M. ŞEHMUS GÜZEL
Düşünmek için mekanın mutlaka bir önemi olduğunu iddia etmek olası. Her yerde düşünülebilir mi? Trende, otobüste, otomobilde. Güneşte yürürken. Ormanda. Çölde. Dağda. Sessiz, ıssız bir noktada düşünceye yatmak olası mı? Kentte sessiz bir odada, bütün konforu içinde bir büroda. Okulda. Sınıfta. Fakültede. Anfide. Kütüphanede. Bilinçli düşünce. Bilinçsiz düşünce. Düşünmeden düşünmek. Her yerde düşünülebilinir mi? Düşünmek için ideal mekân neresidir ? Parkta, ağaçlık bir yerde dolaşırken olası mı düşünmek? Sinema da film seyrederken? Televizyon izlerken. Dağda, tepelere, zirvelere tırmanırken?
Düşünmek için yalnız olmak mı gerekir ? Tek başına kalmak anlamında değil. Çok yememek, ama hesaplı ve arada bir iyi içmek iyi düşünmek için zorunlu mudur ?
Düşünmeyi bilmek: Felsefi bazı sorular sormak değil miydi? Bitmez toprak. Ey Toprak-Ana. Doğa-Ana ey ! Aşınmaz kayaların sözleri. Anlattıkları.
Amsterdam kenti neden sanki felsefi uğraş için biçilmiş kaftan gibi duruyor: En azından benim için? Bana öyle geliyor? Neden her seferinde, Amsterdam’a gittiğim her seferde, Spinoza aklıma takılıyor? Baruch d’Espinoza yani. Yani Benedictus de Spinoza. 24 Kasım 1632’de Amsterdam’da doğdu. Portekizli Yahudi bir ailede. 2I şubat I677’de La Haye’de “ayrıldı”. Amsterdam, rıhtımı, akıl almaz büyüklükteki kilisesi, kilisesini çevreleyen küçücük sokakları ve sokaklarındaki vitrinlerde kendi kendilerini sergileyen fahişeleriyle hala DÜŞÜNMELERE gebe. Spinoza’nın dini sorgulaması için bundan daha iyi mekan olabilir miydi ? İşte tam da burada din felsefeye hesap vermek zorunda kalıyordu böylece.
Prag, Viyana, Kafka, Kundera, Bolzano, Brentano, Husserl, Popper ve bütün geri kalanları: Viyana “okulu”mu demeli? Avusturya ve Çek felsefe-si(leri)mi?
ANADOLU : Mekânlar. Efes. Milet. Bodrum. Ve bugünkü mekânları.
AKDENİZ : Yeryüzünün “ortası” Bitmez tükenmez bir git-gelin beşiği.
Sartre denince akla Fransız usulü bir cafeden başkası niye gelmez hani mekân deyince? Ya da Henri IV Lisesi. Veya son aşamada bir akşam üstü, Simone’dan haberli, bir randevunun son saniyelerinde, “sevgilileri” ile “fikir teatisi yaptığı” odalardan birinde veya ikisinde: Simone günlük programını öylesine saniyesi saniyesine iyi ayarlıyordu ki filozofun çalışması aksamıyordu bir anlık olsa bile. Simone’u en çok korkutanın, « Elimden giderse filozofum » deme bunalımlarına girmesine neden olanının, Dalores Vanetti ismini taşıdığını da artık yazabiliriz. Les Temps Modernes‘in çalışma bürosu. “Blanc Manteaax” (Beyaz Mantolar) sokağı. Gazete dağıttığı mekânlar. Vietnamlıları desteklemek için yürüyüş kolları. Filozof, « Ben Vietnamlılardan yanayım, diyordu. Ama Amerikalılara (amerika halkı anlamında) karşı değilim. Fakat Amerikalılar Vietnam’ı terketmeliler.” Russel Mahkemesi: Sartre’ın Mehmet Ali Aybar ile yan yana oldukları mekân… Zamanı “genişletmek”, kendisine ayrılan zaman cetvelini uzatabilmek için aldığı coridrane ile kendi kendini dopinklediği mekân(lar) mutlaka Sartre’ın düşünce üretim mekanlarıydı/merkezleriydi/fabrikalarıydı (o kadar çok o kadar çok yazdı ki çünkü) hiç kuşku yok …
Her filozofun felsefe mekanı farklı. Mutlaka.
Marks denince neden akla Londra’nın upuzun parkları gelir ? İşçi Enternasyonali’nin toplantıları. Kavgaları. Kendisi önde, eşi ve çocukları arkada, uzun yürüyüş kolları, geniş düşünce mekanları…
Mao ise dağ başında, ıpıssız bir noktadadır. “Uzun Yürüyüş” sonrasında.
Heideger ve Marcuse’ü üniversite çalışma bürolarında ve anfilerınde düşünüyorum. Fakülte koridorlarında. Uzun ve sık yolculuklarında.
Lenin mutlaka bir kurultay çalışmasında ve iki seans arasında bir basamakta oturmuştur : Ve elindeki küçük defterine yazıyordur. Mutlaka.
Troçki bir tren yolculuğundadır. Gözlükleri yerliyerinde ve elinde mutlaka bir kitap. Meksika’daki « kalesinde »dir. Ama belki Büyükada’dadır. Çocuk (hani daha « dinozor » sıfatını kendisine takmasından çookkkk önce) Mina Urgan yüzerek geçerken Troçki ve yoldaşları balık avındadır. Madem ki « Türkiye Cumhuriyeti’nin davetlisi » olarak ülkemizdeydi o yıllarda. Bu kesin. Ey Troçki şunu da iyi bilmelisin : Marmara Denizi ile maçımız en iyi ihtimalle berabere bitebilir. Denizi yenmek nâ–mümkün. Bu da bir düşünce kırıntısıdır. Sandalla geçiveren. Hareketsiz bir yolculukta. Gelecegiz diyorum mutlaka. Gelecegiz.
Foucault, Paris’te ya Milli Kütüphane’dedir. Bibliotheque Nationale nam mekanda yani (kısaca BN). Ya da evindedir: Dalga geçmektedir. Foucault kimdir ? Bilgi bilimci. Düşünür. Filozof. (Kitapta yeri ve sırası gelince yanıtlamaya çalışıyorum.)Cinselliğin Tarihi’nde insanların iktidarlarca baskı altında tutuldukları zaman cinselliklerinin de baskı altına alındığını anlatması başlı başına bir ihtilaldir kısaca. Baskı mekanizmalarını ortaya çıkarmak. İstek ve aşkın, sevgi ve arzunun baskı altında tutulmasının olağandışılığını gözler önüne sermek. Felsefe budur aynı zamanda.
Fransa’da felsefe varsa, Fransa’da filozof varsa eğer, Gilles Deleuze elbette en başta gelenlerdendir. 0nun felsefesi bir tür gerilla değilse nedir? Deleuze’ün mekân(lar)ı fakülte(leri)dir. Paris-VIII. Üniversitesi’nin değişik derslikleri ve anfileridir. Paris sokakları ve cafeleridir. Onun açısından felsefe ne seyirdir. Ne düşünme eylemidir. Ne de iletişim. Onun için felsefe, concepts(konseptler, yani kavramlar) yaratan bir eylemdir. Felsefe bize, kavramın yaratıcı niteliğini söylemelidir. Kavramın yaratıcı niteliğinin ne olduğunu ancak felsefe söyleyebilir. Felsefe bilimler arası bir şey değildir. Bizzat kendisi bir bilimdir: Bilim ve sanatla titreşmeye ve yankılanmaya giren: Bir fonksiyonun kavramını bulmak.
Jacques Derrida, construire (inşa) yerine dé-construire’i (yapı-bozmayı) getirendir. Mekanları ENS (Öğretmen yüksek Okulu) ve CİP (Felsefe Uluslararası Koleji) derslikleri ve geniş salonlarıdır. Onun için görmek, ölçmek, yapmak kadar yapı-bozmak, tartışmak, tartışmamak da önemlidir. “Yemek” yemek değildir. Özne nesneye, görüntü gerçekliğe, konuşma yazmaya, akıl doğaya eğemen olmaya başlamıştır. Batı felsefesinde. Nesne, gerçeklik, yazma ve doğa aşağı çekilmektedir. Bu tehlikeye en erken dikkatimizi çeken Derida’dır.
Derrida, Fransa’da felsefenin liselerden kaldırılması için yapılan girişimleri zamanında önleyerek felsefenin kalıcı kılınmasında belirleyici oldu: Okullarda. Ama felsefe elbette sadece okullarda “yapılmıyor” Paris’te. Felsefe mekânları, felsefe “coğrafyası”, 5. Arrondissement‘da (ilçede) Sainte-Genevieve Meydanı, Tepesi ve çevresidir: Pantheon’un yanı başında.
İşte o ortamda gel de Atina’yı, eski dönem Atina’sını düşünme şimdi. Sorbonne hemen orada. Kütüphaneler de. Üç mü dört mü? Burası fakülteler mahallesidir. Biraz aşağıda Collège de France : I. François Üniversite’ye meydan okumak için yaptırmış. Zamanında. Biraz ötede Hukuk Fakültesi. Okullar Sokağı’ndayız (rue des écoles) daha sonra. Bittiği noktada Jussieu : Paris VI. ve VII. üniversiteleri binaları toplamı buradadır işte. Bütün okulları sayamam. Saymıyorum. Ama Henri IV Lisesi unutulamaz: Sartre, çünkü bu lisede öğretmenlik yapmıştır yıllarca ve hiç belli olmaz aniden bir köşeden pat diye çıkabilir. Filozoflar ölmezler çünkü. Louis Le Grand Lisesi’ni de ihmal etmemeli. Biraz ileride Censier sokağında Paris III. üniversitesi ve diğerlerini de unutmayalım. Ulm sokağında ENS: Foucault’ların ve diğerlerinin okulu. Hani bin bir sınavla, binbir zorlukla girilebilen. Ki Foucault ilk sınavda kazanamayınca, kendini Paris’te bir çatı-katı odasına “hapsedip », « kapayıp” ikincisini kazanmak için gece-gündüz çalışmak zorunluluğunu duyumsamıştır. Olsun. Ve kazanmıştır ikincisinde.
CİP aynı mahallededir: Araştırma Bakanlığı eski binalarının resmedilmesinden sonra taşınılan mekânda: Bu mekânın orta avlusu vurucudur: Ağaçların ululuğu Beyazıt Meydanı çınarlarını anımsatır. Sessizlik de düşünmelere dalmaları. Burada düşünmeye « yatılabilir ».
Sorbonne’da, Jussieu’de, CİP’de ders dinlemeler ve ders vermeler. İşte Paris nam kentte felsefe yapılan mekânlar. Felsefe cografyasının « güneyi » burasıdır.
« Kuzeyi » ise Paris VIII. Üniversitesi’ndedir. Paris’in kuzey, hüzünlü, öksüz ve kaderine terkedilmiş banliyösüne doğru metro veya otobüsle gitmek gerekir. Yol uzundur ve düşünmeye de elverişlidir hani.
5. Arrondissement, ünlü öğrenci mahallesi Quartier Latin‘e (Latin Mahallesi) tekabül ediyor: Biz oraya dönelim yeniden ve oradan çıkmayalım: Okullar yanında kitaplıklarını, kütüphanelerini saymak gerekir. Sadece onları da değil: Müzelerini de. Enstitülerini de. Ve “Bahçeleri”ni de: « Jardin des Plantes” (Botanik Bahçesi diye çevrilebilir). “Jardin du Luxembourg” gibi… Sinemaları ve tiyatroları da unutulmamalı. Konser salonları. Üniversite lokantaları. Bütün bunlar, mekânın birer parçasıdırlar. Ayrılmaz parçaları. Sokakları ki, binbir yürüyüş, tartışma ve tantanaya tanık olmuşlardır. Onlar da bütünün parçalarıdır: Olmazsa olmazları anlamında. Kiliseleri unutmayalım lütfen:
Kiliseleri unutmayalım lütfen: Tekrar da yarar var.
Her türlüsü bulunur:
Katoliklerinki.
Ortodokslarınki.
Maronitlerinki.
Protestanlarınki.
Suriyelilerinki.
Rumenlerinki.
Ve aynı mahallede Paris’in en büyük, en ünlü camisi de kendini ele verir: Hamamı, çayhanesi ve lokantası ile.
Sinagog da pek uzakta değil.
Ve aklınıza gelebilecek diğer tapınaklar da…
İşte böyle bir mahallede, böyle bir mekânda felsefe konuşulması kaçınılmazlaşır. Felsefe ve örneğin felsefenin din(ler)le hesaplaşması. Dine allaha ISMARLADIK çekerken felsefeye hoş geldin diyen mekân burasıdır işte. Bir dakika bir mola vermenin de zamanı geldi.
Felsefe Üzerine isimli kitabımdan : Kardelen Yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 24-29.