MKP 3. Kongre Kararlarını Kavrayalım, Kavratalım!(2)

Bir fabrikanın, tarlanın ya da makinenin herhangi bir ulustan insana ya da işletmeye ait olması ekonomik yapıyı değiştirmez. Toplumsal üretim tarzını ve ekonomi ilişkisini de değiştirmez. Ekonomide belirleyici olan fabrikanın ve tarlanın hangi biçimde işleyerek üretim gerçekleştirdiği ve insanları hangi biçimde bir sömürüye tabi tuttuğudur

3. Kongre ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın Sosyo-Ekonomik Yapısı;

Enternasyonal proletaryanın tüm dünyada azami devrim programı her bir yerde komünizm ortaklığı içerse de her bir parça ve ülkedeki sosyal-ekonomik yapısı farklı özgünlükleri taşıması nedeniyle, asgari devrim programlarının da farklılıklar göstereceğine beşiklik etmektedir.

Marksizm- Leninizm- Maoizm bilimimiz, dogma değil tam da bir eylem kılavuzudur. Onun yaşayan canlı ruhu ise somut koşulların somut tahlilidir. Dünya genelinde somut koşulların somut tahliline ilişkin devam eden bir önceki yazımızda Kongre ve Emperyalist Kapitalizm Gerçekliği! Başlığı altında 3. Kongre kararlarını ortaya koymaya çalıştık. Buna paralel dünya genelinde emperyalist kapitalizmin somut ve güncel durumuna yönelik Kongre görüşlerimize paralel olarak ondan bağımsız olmayan Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın somut koşullarının somut tahlili ve günceldeki durumuna yönelik sosyo-ekonomik yapının durumuyla ilgili merkezileşmiş 3. Kongre kararlarını ve görüşünü bu yazımızda da işleyeceğiz.

Yarı-feodal toplumlarda, toplumun esasına feodal ilişkiler damgasını vururken tali olarak da kapitalist ilişkilerin varlığından söz edilebilir. Dolayısıyla sosyo-ekonomik yapısı yarı-feodal yarı-sömürge statüsündeki toplumlarda öne çıkan ve çelişkiye niteliğini veren yarı-feodal ilişkilerdir. Bundan kaynaklı olarak bu tür  ülkelerde feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki baş çelişki olarak kendini göstermektedir. Coğrafyamızda feodal ilişkiler, toprak sahipleriyle köylülerin karşılıklı ilişkisi temelinde ele alınmak zorundadır.

İşçi sınıfının kırda ya da şehirde kapitalist biçimlerde ücret karşılığı çalıştırılarak artı-emeğin sömürülmesi açıklanmadan kapitalist sömürüden bahsetmek yanlıştır.

Sosyo-ekonomi de yerli ya da yabancı işletme veya yerli ya da yabancı üretim araçları ayrımı yapmakta yanlıştır. Bu ancak bağımlılık vs gibi durum değerlendirmesi için ele alınabilecek gerekçelerdir. Bir fabrikanın, tarlanın ya da makinenin herhangi bir ulustan insana ya da işletmeye ait olması ekonomik yapıyı değiştirmez. Toplumsal üretim tarzını ve ekonomi ilişkisini de değiştirmez. Ekonomide belirleyici olan fabrikanın ve tarlanın hangi biçimde işleyerek üretim gerçekleştirdiği ve insanları hangi biçimde bir sömürüye tabi tuttuğudur.

Emperyalist sermaye, ihtiyaçlarını karşılamak için artı- emek sömürüsünü gerçekleştirmek zorundadır. Bu durum kapitalist tarzdaki işçi emeğinin sömürüsüne dayalı ilişkileri yaratır. Sömürünün önündeki bütün engelleri yıkarak ilerler. Önündeki bu engel, bir dönemler bağımlı ülkelerdeki temel ayaklarından birisi olan feodalizm bile olsa, iradesi dışında onu da tasfiye ederek yıkar. Bağımsız bir kapitalizmden çok kendine bağımlı kapitalist ilişkileri geliştirir.

Osmanlı’da bağımlılık ilişkilerinin oluşumu

Osmanlı, feodal bir imparatorluktu. Osmanlı sermayesi 1800’lerden itibaren kapitalist ülkelerin sermayeleri karşısında zayıf düşerek yarı-sömürge statüyle dışarıdaki kapitalizme bağımlı hale gelmeye başladı. 1838 Ticaret antlaşmaları ve kapitülasyonlarla yabancı tüccar ve şirketlere tanınan imtiyazlarla birlikte yabancı sermaye grupları Osmanlı pazarlarında serbest ticaret yapmaya ve ekonomide etkin olmaya başladı. Bu gelişmeyle zanaatçıların el üretimleriyle ürettikleri gıda, dokuma, tarım aletleri vb ürünler, Avrupalı fabrikasyon malları karşısında dayanamayarak günden güne geriledi. Böylece kapitalist ülkelerin denetimine giren Osmanlı sanayisi, ilk günlerinden itibaren kapitalist ülkelerin işletmelerine bağımlılık ilişkisi içerisinde girerek bağımlı hale dönüşüyordu.

Bu durum TC’nin ilk kurulduğu süreçlerde de devam etmiştir. Kemalist hareket de 1913 sanayi teşvik kanun maddelerini sürdürmüş, 1923 İzmir İktisat Kongresi, 1925 Ticaret ve Sanayi Odaları Kanunu, 1927 Sanayi Teşvik Kanunu  vb gibi peş peşe çıkarılan kanunlarla emperyalist sermayeye bağımlılık ilişkisi ilerletilmiştir.

TC devleti 1947 Truman ve 1948 Marshall planıyla ABD emperyalizminin denetimine girmeye başlamıştır.

1950’lerden itibaren çok uluslu tekellerin belirgin olarak öne çıktığı söylenebilir. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi uygulanan devletçi kalkınma modelleri üzerinden meta ve sermaye ihracıyla gerçekleştirilen sömürü politikaları, daha karlı olan ithal ikameci biçime dönüştürülmüştür.

1960’lardan itibaren emperyalist ülkelere aşırı borçlanmadan kaynaklı bağımlı olan yarı-sömürge ülkeler, dış müdahaleler sonucu yasal düzenlemelerle çok uluslu tekellere uygun hale getirilmiştir. Çok uluslu emperyalist tekeller, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları üzerinden büyük çaplı işletmeleriyle bu ülkelere yerleşerek, ithalata dayalı denetimli yerinde üretim ve tüketim politikasını uyguladı. Bu gelişmelerle birlikte yarı-sömürgelerdeki nispeten yarı bağımsız ekonomilerin tümü tam bağımlı hale geldi.

Çok uluslu tekeller, Osmanlı ve TC’nin 1960’lara kadar devletçi modele dayalı meta ve sermaye ihracı yöntemi değişerek, ithal ikameci politikalara yöneldi.

Tarım ürünlerinin tamamı kapitalist metalara dönüştü

1960-1970’lerde gıda, otomotiv, kimya, ilaç, iletişim, ulaşım, makine imalatı, demir, çelik, tarım ürünleri, petrol sanayi, cam, deri, lastik, plastik, orman ve hayvan ürünleri, elektronik eşya, maden sanayi, çimento, haberleşme, enerji, finans alanı, silah sanayi vb bütün alanlarda çok uluslu tekeller; komprador burjuvazi ve büyük toprak ağaları ile birlikte büyük işletmeler kurmaya başladı. Coğrafyamızda şu anda ekonomiye damgasını vuran 500 büyük holdingin içerisindeki Sabancı, Koç, Yaşar, Eczacıbaşı vb işletmelerin esası bu sürecin ürünü olarak palazlandırılarak ortaya çıktı.

Emperyalist güçler ve kompradorlar tarafından 1960-1970-1980 yıllarında onar yıl arayla planlanan askeri darbelerle hem şiddet unsurunu kullanmış hem de dönemsel ekonomik çıkarlarına uygun olarak yasal düzenlemelere girmiştir.

1980’lere gelindiğinde coğrafyamızın ekonomisinde esasta çok uluslu tekellere bağımlı, kısmen de iç dinamikleri üzerinden gelişen kapitalist işleyiş önemli bir değişim gösterdi. Sanayideki üretimin esası büyük işletmelerin elinde toplanmaya başladı. Ücretli emek, tarım, sanayi ve hizmetler alanında önemli oranda artmaya başladı. Ülke genelindeki sanayinin payı tarımla eşit düzeylere ulaştı. Hizmetler alanı gelişmeye başladı. Şehir nüfusu kırsal nüfusla dengeli hale geldi.

Tarım ürünlerinin hemen tamamı, çeşitlenen tarıma dayalı sanayi dallarının hammaddeleri haline gelerek kapitalist metalara dönüştü.

1970’lerin ortasında yaşanan büyük ekonomik krizle, çok uluslu tekellerin sermayelerinin ihtiyacını karşılamakta tıkanan ithal ikameci politikası, yeniden düzenlenmek durumundaydı. Bu nedenle yarı-sömürge pazarların tümü çok uluslu tekel sermayelerine açılmalı ve uygun yeni düzenlemelerle güvenceye alınmalıydı. Bu stratejiye uygun olarak 1980’ lerin başında 24 Ocak Kararları, 1980 askeri faşist cuntasıyla yürürlüğe kondu. Serbest piyasa ekonomisine geçilerek emperyalist sermayeye bağımlılık ilişkisi güçlendirildi. Kamu İktisadi Teşekkülleri(KİT) nin hepsi özeleştirmeye açıldı. Özetle ülkemizdeki bütün ekonomik sektörler, özel teşvik programlarıyla yeni yasal düzenlemelerle çok uluslu tekel sermayeleri ve komprador tekelci burjuva ve büyük toprak sahiplerine tepside sunuldu.

Çok uluslu tekeller, 24 Ocak 1980 sonrasında yerli işletmelerle, esas payların emperyalistlere ait olduğu ‘ortaklıkların’ yanında bizzat kendilerine ait işletmelerle sanayi, tarım ve hizmet sektörü alanlarında yerleşmeye başladı. Bu durum, ekonominin bütün dengelerini değiştirmeye başladı. Tarım, sanayi ve hizmetler alanında yer alan birçok küçük, orta ve büyük işletmeler rekabete dayamayarak ya iflas etmiş ya da boyun bükerek direkt çok uluslu tekelci sermayelere eklemlenmiştir.

Şehir nüfusu, 1985 yılında kırsal nüfusu geçerek belirleyici hale dönüştü.

Feodalizm kapitalist üretim karşısında tali duruma düştü

1990’lar sürecine girildiğinde, kurulan büyük sanayi işletmeleriyle tekstil, otomotiv, gıda vb alanlarda küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyük çoğunluğu iflas etmiş, büyük bir bölümü de büyük işletmelere yedeklenerek onların hammadde üreticileri ya da parça üreticileri şeklindeki taşeronları haline dönüşmüştür. Şehirlerdeki nüfus, kırların neredeyse iki katına çıkmış, büyük sanayi kolları ve onlara yedeklenen küçük ve orta ölçekli işletmelerde istihdam edilerek artı- değer sömürüsüne maruz kalan işçilere dönüşmüştür. Böylelikle üretim, yatırım, ticaret ve istihdam büyük işletmelerde toplanmaya başlamıştır.

Hizmetler alanı, ücretli emek temeline dayalı olarak satış mağazaları, bankalar, ulaşım, iletişim, sağlık, eğitim vb alanlarıyla istihdam, yatırım, ticaret ve milli gelirde sanayi ve tarımın önüne geçerek gerek dünya genelinde gerekse de buna paralel Türkiye-Kuzey Kürdistan’da belirleyici hale geldi.

1990’lardan sonra Türkiye-Kuzey Kürdistan’da hem sanayi, hem tarım, hem de hizmetler alanında esasta kapitalist işleyiş, feodal üretime göre hakim hale gelerek üretime damgasını vurmaya başladı.

Coğrafyamızda burjuvazi ve proletarya önderliğinde bir devrim olmadığından, feodalizm, Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak esasta çok uluslu emperyalist sermayenin etkisi olmak üzere, iç dinamiklerinde tali düzeyde etkisiyle 150 yıllık uzun bir evrimsel süreçle oldukça sancılı aşamalardan geçerek tasfiye olmuş ve kapitalist üretim karşısında tali duruma düşmüştür.

1990’lardan 2010’lu yıllara kadar geçen süreç itibarıyla da dünyada ve coğrafyamızda yaşanan önemli ekonomik, sosyal ve siyasal değişimleri de dikkate aldığımızda kapitalist işleyişin çok daha derinleştiği söylenebilir. Tabii ki bağımlılık ilişkisi de derinleşmiştir.

Türkiye-Kuzey Kürdistan sosyo-ekonomik olarak uluslararası emperyalist sermayenin merkezileşmesi ve derinleşmesine uygun olarak günümüzde ekonomik- örgütsel ve siyasal açıdan çok daha bağımlılık ilişkisi içerisinde bulunmaktadır.

Coğrafyamızda din vs üzerinden bir sosyo-ekonomik yapı belirlemesi de yanlıştır. Bilinir ki dünyanın en büyük dinci devletleri arasında ilk akla gelenler İsrail ve ABD emperyalist devletleridir.

Türkiye-Kuzey Kürdistan’da feodalizmin tasfiye biçimi, emperyalizme bağımlı yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde ortaya çıkmış özgül ve günümüz biçimidir.

Özetle Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomisi, emperyalizme bağımlı tekelci komprador kapitalist niteliktedir.

 

 

 

 

Önceki İçerik24 OCAK VARTİNİK BASKINI VE ALİ HAYDAR YILDIZ
Sonraki İçerikAlibeyköy’de yozlaşmaya ve uyuşturucuya karşı halk toplantısı