar bir yana, yani her olgunun kendine has gelişme yasalarına tabi olduğu bir yana aynı olgunun bile (ortaçağa diyelim), farklı tarihsel ve çevresel vs. koşullar içinde tamamen farklı yasalara tabi gelişeceğini/özgün yasalarla gelişeceğini ortaya sermektedir. ¨Yöntemini¨ aktarırken bunu görmüştük. Öyleyse Marksist tarih görüşünün pozitivist determinizmle temelden-içerikten ayrıştığını görürüz.

İşte! Marks kapitalizmi bu tarih görüşüne göre çözümler. Yöntemi kapitalizmin özgün örgütlenme yapısını çözmeye uyarlar. Aksine olarak, kapitalizmin Avrupa’ya sınırlı belirli tarihsel bilgisini toplumlar tarihine indirgemez/onu evrenselleştirmez. Evrensel olan yöntemini Avrupa toplumunun tarihine uyarlar. Kaçırılan bir noktadır bu. Marks, Batı Avrupa tarihinin gelişme çizgisini ortaya koyarken, diğer toplumların da aynı çizgiyi izleyerek gelişeceğini iddia etmemiştir.

Marks, Avrupa kapitalizminin tarihsel evrimini diyalektik tarihsel materyalist yöntemle çözümledi. Yöntemini somut koşulların somut tahliline dayandırdı. Buradan ortaya gelen dolayım onu komünizmin mümkün olduğu soyutlanmasına götürdü. Komünist Manifesto’da, komünizme gidiş gerekirci bir üslupla açıklanmasa da, daha sonraki düzeltmelerinde ¨komünizmin zorunluluğunun¨  politik bir soyutlama olduğu, gereklilikle ilgili bir soyutlama olduğu açıktır. Fakat ortadoksist Marksist çizgi komünizmi gerekirci tarzda savundu ve bunu Marks’a maletti yanlış şekilde.

Toplumların evrimini kavrayışta Marksist felsefe dinamik rolü üretici güçlerde bulur. Tarihi yapan insandır! Dolayısıyla toplumsal süreçlerin tarihini incelerken insan toplulukların ilişkilerine ve üretim tarzlarına bakmayı inceler. Bu incelemede genel bir ölçü vardır. Toplumsal bilincin kaynağı toplumdaki gerekli/ihtiyaç için üretim faaliyetidir. Yani toplumsal pratiktir!  Üreci güçlerin/insanın üretim faaliyetinin düzeyi; onun bütün faaliyetlerinin materyalist temelli olduğuna inanır. Tüm bu süreçler dolayımı meydana getirerek toplumsal düşünceyi/teoriyi tarihsellik olarak ortaya çıkarır.

Buraya nereden varır? Birinci olarak insanın üretim faaliyetinin önsel olarak hayata kalma-karnını doyurma güdüsünden ileri geldiği gerçeğidir… Pratik-teori ve tekrar pratik çevrimi içinde karnını doyurma ve hayatta kalma bilincini kazanan insan toplumsallığının; diğer bütün varoluşsal, anlamsal, kavramsal vs. kategorilere bu temel/objektif zorunlu faaliyeti yoluyla ulaştı. İnsan toplumunun bu evrim teorisi, doğadaki diğer paralel zincirlenişlerden (hayvanlar ve bitkiler) kendisini bilinç faktörü ile kopararak doğa evriminin bir parçası olarak, kendine özgü yasalarla; sürekli soyutlamalar yoluyla yeni-üst düzeyde toplumsal süreçler üreterek tek bir çizgide/evrensel bir dizilişle değil, sıçramalı ve paralel çizgiler çizerek yol aldık. Bunun devamı olarak ikincisi ise; bilinçli üretim süreci, insanlar arasında bir takım zorunlu ilişkiler/elbirliklerini geliştirerek, üretim bilinci toplumsal bir faktör olarak içerik buldu. Yani üretim toplumsal mahiyet kazanması ile toplumsal dolayım/toplumsal bilinç oluştu. Bu diyalektik evrim süreci soyutlamanın tarihselliği içinde çeşitli örgütsel biçim ve kategoriler oluşarak sürekli yeni diyalektik yasal düzlemler ortaya çıkarak gelişti.

İşte Marks’ın toplumlar tarihine bakışını bu şekilde sergileyebiliriz. Yani toplumları incelerken nihai belirleyici olarak objektif temellere öncelik verir, objektif, insan iradesinden bağımsız olarak mevcut olan temelden başlar incelemeye. İnsanın üretim faaliyetinin eko-politik vs. üst biçimlerin, insanın zorunlu üretim faaliyetinin ortaya çıkardığı dolayımlar/ toplumsal-örgütsel kategoriler olduğu gerçeğinden hareket eder

Gezegenimizde her canlı cansız-organik inorganik varlık bir zemin üzerinde var olur. Her canlı bir temel veya kök üzerinde ortaya çıkıp gelişir. Her canlı, kendi kökünün yansıması ya da onun nitel bir aşaması olarak var olur. Bunun hiçbir materyalist ret edemez! Öyleyse Marks’ın inceleme yöntemi varlığın kökeni-kaynağı sorununa dolayısıyla toplumlar tarihine en doğru yerden, temel-objektif bir ölçü üzerinden yaklaşarak materyalist bir yanıt oluşturmuştur. Bu bakımdan kendi tarih görüşünü idealizm, hem de ¨en tutarlı¨ (Lenin’in deyimiyle) Hegel idealizminin karşısına koymuş olur. Marks, kendi görüşünü idealizmin karşısına koyarken, aynı zamanda diyalektik içeriğiyle, kaba-materyalizmin-pozitivizmin de karşısına koymayı ihmal etmemiştir.

Toplumların gelişiminde üretici güçlere yapılan vurgunun, indirgemecilik eleştirisiyle karşılanması, Marks’ın diyalektik görüşünün kavranmamasıyla alakalıdır. Bazı tartışmaya açık aşırı vurgular yer yer görülse de temelde alt-yapıya, bir ‘nihai’ belirleyicilik atfeder, Marks incelemede bunu materyalist bir ölçü olarak alır. Yoksa toplum mekanik bir salt belirlenme çizgisinde yorumlanamaz. Maddi varlık ile düşünsel varlık/toplumsal varlık ile toplumsal bilinç ilişkisinin tamamen diyalektik olduğunu gösterir Marks.  

Toplumları üretici güçlere ¨indirgememe¨ adına objektif ölçülere değil de nereye öncelik verseydi; toplumları incelerken, toplumsal süreçleri bir birinden ayırırken hangi dine inandıklarıyla mı açıklamalıydı? Ya da hangi milliyetten olduklarıyla mı? Hangi tür devlet biçimiyle yönetildikleriyle mi? Bunların hepsi de dolayımın ürünü, tarihsel olarak ortaya çıkmış üst kategorilerdir. Toplumların tarihsel karakterlerinin tümel kavranışında çok önemli kategorilerdir elbette. Fakat bunların tarihi toplumların tarihi olamaz. Bunlara bakarken mutlaka bunların üzerinden varlık gösterdikleri maddi temellere vakıf olmak gerekir. Toplumları belli oranda bir birinden ayırmaya yarayan bu üst biçimler/kategorilerin hepsi de tarihseldir, sınırlıdır. Çeşitli biçimlerin ve tarihsel süreçlerde belirip kaybolan özgünlüklerdir. Her incelemenin özgün yanlarını göstermede çok anlamlıdırlar, ama dediğim gibi bunlar incelemede insan düşüncesinden/iradesinden bağımsız evrensel kıstaslar olamazlar. O yüzden Marks temele, toplumsal hareketle nihaiyi temel rol teşkil eden boyuta öncelikli yönelmiştir. Onun yönteminin özelliği böyle konulabilir.

Marks’ın tarih görüşünün esası budur. Her bir verili toplumsal yapı ve süreç incelenirken izlenecek metodoloji tarihsel materyalizmdir.  Marks, toplumu üretici güçlere, maddi üretim faaliyetine mi indirgiyor? Toplumu ekonomiye mi indirgiyor?  Hayır! Çelişki yasası her şeyin olduğu gibi toplumsal hareketinin de esasıdır. Yaşam ile ölüm doğal bir akıştır. Hayatta kalma güdüsü bilinçli çabasıyla donandıkça insan unsurunu daha üst düzeyde harekete geçiren eylemine yön veren, tarihin akışını belirleyen vs. bir hal alır. Her bir toplumun, her bir gelişme evresini, düzeyini, örgütlenme biçimlerini, dil-kültür düzeyini vs. sürekli daha açığa çıkaran/üreten nihai maddi temel tarihin de üzerinde hareket ettiği materyalist özdür. Bu öz üzerine kurulan toplumsal süreçler bütün alt-yapı üst-yapı kategorileriyle karşılıklı etkileşim-belirlenim diyalektiğiyle toplumsal yapıyı tamlandırır. Burada tek yanlı determinizm bulunmaz. Toplum salt üretim biçimi olarak değil, tarihsel-toplumsallık olarak/yapı ve düşünce formu olarak kavranır.

Toplumların evriminde, nicel-nitel sıçramalı gelişim çizgileri bu alt-yapı üst-yapı ikiliğine dayalı temel çelişkiyle işler. Evrensel olan bu çelişki yasasının kendisidir. Marks’ın görüşünün evrensel yanını burası oluşturur. Somut olarak önümüze çıkan bütün toplumsal formlar ve bunların kategorileri, bu temel konseptin unsurları olarak, sürekli değişen yasalar içinde var olurlar. Ekonomik kategori de bu sürekli değişen toplumsal yapının bir unsurudur. Kendi başına bir işlev görmez, toplumu kendi başına var etmez.

Diğer bir mesele olarak; toplumların evriminde üretici güçlerin evrensel olarak ileriye doğru bir seyir izlediğidir: buna kuşku yok. Kategorize edersek; tekerleği bulup da geriye giden, ya da yerinde sayan bir toplum olmamıştır. Nihai maddi temel bir kez üst yapıyı ortaya çıkardığında, artık onun etkisinden bağımsız gelişemez. Tarihi insanın yapması/insan düşüncesinin ürünü olması bununla ilgilidir.

Örnek: her toplum tekerliği farklı tarihlerde veya farklı aşamalardan geçerek bulmuş veya tanışmıştır; bazıları tekerleği değil, direkt arabayla tanışmıştır. Kimileri çok sancılı bir evrim sürecinde (uzun dönemde) buna ulaşmışken, kimileri tekerleği önünde hazır olarak bulmuştur.

Bunlar işte toplumların gelişim seyrini de anlatır. Birincisi olarak burada pozitivist- determinist tarzda aynı nedenlerin zorunlu olarak aynı sonuca yol açtığı iddia edilemez. Tekerleğin keşfi her toplumda farklı anlamlar ihtiva etmiştir. Dağlık coğrafya-kültür-inançlar içinde daha farklı gelişmelere… Düz ovada daha farklı gelişmelere yol açmıştır. Öyleyse, gelişme çizgisi açık ki evrensel yasa ile özgün yasaların diyalektiğinde şekil almıştır. İkincisi ise bu nedenle gelişme tek düze zorunlu bir ardıllık şeklinde değil; birikimle sıçramalı seyirde olmuştur. Marks’ın tarih görüşü bundan başka bir şey anlatmaz. Dünyanın farklı coğrafyalarına, kıtalarına yayılıp çadırını kurmuş insan toplumları; toplumsallıklarını farklı ortamlarda bulmuş ve farklı gelişim çizgileri göstermiştir.

Marks, Avrupa kapitalizminin tarihi evrim çizgisini incelerken… Dünyanın başka kıtaları üzerinde bilgisi sınırlıydı. Batı-Avrupa’nın gelişim şemasını çözümlerken… Bunun Avrupa ile sınırlı bir gelişme çizgisi olduğunu belirtmektedir. Felsefi görüş açısı ona, dünyada başka biçimlerinde muhtemel olduğunu, toplumların sıralı bir yaşayış içinde olmadıklarını gösteriyordu. Bugün yaygın olarak bilinen örnekler, Marks’ın felsefesinin gücünü de ortaya koymuş/sınamıştır. Evet, bu örnek tarihin tek çizgide sıralandığını değil, aksini ispatlamaktadır. Eşitsiz gelişme tekelci kapitalizmle ortaya çıkmamıştır. Eşitsizliğin temeli doğada da vardı-verimli ve verimsiz yaşam alanları olarak. Nehir boylarında yaşayan halklar yerleşik tarıma yönelirken, çölde aynı süreç yaşanamazdı. Bu halklar tarım ürünlerini belki çok sonraları pazarda hazır olarak buldular. Sümerler Mezopotamya’da neolitik evreyi yaşarken MÖ. on bin dolaylarında, Avrupa mezolitiği MÖ. üç binlerde yaşandı; Hititlere Anadolu’da yazıyı Akatlar taşıdı, Hititler bu uzun kuluçka dönemini yaşamadılar. Asya Çininde köleci tarz yaşanmadı. Afrika feodalizm’i yaşamadı. Amerika yerlileri köleci ve feodal tarzda yaşamadılar vs. Tüm bunların nedenlerini tekrar etmeye gerek yok sanırız. Eşitsiz ve özgün gelişme yasası tüm bunların kaynağını oluşturur.

Lenin, Marks’ın atmış olduğu dev bir adım, ‘genelde’ toplum ve ilerleme söz konusundaki tartışmaları bir yana bırakması, belli bir toplumun-kapitalist toplum ve onun gelişmesi-belli bir gelişmesinin ‘bilimsel’ olarak tahlilini yapmış olmasıdır” der. Lenin Marks’ın Kapital eseriyle ¨bütün insanlığın tarihini evrimini¨ açıkladığı yönlü çarpıtmalara böyle cevap veriyor ve Marks’ın teorisinin batı-Avrupa kapitalizminin açıklanmasıyla sınırlı olduğunu söylüyor. Ve ekliyor; ¨söz konusu teori, yalnızca kapitalist toplumsal örgütlenmeyi-başkasını değil-açıklamak iddiasındadır¨. Tartışmaya mahal bırakmayacak açıklıkla Marks’ın somut olarak serilmediğinin Batı Avrupa kapitalizminin tahliliyle sınırlı olduğunu, bunun evrensel bir tarih şeması olmadığını özellikle vurgular. Devamında ikinci önemli mesele olarak ise şöyle der; ¨nasıl ki dönüşümcülük, türlerin hiç de ‘bütün’ oluşum tarihini açıklamak iddiasında değil de; tersine, yalnızca bu açıklamanın yöntemini bilimsel temele oturtmak iddiasındaysa; tarihsel materyalizm de hiçbir zaman her şeyi açıklamak iddiasında bulunmamış, ancak tarihi açıklamanın Marks’ın deyimiyle (Kapital), ‘tek bilimsel’ yöntemini ispatlamak iddiasında bulunmuştur…¨  izaha gerek bırakmayacak açıklıkta Marks’ın yönteminin evrenselliğini öne çıkarıyor.

Marks ve Engels demektedirler ki, köleci-feodal-kapitalist dizilişi izleyen Avrupa toplumu zorunlu olarak komünizme varacaktır (Manifesto’daki çerçeve budur). Bu husus tartışmaya değerdir. Marks-Engels’in teorisinde pozitivist-determinizmin, aydınlanmacılığın etkisinin en belirgin olduğu mesele burada görülebilir. Daha sonradan önemli düzeltmelere gitseler de, bu görüş Marksist hareketin sürecinde önemli bir yük olarak taşındığı için ele alınması/irdelenmesi doğru olur.

Teoride, komünizmi üretici güçlerin gelişmesine bağlamış görünüyorlar. Komünizmin maddi temelinin çağdaş kapitalist aşamada oluştuğu tezi politik-teoride aydınlanmacılığa, pozitivist-determinizme kayışları işaret eder. Marks-Engels sonrası Marksistlerin (ortadoksist sapmanın) bu zayıflıkları sisteme dönüştürmesi söz konusudur. Pozitivist determinist-ilerlemeciliğe kayış noktaları Marks’ın ilk dönem lafzının yük haline getirilmesiyle alakalıdır

Marks’ın Marksizm’i, başlardayken henüz, felsefenin politikaya dönüşünde ortamının yüklerini barındırıyordu. Henüz manifesto sınırlarındayken politik-teorileri aydınlanmacılığın etki alanındaydı; kaba-deterministik-teorileri aydınlanmacılığın etki alanındaydı; kaba-determinist yükler içeriyordur. Komünizmin temelini kapitalist gelişmişlik düzeyinde görmeleri kapitalist burjuvaziye tarihsel-devrimcilik rolü affetmelerine, köylülük ve diğer feodal sınıflar karşısında kapitalizmin ilerlemesini objektif olarak sosyalizme doğru bir ¨gelişme¨ olduğundan …¨modernler¨, ¨barbarlar¨ ayrımında, yer yer ¨modernlerin¨ (burjuvazinin) desteklenmesi yönünde politik-teoriler ileri sürmüşlerdir. Örneğin, ulusal soruna yaklaşımda bu çizginin izleri vardır. İngiliz emperyalizminin Hindistan işgali karşısındaki politik tutumları tipiktir mesela. Tüm bunlara yol açan temel teorik problem, komünizmi ileri kapitalist gelişmişlik düzeyinde görmeleri/komünizminin maddi temelini üretici güçlerin düzeyine indirgemeleri, özel mülkten koparılmış proletaryayı (ağır sanayi işçilerini) komünizmin tek öznesi saymaları/komünizm ülküsü proletaryaya indirgemeleri…  Yani politik devrim sorununu üretici güçlere bağlama durumları barizdir.

Bu görüşleri ortadoksist Marksist hareket üzerinde ciddi yüklere dönüşmüş olduğuna kuşku yok. Marksizm’in özünü anlamayıp sınırlı lafza sarılan ortadoksist çizgi teoriyi nihai amaç yaparak sosyalizmin ¨değişmez ilkelerine¨ dönüştürdü. Oysa Marks-Engels’in başlarda ki bu sınırlı görüşlerini sonradan yer yer düzeltmiş olduklarını biliyoruz. Ortadoksist çizgi lafza önem vermişlerdir. Marks-Engels bakımından mesele öncelikle sırdır: felsefi görüşlerinde tarihsel evrim bakımından evrensel bir düz-ilerlemeciliği savunmadıklarını gördük. Toplumların Avrupa dışında farklı bir takım gelişme çizgileri izlemiş olabileceklerini söylüyorlardı. Öyle ise zorunlu olarak komünizme söz konusu teoride somut bir duruma odaklanmış olmaları gerekir. Yani meselenin evrensel bir üretici güçler teorisi savunusu olarak anlaşılsa da Marks’ın somut bir durum tespiti içinde olduğu-bu çerçevede bir belirleme olduğu söylenebilir. Belli ki Avrupa kapitalizminin kaçınılmaz olarak komünizme varacağını değerlendiriyorlardı, aşırı bir nihai amaç yüklenmesi sorunu var. Anlaşılırdır, Aysberg belirsizliği Marks döneminde henüz bilinmiyordu. Geleceğe dair ¨kaçınılmazlık¨, ¨zorunluluk¨ gibi teoriler birer pozitivist determinizmdir. Tarih böyle bir çizgi izlemedi.

Velhasıl bu görüşlerin yanlış anlaşıldığı görülmüş olacak ki Engels 1890’da Manifesto’nun Almanca baskısına yazmış olduğu önsözde; ¨Manifesto’nun görevi! Modern burjuva mülkiyetine yaklaşmakta olan kaçınılmaz çözülüşünü ilan etmekti” diyerek, kapitalizmin ¨zorunlu olarak¨ komünizme varacağının nasıl anlaşılması gerektiğini ve belki de formülasyonlarını düzeltme gereğiyle açıklıyordu. Engels’in düzeltmesinde anlaşıldığı kadarıyla söz konusu teori, politik bir değerlendirmedir/kapitalizmin yaklaşan çözülüşünü ilan etmektedir, Avrupa’ya evrim çizgisini göstermek için ileri sürülmemiştir; en azından bu şekilde düzeltilmiştir Engels tarafından. Marks-Engels henüz Manifesto sınırlarındayken “üretici güçler”, “modernlik”, “barbarlık”, “ilerleme” gibi kavramlarla aydınlanmacı yüklerden muzdariplerdi. Marksizm’e bir tamamlanmışlık atfedilemeyecekse, onları Marksizm’i bakımından bu yükler bir günah olarak telafi edilemez. Yine de bu yükleri aştıklarını gösteren kimi kanıtlara daha başvuralım.

Bu kanıtlardan biriside Marks’ın 1880’de Zasulich’e yazdığı bir mektupta göze çarpıyor. Mektubunda şöyle diyor Marks: ¨İlk önce (Rusya), Batı’nın tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir? Buna bugün verilecek yanıt şudur: Eğer Rus devrimi Batı’daki proleter devrimin işareti olur ve her ikisi böylelikle bir birini tamamlar ise şimdiki Rusya’nın ortak toprak mülkiyeti komünist bir gelişmenin çıkış noktası olabilir¨.

Kapitalizmi her ülke için zorunlu uğrak olmaktan çıkaran/üretici güçler indirgenmesinden uzak bir yaklaşım var. Manifesto sınırlarından ¨modernler¨,¨barbarlar¨denkleminden bir kopuş olduğu açıktır. Fakat Avrupa-merkezci yaklaşımın burada da belli oranda mevcut olduğunu görmek gerekir Rusya da ortak toprak mülkiyetinden komünizme sıçramayı Avrupa’daki proleter devrimin paralel gelişmesine ve Rusya’yı desteklemesine bağlamaktadır. Tabi bu üretici güçler meselesindeki eski yükleriyle ilgili boyutlar ihtiva edebilir; ama burada asıl mesele Marks kıta devrimini savunmaktadır ve bunun Batı-Avrupa merkezli olacağını ön görmektedir. Dolayısıyla buradan doğru yorumlanırsa, tek tek ülkelerde kapitalist evrimin geçilmesinin gerekmeyeceği Avrupa’da gelişerek proleter devrimin desteği ile henüz kapitalizmi yaşamamış ülkelerde komünizme sıçrama olabileceğini olanaklı görebilmektedir.

Bu bakımdan temel teoride komünizmin maddi temeline gelişmiş üretici güçlerde olduğu fikrini hala koruduğu hala görülüyor. Marks-Engels’in felsefe tarihinde geliştirdiklerinde köklü kopuş tarihi çözümlemedeki diyalektik maharet; politik-teorilerine oluştururken kimi determinist hataların ortaya çıkmasına mani olmamış gözüküyor.

Yani felsefedeki derinleşme ve kopuş, politik-teorinin oluşmasında sınırlı kalmış, aydınlanmacı, pozitivist etkilerden tam olarak sıyrılmak olanaklı olmamıştır. Tekrar ekleyelim ki bu durum teorinin tarihselliğinden başka bir şey anlatmaz. Yani Marks-Engels’e buradan bir vebal üretmek mümkün değildir. Ne var ki, komünizm teorisinde bu sınıflar doğru temelde aşılmak yerine, Marks-Engels sonrası ortadoksist Marksistler de büyük amaçlara dönüşerek, Marksizm’in içsel krizine dönmüştür.

Marks’ın sınırları/dünya tarihi üzerine bilgisi kendi döneminin düzeyi ile ilgiliydi. Sadece Avrupa tarihinin belli bilgisine sahipti. Oysa Avrupa dışındaki dünya’da, henüz Avrupa’daki kapitalist düzeye ulaşılmamışken komünalist fikirler ve yönelişler vuku bulmuştu. Marks’ın bundan haberdar olmaması büyük talihsizlik. Marks’ın bu sebeple kendini aydınlanmacılığın etkilerine hapsetmiş, öncüllerini Avrupa ile sınırlamış bu da politik-teori’de determinist hatalara yol açmıştır. Şeyh Bedrettin’in  ¨yârin yanağından gayrı her şey ortadadır¨ deyişindeki komünalist fikriyatı hangi ¨çağdaş¨ gelişmişlik düzeyi ile açıklayacağız. Nice örnekleri var bunun ki dünya kapitalist üretici güçlerini göstermemişti. Avrupa rönesansı, aydınlanmacılığı ve buradan selpten felsefi ekol henüz yoktu. Öyleyse, açık ki bilginin kaynağı ile olan ilişkisi diyalektiktir. Bu ilişki ampirik tarzda kurulması sorunludur. Sanırım problem buradadır. Komünizm’in temelini kapitalizm’de bulmak, ondan önce gelişemezdi demek, epistemolojide amprizmi işaret eder.

Dolayısıyla belirlenimcilik, determinizm sorunu olarak komünizmi proletaryaya endeksleme, devrimde proletarya önderliğini ilke olarak görmek sorunludur. Marks’ın, Avrupa’nın somut durumu/bir tarihselliği yansıtan teorisi (kendi içinde hatalar barındırsa da) kendilerince evrenselleştirilmemiştir. Bunu ifade ettik, kendilerinin de buna dönük ikazları bulunur. Bu somut bir teoridir, neden dünya devrimleri ilkesi haline getirilmiştir? Asıl tartışmalı mesele budur. Bu da Marks-Engels sonrası gelişen Ortodoksluğun kendisine bizi çıkarır. Açık ki, Marksizm’in özü yerine lafına bakılmıştır. Komünizm tehayülü sanayi proleteryasına indirgenmiş, Marksizm proleteryanın dünya görüşü olarak sınırlandırılmıştır. Bunun sonucu olarak da, proleteryanın bulunmadığı coğrafyalarda komünizmin lafı edilemeyeceği Marksizm’in ortaya çıkamayacağı, kapitalist olmayan ülke partilerinin komünist olamayacağı/küçük-burjuva olacağı sonucuna götürmüştür; ¨ilkeler¨ başa bela olmuştur.

Bir felsefi dünya görüşünün, gelecek tahayyülünün; tarihsel dolayısıyla da ölümlü olan bir olguya-sınıfa yani sanayi proleteryasına indirgenmesi Marks’ın Marksizm’inin dışında bir şeydir. Marks önüne hazır bulduğu bir meseleyi çözümlemiştir. Sanayi proleteryasını yaptığı yüklemeler bununla ilgilidir. Bu anlaşılmamıştır! Toplumsal devrim süreçlerinin/tarihin hangi sınıfları somut olarak devrimin öznesi haline getireceği önceden,  teorik olarak bu kadar kesin ¨ilke¨ meselesi olarak saptanamaz diye düşünüyorum Marksist felsefe insanlığın bilgi tarihinin birikimi üzerinden olumlama-yatsıma çevriminde beslenerek bir yeni sentez olarak yükseldi. O bakımdan Marksist bilgiyi kapitalist aşamaya, proleteryanın gelişmesine ampirik tarzda bağlantılandırmak epistemolojik olarak kaba materyalisttir.

Sonuç olarak, Marks-Engels’le pozitivist-aydınlanmacı etkiler esasen politik-teori alanında determinizm olarak/kimi kavramsallaştırmalarda vs. kendini gösteriyor. Kimi düzeltmeler yapmış olduklarını verdik. Önemli şeylerdir bunlar. Birde bu sorunda Marks ile Engels’i ayırmakta gerekmektedir. Hataların sonradan sisteme dönüşmesinde Marks sonrası Engels’in yaptığı kimi alanlarla da ilgisi var. Dolaylı konular olduğu için geçiyoruz. Özellikle Marks’ta temelleri olsa da, Engels tarafından formüllendirilen  ¨bilimsel sosyalizm¨in Ortodoksist sapmaya önemli kaynak oluşturması söz konusu. Gelecek tahayyülünün teoride saptanmış ¨ilkeler¨ ile bilim olarak ortaya konması: Marks’ın Avrupa’ya sınırlı somut teorisini-sosyalizmin bilimi özdeşleştirmek-evrenselleştirip tarihsel olan teorinin her kategorisini katı ilkelere dönüştürerek felsefeyi, toplumsal hareketten/devrimden dışlanmasına dönüşmüştür, Marks-Engels sonrası. Nihayet, bu mesele Lenin’i de Mao’yu da tıkayan; ama zorlanarak da olsa aşacakları bir mesele olmuştur.

Lenin’in Çıkışı ve Tarih Görüşündeki Yaklaşımı

Lenin’de ¨Ampriokritisizm¨ ve ¨Felsefe Defterlerine¨ kadar olan zamanda değişen düzeyde Ortodoksist etkiler mevcuttur. Fakat bundan daha kayda değer olan, baştan beri Ortodoksist-pozitivist ¨Marksizm’le¨ mücadele içinde olduğudur. Henüz 24 yaşında ilk eserlerinden olan ¨Halkın Dostları¨nda pozitivist buluşturmaya savaş açmış, sıralı tarih tezine karşı çıkmış, Marksizm’in lafzına değil özünü savunmaya dikkat çekmiş, Rusya’da kapitalizme zorunlu olarak uğramanın gerekmediğini ortaya koymuş, Marks’ın teorisinin batı-Avrupa’yla sınırlı olduğunu, Marksistlerin, Marks’ın lafzını değil özünü-yöntemini savunduklarını söylemiştir. 1905’lere gelindiğinde bu görüşleri ile belli oranda paradoskslara düştüğünü görüyoruz. Bu zik-zak çizmenin temel sebebi genel olarak Ortodosksist etkilerin boylamında değerlendirilebilir. Lenin’i paradoksa düşüren şeyin esas olarak, Engels’in formüle ettiği pozitivist etkili ¨bilimsel sosyalizm¨ ¨ilkeleri¨nin 1905 politik devrimli sürecinde gelip Lenin’in önüne dikilmesiyle ilgilidir. Nesnelden kopuk ¨teorik ilke¨, Rus devriminin somut sorunları karşısında Lenin’i doktrinerciliğe düşürmüştür.

Felsefeye yönelmesiyle birlikte Lenin (1908’ler ile birlikte) tedricen bu sınırların dışına çıkmaya başlamıştır. Neo-pozitivist saldırıların karşısına daha kesin dikilmiştir… Lenin ile Marks- Engels sonrası tıkanma asılıyor, Marksizm Rusya’nın somut şartlarında yeni teorik-felsefi yorumlara ulaşıyordu. Sovyet devrimi bunun dolaylı ürünü olarak gelişmiştir

Gelişiminin seyrine baktığımızda 1894’lerde ¨Halkın Dostları”ndaki görüş açısının aksine 1905’lerde Ortodoksist-pozitivist basınca tutulmuşçasına Lenin; burjuva devrimi zorunlu bir aşama olarak görüyor.  Rusya’nın burjuva devrimi tamamlamadığı, geniş köylü kitlelerinin varlığının sosyalist devrim için dez-avantaj olduğu, devrimin burjuva demokratik nitelik taşıyacağı vs. 1905 devrimine bakışı buydu. Rus burjuvasinin ¨tarihsel devrimci¨ rolünü oynayacak cesarete sahip olmadığı gerekçesiyle devrime önderlik edemeyeceği, dolayısıyla proletaryanın işçi-köylü ittifakına dayalı devrimci-demokratik diktatörlüğünü öngörüyordu, ¨bu diktatörlük, devrimci gelişme sürecinin bir dizi aşamasından geçmeden kapitalizmin temellerine dokunamaz¨ demekle; ¨devrimci gelişme sürecinin¨sıralı bir çizgi izlemesinin (üretici güçler teorisiyle alakalıdır) zorunlu olduğuna inancını gösteriyordu.

Ancak, Marksizm’in devrimci ruhuna haiz bilinci Lenin’i sürekli nesnel olanı izlemeye götürecekti ve çakılıp kalmadı yerinde. Felsefeye yönelerek Rusya devriminin de önünü açtı, 1905’lerdeki sınırlarını aşarak ulaştığı yeni sentezlerle neo-pozitivizmle arasındaki çizgileri net çekti.

Lenin, Marksizm’in yöntemine odaklanmış. Rusya devriminin özgün karakterini çözümlemeye yönelmiştir hep; lafzın tekrarına karşı çıkmıştır. Baştan itibaren çabası Marksizm’in ruhuna doğru orantılıdır. Fakat ortodoksist basınç güçlüdür ve Lenin tüm çabasına rağmen ilerlemeci-sıralı tarihçesini bütünen söküp atamamıştır. ¨bilimsel sosyalizm¨ kavramsallaştırılması, sosyalist devrimin çevrelenmiş teorik ¨ilkeleri¨ tıkanmanın kaynağıydı Lenin’de.

Bunu şuradan görüyoruz: daha 1984’te ¨tarihsel materyalizmin sorunları üzerine ¨ adlı bölümde (halkın dostları eseri) Marks’ın tarih görüşü hakkında ¨Marksistler soyut bir tarihsel şemanın değişmezliğini itiraf ediyorlar¨ diye yazan Mixailovsky’ye karşı, ¨bu yalçın ve katıksız uydurmadır¨ diyerek şöyle devam ediyordu Lenin: ¨hiçbir Marksist, hiçbir yerde Rusya’da kapitalizm ¨olmalıdır¨, ¨çünkü¨ Batı’da kapitalizm vardı vb. iddiasında bulunmuş değildir. Hiçbir Marksist, Marks’ın teorisine evrensel olarak zorunlu bir tarih şeması, özel bir toplumsal ekonomi biçimlenmenin (Batı-Avrupa kapitalizmi) açıklanmasından öte bir şey olarak bakmış değildir”  demekle ve Mixailovsky’nin Marks’tan da yanıtını aldığını vurgulamaktadır.

İzaha gerek yok ki, evrensel olanın Marks’ın teorisi değil, metodolojisi olduğu Marks’ın tüm toplumların gelişme çizgisini bir şema içinde açıklamadığı; Marks’ın böyle bir iddiasının da olmadığını, ¨Marks’ın en büyük iddiasının toplumları incelemenin diyalektik-tarihsel materyalist yöntemini bulduğu¨nu söyleyerek, şuraya gelmiş oluyor: Rusya, sosyalizme ilerlemek için zorunlu olarak kapitalizme uğraması gerekmiyor! Eklersek; ¨Marksistler, Marks’ın teorisinde yalnızca onun toplumsal ilişkilerini açıklamak için, mutlaka gerekli olan son derece değerli yöntemini hiçbir koşula bağlamadan almakta ve bu nedenle de ilişkiler (toplumsal ilişkiler) konusundaki yargılarının ölçüsünü soyut şemalarda, buna benzer saçmalıklarda değil, bu yargının doğruluğunda ve gerçeğe uygulandığında bulmaktadır¨ diyerek, kavrayışını ileri düzeyde göstermektedir.

Bu örnekler de gösteriyor ki, Lenin henüz 1894’te Marks’ın tarih görüşü hakkında kavrayışı çok doğru bir noktadadır. Pozitivist etkileri dışlamaktadır. Marksist felsefeyle politik-teorisi arasındaki ilişkiyi doğru kurmaktadır. Peki! 1905’deki problem nedir? Lenin gerilememiştir?  1905’de Lenin’i tıkayan, 1894’deki açık görüşlülüğü ile paradokslara düşüren ¨bilimin¨  katı ilkeleridir…

Marks-Engels’in önlerinde buldukları somut nesnel durumda batı-Avrupa’da feodalizm’in çözülüşü ile birlikte… Ücretli işçiler haline gelen köylülerin yeni durumda geniş kitleler haline sanayi proleterleri olarak devrimci rolüyle ortaya çıkması tarihsel bir durumdur. Bu yeni durumda köylülük üretici rolünü işçilere dönüşerek, yeni bir formda devrimin temel gücü haline gelmişti. Nesnel bir şeydi bu Marks’ın önünde Marks, somut olarak bu özgünlüğü tahlil etmiş olmasına rağmen, bu özgül teori ¨bilim¨ katına çıkarılan sosyalizm tahayyülünün maddi ve teorik evrensel temeli/ilkesi yapıldı, bilimsel ¨yasa¨ ya dönüştürüldü. Temelde Lenin’in tıkayan bu formüllendirmedir. 1905’lerde devrim somut olarak önünde belirlediğinde ¨bilimsel sosyalizmin¨ katı-teorik ilkeleri/pozitivist tarzda teorize edilmiş ve başı bağlanmış sosyalizm; bir doğma olarak Lenin’in önüne dikilmiş ve onu tıkamıştır: ¨Rusya’da devrim ancak burjuva-demokratik olabilir…¨

Devrimin niteliği meselesindeki zik-zak proletarya meselesinde de yaşanıyor. 1894’te yine Mixailovsky’e yanıtlar veriyor. Sözde Marksist Mixailovsky’nin pozitivist ilerlemeci heyecanla ¨Rusya’da kapitalizm, dolayısıyla proletarya henüz gelişmedi; ama gelişmesi gerekir¨ yönlü görüşlerini; Lenin’in, ¨görüldüğü kadarıyla yazar, Rus kapitalizmini 1,5 milyon işçiyle sınırlı olduğu görüşünü paylaşıyor. Özgür emeğin bütün öteki sömürü biçimlerini kim bilir hangi başlık altında sınıflandırmaktadır.” Çocukça düşünceleriyle “keza, Mixailovsky’nin ‘Rusya taşıdığı bütün iç çelişkileriyle kendi kapitalist üretimini geliştirecektir ve bu arada da topraktan kopmuş Mujik (köylü) proleterleşecektir¨ değerlendirmesinin öfkeyle yanıtlar; ¨Bir ormanda ne kadar ilerlersek, ağaçlar o kadar çoğalır¨ dedikten sonra, şöyle devam eder: “öyleyse Rusya’da hiçbir ‘iç çelişki yoktur’ (sanayi proletaryası yoksa) öyle mi? Ya da daha yalın bir biçimde koyarsak, halk kitlelerinin bir avuç kapitalist tarafından sömürülmesi yoktur, nüfusun büyük çoğunun yıkıma uğraması yoktur, öyle mi? Hala Mujik’in topraktan kopması mı gerekiyor? …¨ Mixailovsky’den yine alıntılayarak “Marks, hazır bir proletarya ve hazır bir kapitalizmi ele aldı. Oysa bizim henüz bunları yaratmamız gerekiyor.¨  Şöyle cevaplamayı sürdürür Lenin, ¨Rusya’da yığınlarının böyle umutsuz bir yoksulluğunun ve çalışan halkın böyle utanmazca sömürülmesinin gömüle bileceği tek ülkede…¨

Eğer Lenin tüm bunları kızgınlıkla söylemedi ise, açık olarak haklı öfkesi Marksizm’in kapitalizmi ya da batı-Avrupa’nın somut tahliline indirgenerek felsefi özünün lafzına kurban edilmesidir. Evet! Rusya’da en azgın şekilde sömürü vardır… bir avuç zengin milyonlarca ezilen halkı sömürmektedir: meselenin bütün özü budur! Marksistler sosyal devrimde bunu ölçü almak durumundadır. Yoksa ¨Rusya proletaryasının (ezilenlerinin) burjuva toplumsal ekonomik örgütlenmesini mi, yoksa başka bir toplumsal ekonomik örgütlenmesine… ¨ (Lenin) özgü olduğu başka bir tartışmadır. Görüyoruz ki 1894’te Lenin, Rusya’da bir ¨proleter devrim¨ için ne İngiltere’deki en gelişmiş sanayi kapitalizmi düzeyi ve ne de o sanayilerde ¨çelik disiplinle¨ birleştirilmiş sanayi işçilerinin ¨yaratılması gerektiği¨ gibi, burjuva ilerlemeci pozitivist bir kavrayış içinde değildir. Bu meseledeki tasniflendirmeyi Marksizm’in özü ile bağdaşlaştırmıyor. Dahası, proletaryadan, sanayi işçilerine indirgenmiş bir tarihsel-sınırlı olguyu değil; sömürü altında inleyen geniş Rusya emekçi/ezilenlerini anlıyor. En ağır ve acımasız sömürüye maruz kalmak proleter olmayı ifade eder demek istiyor. Sosyalist devrim bu geniş yığınların eseri olarak alınacağını görüyor/ayrıca bir sanayi proletaryasının aranmasını anlamsız olduğunu açıklıkla tahlil ediyor. Nitekim 17 Ekim devrimini işçi-köylü ve askerlerin öznelik etmesinde ustaca bir uyarlama vardır. Salt proletarya arayışı devrimi/ gerçek devrimi anlamamak olurdu. Tabi buna rağmen proletarya ya ¨önderlik¨ zorunluluğu atfedilmesi pozitivist etkili ¨bilimsel sosyalizm¨ bağazıyla alakalıdır. Eski yük bir bütün anlamamış/¨ilke¨ aşılamamış etrafından dolanılmıştır. Yoksa açık ki, devrimi Leninizm ve onu kavrayan kadrolar önderlik etmiştir. Onların da, devrimde kitlelerin (gerçek kahramanlık) bakımından ilişkisi diyalektiktir. Bura da tek yanlı bir belirlenim mevcut değildir.

Velhasıl… 1894’teki kavrayışta içkin olan orijinallik görülmeden olamaz! 1905’teki durum belli, tekrar etmeyelim. 1905 sonrası ortadoksist basınç ve ¨bilimsel sosyalizmin katı ilkeleri yıkılarak değil; Rusya’nın özgüllüğüne yaslanarak, nesnenin izi sürülerek… teori yontularak somuta uyduruluyor etkilerin tamamen atıldığı söylenemez. Eski yüklerin izleri Ekin devrimi arifesinde bile hala mevcuttur. 1916’da halen devrimin batı Avrupa’da gelişeceğine Rusya’nın ancak bunu takip edeceğine inancı var-üretici güçlerle ilgilidir/hala şüpheleri bitmiş değil. Bunlar ortadoksist basınç düzeyine göstermesi yönü ile de anlamlı verilerdir. Bakın yine devrimden sonrada benzer etkileri görüyoruz. Eşitsiz gelişme yasası ile de/zayıf halka vs. bakımından geri ülkelerde devrimin daha kolay olduğu; devrimin inşasının ileri kapitalist ülkelerde daha kolay olacağını dillendiriyor. Sosyalizmi hala üretici güçlere indirgeme durumundadır. Harici payeler atfetmedir. Nitekim devrimden 1, 1.5 yıl geçmeden Sovyetlerden taviz verilip eski sistemin memurlarının geri çağrılmasından başlayarak… devletin bütün kategorilerine ¨zorunluluklar¨ teorisiyle biçimlendirip, kitlelere/Sovyetleri sistemden dışlamakla devam eden; özellikle Lenin’in ölümü ile bu zorunlulukları¨ sistemin esası haline getiren probleme ön veren yüklerin Lenin’deki temelini görmek elzemdir. Mao’da da benzer sorunlar vardır. Devrimi koruma ve bu manada içinde girilen sakınımlar.

Lenin’in ön verdiği problemler, onun ölümüyle sistemin dibine kadar aksetmiş/felsefi boyutlarda derinleşerek, ML’yi pozitivizme boğdurmuştur. Acı deneyimlere de dönüşmüştür Sovyet devrim süreci. Felsefeden kopma hali, pozitivist bilimciliği/teknokrasiyi/otomasyon ve elektirifikasyon kafası öne çıkarmış; komünizm ufkunu köreltmiştir. Nihayet bu çizgi Sovyet enstütülerinde üretilerek… Ufkunu köreltmiştir. Uluslararası Komünist Hareket (UKH) üzerinden yaygınlaştırılmış, ortadoksist Marksizm esas akıma dönüşmüştür. Sovyetler etkisiyle devrim yapmış ülkelerin çoğunda ¨bilimsel sosyalizm¨ toplum mühendisliğine dönüştürülmüştür. ¨Zorunluluklar¨ ilke halini almış, toplum emek nesnesine dönüştürülmüş,  devletin ¨yüce çıkarlarına¨ özgürlük feda edilmiş… Devlet-parti vs. yüceltilmiş, toplum sürüleştirilmiştir. Bütün bu süreçler pozitivizm temelli incelemeyi/tartışmayı gerektirir…

Mao ile Yeni Seviye

Engels’in ¨Marks’ın tek bir sözüne değil, devrimci özüne bakılmalıdır¨ söylemi Lenin’in hareket noktası olmuştu. Mao burada zirve oldu: Çin devriminde lafzında tamamen Çinlileşti. Lenin’in ölümü sonrasında Marksizm’in içine düştüğü felsefi-kurumsal kriz, Mao ile önemli bir çıkış yolu buldu. Stalin ve Komüntern’in tahakkümüne rağmen Mao Çin devrimini kendi özgün dinamikleri ile zafere taşıdı. Marksizm’in üzerine yapışmış Avrupalı-modernist kabuk kırılıp atıldı. Nüfusun %80’ini köylülerin oluşturduğu feodal Çin toplumuna Marksist diyalektik-tarihsel materyalizmi ustaca uyarmakla kalmadı; ML’ye önemli nitel katkılar yaparak… Felsefe ve teoriye yeni boyutlar kazandırdı. Tarihsel materyalizmi Avrupa-merkezci, burjuva-ilerlemeci yüklerden kurtararak… Marksist felsefeyi Çin toplumunun özel gelişme yasalarının incelemenin ve onu kendi öz dinamikleriyle değiştirmenin muazzam örneğini açığa çıkarmıştır. Çin devrimi ile (Lenin’in araladığı yoldan) gerçek mânada Marksizm’in üzerine yapışımı Avrupa-merkezci /modernist, üretici güçlere endeksli politik-teorik sınırları parçaladı, Mao Zedong.

Marksizm’i bir işçi ideolojisine daraltan Avrupa-merkezci, ilerlemeci-pozitivist okumaya Lenin’in çok önemli bir meydan okuması söz konusu olmuştur. Lenin çok önemli bir tarihsel aşamadır. Sovyet devrimi ile önemli bir yol açılmıştı. Mao’da tüm bu meselelerde bir bütün kopuş görüyoruz. Geniş köylü yığınlarının Çin devriminin proleterleri haline getirerek, demokratik ve sosyalist devrimin öznesini eski “ilkesel” kalıpların dışına çıkararak birleştirdi ve dünyada Marksizm’i taşımada önemli bir köprü oluşturdu, çok önemli deneyimler ekledi tarihsel hazneye. Köylülüğü sosyalist devrimin dez-avantajı saymayıp, devrimin avantajı haline getirdi. Tarihsel olarak burjuvazinin “sırasını savmasını” beklemedi. Önünde hazır bulunan toplum ilişkilerini çözümleyerek onu devrim yolu ile çözümlemeye yöneldi. Sıralı tarih tezini aştı, Marksizm’in metodolojik-epistemolojik özüne inerek Çin devrimci pratiği ile diyalektiği içinde onu yeni sentezlere ulaştırdı.

Sosyalist devrimin maddi temelini modern üretici güçlerde gören; Marksizm’i işçi ideolojisine indirgeyen, sosyalizmi proletaryanın olmadığı yerde olanaklı olmayacağını, köylülerin ve diğer küçük-burjuvazinin sosyalizm karşısında gerici sınıflar olduğunu vaaz eden pozitivist Marksizm’e karşı, sürekli-aşamalı devrim teorisiyle ayrıştı. Çin toplumunu emperyalizmden, Çin burjuvazisinin ve toprak ağalığının boyunduruğundan kurtarıldı. 1949’da devrimin demokratik aşamasını tamamladığını ve sosyalist inşanım başladığını ilan etti. Çin köylülerini önce işçileştirip, sonra komünist yapmadı. Baştan itibaren komünizm hedefinden hareket ederek, sıçramalı olarak Çin köylü ve tüm ezilenlerini komünist devrimin özneleri olarak konumlandırdı. Tüm bu deneyimler bize; sosyalizmi/komünizmi yalnızca işçilerin düşleye-bileceği/ sosyalizmin bir işçi ideolojisi olmadığını gösterdi

Mao, Lenin’in aksini savundu. Üretici güçler bakımından geri kalmış ülkelerde devrimin de, devrimin inşasının da daha kolay olacağını savundu. Sosyalizmin üretici güçlere tek yanlı indirgenmesine karşı çıktı. Çin devriminin sorunlarında Stalin-Sovyetlerin ve komüntern’in pozitivist dayatmalarıyla mücadele etmekle kalmadı; en çokta bunların Çinli versiyonlarıyla mücadele etmek durumunda kaldı. Bu manada Çin devrim tarihi aynı zamanda felsefi-kuramsal mücadelelerinin de önemli örneklerini açığa çıkardı. Mao, parti içindeki her politik çizgi sorununu felsefi temellerine inerek çözümledi. Pozitivist tazyikleri bu yolla geri püskürttü. Çin devrimin bütün yenilgilerinde teorik ve felsefi arka planda pozitivist çizgi vardı.

Stalin döneminde (tedricen) Sovyet devriminin mezara gömülmesi, kitlelerin parti devleti karşısında nesnelleşip yabancılaşmaya itilmesi, her şeyi “ulvi” parti-devlet bürokrasisinin insafına terk etmesi, bu pozitivist-teknokratik çizgiye karşın; Mao’nun devrim öncesi, devrim sonrasında da gerçek kahramanın kitleler olduğunu bayrak edinmesi, bütün eylemini kitlelerin dönüştürücü gücüne sıkı sıkıya bağlamıştı. Kitlelerin, partiye karşı da devrimi korumasının garantisi sayması vb. tüm bunlar pozitivizme karşı Marksizm’in politik emeklerine bağlılığı, felsefi-kurumsal olarak yeni zeminlere uzandığını kanıtlar. BPKD, özellikle “bilimsel sosyalizm” yönünde bir eskiden kopuşu ifade eder. Fakat Lenin’de olduğu gibi Mao’da da rasyonalizm sorunu mevcuttu. “Zorunluluklara” takılıp devrimin gereğini yapmaktan sakındı.

Evet! Mao’da tarihsel evriminin sıralı-ardışık değil, birikimli sıçramalı (nicel-nitel) geliştiğini diyalektiğin gücü ile çözümlemiş, felsefeye de yeni katkıları olmuştur Çinde komünist devrimi için ne burjuva devrimini beklemiş, ne kapitalist gelişmenin komünizmin gerekli temelini “yaratmasını beklemiş ve ne de geniş köylü kitlelerinin mülksüzleştirerek… iş havzalarında “hazır kıta” toplumlarını önünde hazır bulduğu gerçek toplumun gelişme yasalarından hareket ederek Çin toplumunun tarihten gelen hafızasını Marksist metodoloji ile birleştirmiştir.

Epistemolojide ampirizmi, fenomenolojiyi, belirlenimciliği aşmış; feodal Çin’i maddi koşullarında komünizm bilincini nasıl sıçramalı yansıma göstereceğini açığa çıkarmıştır. Felsefenin insan düşüncesini, materyalist temele ampirik, mekanik, monist olarak değil, diyalektik olarak nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermiştir.

Tüm bunlara rağmen Mao’da da sosyalizm “bilim” muamelesi görmeyi sürdürmüştür; bilimin katı kurallarını, toplumsal sorunların çarpışık doğasına indirirken işin sancılarını yaşadı. Devlet-iktidar vb. sorunlarına temelden yeni yaklaşım geliştiremedi; BPKD’nin gereği buydu oysaki. Mao, diyalektik ustalığıyla Marksist ruhuna kitlelere olan derin güveniyle (tarih kavrayışı ile ilgilidir) kitlelerin öz dinamiklerine dayanmıştır.  Aşamadığı sorunlar pozitivist rasyonalizm sorunsalı ile ilgilidir; nihayet “zorunluluklar” teorisinin devrimi yenmesine, kitlelerin devletin kölesi-iktidar aracı ve birer üretim, kalkınma nesnesi haline gelmesi, yani yabancılaşmayı engelleyememiştir. Bu sonda partinin rolü Mao’yu aşmış olsa da Mao’nun sınırlarının görülmesi önemlidir. Netice ise devrimin kendi yarattığı devasal bürokrasinin kazdığı mezara gömülmekten kurtarılamadığıdır.

Bugünün felsefe ve politik-teorinin çözümlemesi gerekli soru buradadır. Mao’nun ya da BPKD’nin girdiği mezarda kutsamaya devam mı edeceğiz? Bunun yanıtıdır, 21. yy. devrimin kaderini belirleyecek olan!

Halkın Günlüğü sayı 12

Önceki İçerikİktidarın kuşatması altında gerçekleşen HDP kongresi ve siyasal süreç üzerine!
Sonraki İçerikİlkelerden kopmayan devrimci mücadelenin kazanımı siyasi iktidardır/Perspektif