HABER MERKEZİ(12.06.2018)-Millilik ve milliyetçilik üzerine propaganda yapmak ve bu kavramlarla övünmek öteden beri Türk egemen sınıfları için hayati derecede önem arz eden bir gerçeklik olmuştur. Muhafazakârlık keza bunların bir kesimi için öteden beri övünç kaynağıdır. Resmi tarih tezi ve resmi ideolojinin sürdürülmesinin ihtiyacı bakımından da bu propagandanın büyük değeri olmuştur. Çok uzun yıllara dayanan böyle bir propaganda hiç kuşkusuz egemen sınıfların yanı sıra, geniş halk kitleleri içinde yaşam bulmuş ve sempatiyle karşılanmıştır. Yürütülen bu gerici politikanın kaynağı egemen sınıfların kendisi olsa da durum yoksul halk içerisinde ciddi derecede yer bulmuştur. Egemen sınıflar geniş kitleleri yönetebilmek, sistem içinde denetimlerinde tutabilmek ve gerektiğinde kendi gerici-saldırgan emelleri doğrultusunda kullanabilmek maksadıyla millilik, milliyetçilik ve muhafazakârlık politikalarına her daim özel önem vermişlerdir.
Bu nedenle muhafazakârlık, millet ve bu kavramdan türeyen milliyetçiliğe dair birkaç söz söylemek önemli bir ihtiyaç durumundadır. Millet nerede hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktı, tanımlanması nedir gibi sorulara çok kısaca dokunarak asıl anlatmak istediklerimize geçebiliriz. Millet ve milliyetçilik üzerine ciddi ve farklı tartışmaların varlığını ve tanımını elbette biliyoruz. Ancak konumuz esasen bu olmadığı için bu minvalde ele almayacağız. Keza muhafazakârlığı da böyle ele almayacağız. Muhafazakârlık, milli ve milliyetçilik gibi övünülen bu kavramları temelleri üzerinde ele alarak Türk egemen sınıfların dayandıkları ideolojik temelleri ve onların ikiyüzlülüklerini anlayarak keza bir kez daha açığa çıkaracağız. Sahtekârlıklarını açığa çıkararak halkın bilincinin devrimci temellerde dönüştürülmesi için bu gibi ideolojik mücadele görevlerinin ciddiyetle ele alınması ve en geniş şekilde halka kavratılması en az diğer görevler kadar önemlidir. Halkın manipüle edilmesinde önemli işlevler gören bu tür propagandalarla amaçlananlar açığa çıkarılarak sistemi ayakta tutan ancak oldukça da çürük direklerden birinin kırılmasını sağlamak için bu görev hayatidir. Unutmayalım ki egemenler bu kadar yalana rağmen iktidarlarını sürdürebiliyorsa bunun bir sebebi de devrimin bunlarla yeterince hesaplaşmamasıdır.
Çok kısa ve kabaca bir şeyler söylemek gerekirse millet ve onun ideolojisi olan milliyetçilik kapitalizmin doğuşuyla birlikte tarih sahnesinde yerini aldı. Kavramın kendisi ise bildiğimiz kadarıyla en çok ve yaygın biçimde 1920-1930’lu yıllarda kullanılmaya başlandı. 1940’larda Hans Kohn’un çalışmalarının milliyetçiliği akademik dünyanın ajandasına sokmasında rolünün büyük olduğu görülür. Bir kere akademik dünyanın ajandasına girdikten sonra bu kavram ilerleyen tarih içinde işlevi değişerek devam edegeldi. Hemen belirtelim ki ülke ülke dağılarak dünyayı saran milliyetçilik kavramının ortaya çıktığı yer Batı olmuştur. Kapitalizmin en hızlı ve ileri düzeyde ve derinden geliştiği topraklar Batı olması itibariyle kavramın kendisi de oradan tüm dünyaya yayılmış oldu. Dolayısıyla kavram Batı kaynaklıdır. Keza muhafazakârlık da öyle olmuştur. Fransız Devrimi’nin ortaya çıkışıyla iç içe gelişen bir gerçekliği var. Fransız burjuva demokratik devrim yerleşik toprak düzenini yerle bir etti. Tarihin bir döneminin sonuna gelinmişti. Kapanmak üzere olan bir dönemin yerini, eskinin içinde çoktan mayalanmış olarak bir başka dönem alıyordu. Yeni bir dönemi aralayan Fransız Devrimi sadece içinden çıktığı toprakları değil, tüm dünyanın gidişatını derinden etkiledi. Zamanını çoktan doldurmuş eski feodal düzenin bütün köhnemiş ilişkilerini parçalayarak yenilenme akımlarına kapıyı sonuna kadar açtı. Tarihin kaçınılmaz hükmü ve arzusuydu bu. Önceki yaşam tarzı, gelenekler, alışkanlıklar hükmünü yitiriyordu. Durum bu olunca, yeni gelişme doğrudan sanayi devrimine götürdü. Eski feodal üretim tarzını kökünden dağıttı/yıktı. Durağan, sınırlı üretkenlik ve doğal sınırlı tüketim sistemini çökertti. Bu iki olgunun kendisiyle beraber insan düşüncesi üzerinde etki yaratmaması düşünülemezdi. O güne kadar insanlar içerisinde bilinen alışkanlıklar, süren gelenekler, inanç, kültür ve davranış kalıplarını parçalayarak bir aydınlanmaya götürdü. Daha doğrusu böyle bir aydınlanmayı beraberinde getirdi. Tutuculuk yerini sorgulamaya bıraktı. Karanlıkta kalmış, cevaplamayı bekleyen sorular için aklı ve bilimi devreye soktu. Hiç değilse cevap aramanın yolunu açtı. Diğer bir yandan ise eski sistemden arta kalanları parçalayarak yıkması insan kümelerini büyük bir kargaşaya götürdü. Halk büyük bir sarsıntı ve hatta ağır bir bunalıma girdi. Dahası geniş kitleleri çaresizlik girdabına itti.
Milliyetçilik Gibi Muhafazakarlık da Batı Kaynaklıdır
Zaten bir devrim yerleşik, statik düzene alışık olan geniş halk kitlelerini sarsmıyor, kargaşaya sokmuyor ve neler oluyor sorusunu sordurmuyorsa o gerçek ve köklü bir devrim değildir. Kargaşa, kaygı, korku ve benzeri duyguların yeniye uyum sağlaması kısa zamanda ve kolay olmaz. Halk kitlelerini başka türlü değiştirmek mümkün olmaz. Yeniye uyum kolay olmaz çünkü her yer şey dağılıp yeniden kuruluyor. Yeniyle bütünleşmek, ortaya çıkanı benimsemek, çaresizliği aşmak, insan denilen sürünün kolay hazmedeceği şeyler değildir. Hal bu olunca yenilenmeye kimi kesimler uyum sağlarken kimilerinde ise yeni gidişatına karşı bir direnç başlar. Mevcudun yitirilmesini istememek, eskiye sarılmak direnci sökün eder. Yani muhafazakârlık denilen olgu böyle çıkar. Muhafazakârlığı doğuran temel budur. Diyalektik materyalizmin bize öğrettiği gibi her şey karşıtıyla var olur. Eğer karşıt yoksa o şey yoktur. Her şey kendi içinde ikiye bölünmüş tektir. Birbirinin varlık koşuludur zıtlar. Dediğimiz gibi bu her şey için istisnasız böyledir. Devrim denilen yıkım ve inşa aynı şekilde karşıtını içinde taşıyarak ilerler. Burjuva demokratik devrimin ileriye doğru, aklın ve bilimin kullanılmasına dönük gelişmesinin karşıtı olarak bizzat o devrimin gelişim seyri içinde muhafazakârlık ortaya çıktı. Tam da devrimin mayalanmasının ve ete kemiğe bürünmesinin seyri içinde ortaya çıkması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Devrim kavramının oluşmasının doğal seyri içinde ortaya çıkan muhafazakârlık elbette keyfi, sosyal olgulardan bağımsız değildir ve öyle de olmamıştır. O gelişen yeni bir tarihsel sürecin doğal gelişmesi içinde kaçınılmaz olarak ortaya vuku bulmuştur. Eskinin her türüne karşı gelişen yeni süreç, toplumun bir bölümü ve kim bilir belki de büyük bölümünü devrime karşı bir direnç geliştirmeye götürür demiştik. Bunların tutumu tavırları eskinin korunmasından yana işler. Zira eskiye özlem büyüktür. Bağlı oldukları tanrı, kendilerini koruyan tanrının yeryüzündeki sureti olan ağa, ağalık ve beylik sistemi, aç ve açıkta kalma korkusu onları derin bir korkuya sürükler. Tarihin biraz da böyle işlediği açıktır. Bu durumdaki halk kitleleri kargaşa yerine sükûneti, dağılma ve parçalanma yerine sahiplenilmeyi arzular. Fransız burjuva demokratik devrimin bir gelişmesi olarak muhafazakârlığın da Batı’dan gelmiş olduğunun anlaşıldığını düşünüyoruz. Elbette feodalizm öncesi sistemlerin gelişme süreçlerini, bu süreçlerde insan topluluklarını etkileme durumunu ve insan toplulukların gelişme karşısındaki tutum ve davranışlarını incelemek ve muhafazakârlığa denk düşen ya da tamamen muhafazakârlık olanı incelemek gerekebilir ancak biz bir duruma dair bir genelleme yaparak geçiyoruz.
Yani bir kez daha vurgulamakta fayda görüyoruz. Millet ve milliyetçilik gibi muhafazakârlık da Batı kaynaklıdır. Türk egemen sınıflarının geleneklerimiz, göreneklerimiz, değerlerimiz dedikleri, üzerine titredikleri ve ellerinde bırakmak istemedikleri çıkarlar için dayandıkları kavramlar Batı kaynaklıdır. Burada belirtmekte fayda gördüğümüz mesele şudur ki, bizim için herhangi bir şeyin Batı’dan ya da Doğu’dan gelmesi asla sorun teşkil etmez. Türk hâkim sınıflarının laf salatası misali Batı değerlerine demediklerini bırakmayan ama oralardan ödünç aldıkları kavramlarla kendi sistemlerini korumaya çalışırken Batı karşıtı gibi görünme sahtekârlığınadır dikkat çekmek istediğimiz. Batı ülkelerine göre korumak istedikleri değerler sistemi farklı olsa da dayandıkları ideolojik ilke aynıdır. Bir yandan insanlığın başına bir bela olarak gelişen kapitalizm ve kapitalist sistemle sonuna kadar bütünleşmek çabası, kapitalizmin her bir aşamasına tam uyum göstermek gayretleri ve politikaları ve bu doğrultuda Batı kaynaklı muhafazakârlık, millet ve milliyetçilik ideolojisine başvurarak bunları çıkarları için sonuna kadar kullanmak ama diğer taraftan geniş kitlelere yalan söyleyerek Batı karşıtı görüntüsü vermek. Tam bir ikiyüzlülük halidir bu.
Kapitalist sistemin bir parçası olmak, onunla uyum içinde yürümek öylesine sıradan, basit bir yürüyüş değildir. Ciddi karşılığı ve sonuçları vardır. Büyük alışveriş gerektirir. Düşününki daha henüz dün bir tahıl deposu olan Anadolu bugün her şeyini dışardan satın almak durumunda bırakılmış ise işte bu Türk egemen sınıflarının en dibine kadar bağımlı oldukları kapitalizm ile uyumlu yürüyüşün getirdiği ağır zararlı sonuçları anlatır. Saman denilen ot yığıntısı bile dışardan satın alınmak zorunda kalınıyorsa, eldeki bütün fabrikaları satılıyorsa; mesela en son fabrikaları satarak şekeri dışardan getirme planlanıyorsa, “milli ve yerlilik” söylem ve politikaların sadece lafla bezenmiş kara propaganda ve yalan ibaret olduğu görülür. Bu durumda “biz milliyiz, yerliyiz” söylemlerinin ikiyüzlülükten başka ne anlamı kalıyor? Batı ile hangi değerler üzerinde ayrışıyorlar? Bunların Türklük, Müslümanlık gibi egemen Türkçü ve İslam inancı dışında Batı’dan farklı durdukları nokta nedir? Anadolu’da yerleşik olan başka dilleri, kültürleri, inançları yasaklamak, farklı fikirlere ve tarih algısına sahip muhalifleri susturma çabalarını meşrulaştırmak için “Batı kaynaklı ve Batı kışkırtması” gibi söylemler sahtekârlığın daniskasıdır. Bunların kendileri dışındaki her kesimi Batı kaynaklı diyerek anlattıkları aslında tam da uyduruk resmi tarih kadar hakikidir. Gerçek şudur ki Türkler 1071 yılında Anadolu’ya geldi. Tüm nesillere okullarda öğrettikleri tarih kitaplarında bunun böyle olduğu kayıtlıdır. İslam keza Anadolu’ya kılıçla indirildi. İslam ve Türklük Anadolu’ya yerleşmeden önce bu topraklar üzerinde insan toplulukları vardı. Ermeniler, Kürtler, Türkmenler, Êzidîler, Aleviler, Keldaniler, Süryaniler ve daha birçok benzeri topluluklardan ve inançlardan insanlar yaşıyordu. Sahi bu kadar yalın gerçeğe rağmen kendilerini bu toprakların yerlileri, diğer halkları ise yabancı diye diye yutturmaya kalkmazlar mı? Bir noktanın altını özellikle çizelim. Anadolu denilen bu harika topraklar üzerinde her topluluktan insanın yaşamak gibi doğal hakkı vardır. Türk halkı da bu hakka sonuna kadar sahiptir ki zaten halihazırda yaşamaktadır. Bizim halkları ayırma ve milliyetçilik-ırkçılık gibi halkları birbirlerine düşman eden gerici politikalara karşı kavgamız, mücadelemiz sürüyor. Anlatmaya çalıştığımız şey şudur, Türk egemen sınıflarının işgal ettikleri ve sömürgeleştirdikleri toprakların sahibi olarak kendilerini gösterme cesaretine ve sahtekârlığına dikkat çekiyor ve ezilen halk kitlelerini uyarıyoruz. Amacımız, üzerine titredikleri “milli ve yerli” gibi anlatımların içi boş olduğu ve kendilerinin bile riayet etmediklerine bir gerçeğe dikkat çekmektir. Kendileri bile riayet etmedikleri “milli ve yerli” iddialarını ve diğer halkları bu politika üzerinden inkâr etmeyi sürdürmelerini teşhir ediyoruz. Kendilerinden önce bu topraklarda yaşamakta olan halkları yerli değilmiş gibi göstererek yabancı muameleye tabi tutmak ve o toplulukları yabancı güçlerin piyonları gibi gösterme becerisi olsa olsa iktidar için babasını, oğlunu, kardeşlerini öldürten Osmanlı padişah düzeninin hileleri ve Türk ulus devlet yaratmak için Koçgiri, Dersim ve Kürt katliamlarının sahipleri gibilerine ve onların bugünkü hükümet temsilcilerine has olsa gerek. Onca büyük yetenek ancak bunlarda vardır herhalde! Böyle soykırımları, katliamları meşrulaştırabilmek başka nasıl ve hangi yalanlarla mümkün olabilir ki?
“Yerli Ve Milli” Safsatası Gerici Saltanatlarını Korumanın Bir Zırhıdır
Tıkandıkları, yürüyemez durumda olduklarında ise cunta tezgâhlayarak OHAL ilan ederek, kanlı provokasyonlar düzenleyerek en uygun ortamlar oluşturulur. Oluşturulan uygun ortamlar üzerinden ülkede kırıntıları dahi zor bulunan demokratik hayat, kültür ve sanat yasaklanıp çürümeye bırakılarak “vatan ve millet” adına birleşme aşkı devreye sokulur. Kanlı kılıç devreye sokulur. Her kanlı girişimin adı en masum kelimelerle süslenir. Kıbrıs Barış Harekâtı, Hayata Dönüş Operasyonu, Efrîn’e düzenlenen Zeytin Dalı Operasyonu gibi. Öyle bir Zeytin Dalı Operasyonu ki, en yetkili ağızdan günlük öldürülen “terörist” sayının ne olduğu dakika dakika TV’ler naklen yayınlanıyordu. Elbette muhafaza etmeye özen gösterdikleri şeyler de vardır. İnançlı insanları yönetebilmek adına hurafeyi, dinciliği özellikle geliştirmeye ve kitleler içinde yaygınlaştırmaya ve sağlamca muhafaza etmeye yeminlidirler. Açlık ve sömürü altında yaşayan geniş halk kitlelerine karşı, kapitalist tekeller lehine yürüttükleri faşist-dinci politikaları “milli ve yerli” adı altında korumaya ve propaganda etmeye devam ediyorlar. Oysa korudukları şey ülke ve ülkede yaşayan emekçilerin çıkarları değil, iç içe geçtikleri yerli ve yabancı kapitalist tekellerin çıkarlarıdır. İşverenlere dönük konuşmasında “OHAL niye kalksın istiyorsunuz, bak işte OHAL sayesinde grevler yasaklanıyor” demesi her şeyi açıklamıyor mu? Böylelikle yoksul halkı kaderciliğe mahkûm ediyorlar. Bu bakımdan yalan, sömürü ve talan politikalarını “milli ve yerli” diye yutturmaya ekmek ve su kadar ihtiyaçları var. Başka türlü halkı etraflarında nasıl tutabilir, nasıl yönetebilirler? Bunu bildikleri için her dönem “vatan dört yandan sarılmış” propagandasına sarılıyorlar. Bu kara propaganda ile Türk ve Müslüman olmayan halklara karşı yaptıkları hileleri tekrar tekrar devrede tutmaya devam ediyorlar.
Kitlelerin Aydınlatılmamış Bilinçleri Gericiliği Beslemekten Başka Bir İşe Yaramaz
Devrimin başarılı örgütlenebilmesi için burjuvazinin ve onun bilumum temsilcilerinin sahtekârlıkları, yalanları ve ikiyüzlülükleri en geniş şekilde halka anlatılmalıdır. Derli toplu bir plan, politikalar ve çaplı kampanyalarla halk bu benzeri konularda uyarılmalıdır. Kitle çalışmaları yürütülürken özellikle gerici sınıfların yalan ve hilelere dayanan bu politikalarının teşhir edilmesi devrimin başarısına gidecek önemli bir yoldur. Kitlelerin aydınlatılmamış bilinçleri gericiliği beslemekten ve gericiliği ayakta tutmaktan başka bir işe yaramaz. O halde gericiliğin dayandığı direklerin yıkılması için daha planlı, programlı ve aktif şekilde çalışmalıyız
Halkın Günlüğü Dergisi Sayı 15