Ekoloji üzerine yaptığımız çalışmanın bir önceki bölümünde, sorunu ve sorunun çözümünü, nesnel ve öznel dinamiklerinden koparan ve proletarya bilimi ile burjuva anlayışları harmanlayarak, küçük burjuva-aydınlanmacı anlayışlara göre “kuramsallaşmalar” oluşturan çizgilere vurgu yapmıştık ve “eko- Marksist, eko-sosyalist” anlayışı bu kapsamda analiz etmiştik. Bu konuda birkaç vurgu daha yaparak, yaşanan ekolojik yıkım üzerinden kendisini popülize eden ya da kapitalist sistemin zeminine ayaklarını basarak “çözüm” arayan anlayışları analiz etmeye çalışacağız.
Toplumsal gelişmelerin ana yönünü belirleyen sınıf çatışmasında, burjuva sisteme karşı sınıfsal tutum alamayan bu anlayışlar, ekolojik sorunda da ideolojik ve siyasal olarak bu basiretten yoksunlar ve kendi ideolojik çizgisine göre “kuramsallaşmayı”, ekoloji ile Marksizm arasında köprüler inşa etme iddiasıyla ortaya çıkmaktalar. Bunu Marksizm’in teorik, ideolojik zemini üzerinden güncel politikayı okuma iddiasıyla yapmamaktadırlar. Aksine, kavramları çarpıtarak, Marksizm’in bu konuda yetersiz olduğu savı ile “yeni” bir yol arayışına girmektedirler. Örneğin, “inorganik beden”, “metabolik ilişki”, “toplumsal metabolizma” gibi kavramlar üzerinden, Marks’ın bu kavramlara (insan, toplum-doğa ilişkisi kapsamında) yüklediği bilimsel muhteva yadsınmakta, zorlama teorilerle, Marks, “indirgemeci” ilan edilmektedir.
Metabolik ilişkiyi, emek-değer kuramı içinde ele almayan, insanlığın emek üretkenliği sürecinde, doğayı dönüştürme ve doğaya bazı çıktılar verme denklemini yadsıyan ve en önemlisi, bu denklemi toplumsal sistemin niteliğine göre alacağı biçimi görmeyen her anlayış, Marks’ın bu konuda ifade ettiklerini tahrif eder. Marks, sadece insan merkezli ve iktisadi doktrinci “insan-doğa” ilişkisini ele aldı kaba yaklaşımı da bunun üzerinden gündeme gelmektedir. Kapitalizmle birlikte artık ürüne kapitalistin el koyması, artı değer gaspı ve metalaşma süreci ve bununla ortaya çıkan insan-doğa ilişkisindeki derin yarılma (Foster, bunu metabolik yarılma olarak kavramlaştırır), insan merkezli ekonomik doktrinci tez değil, toplumsal sistem niteliğine göre, doğa-insan ilişkisinin biçimlenmesidir. Ki Marks, kapitalist sistemde derin yarıklar yaratan insan-doğa ilişkisinde, komünist toplumu, natüralizm ve hümanizm olarak tarif etmesi, tam da soruna çözümü, sınıf perspektifi ile ortaya koymasıdır. “1844 El Yazmaları”nda Marks, komünizmi, natüralizmin hümanizme eşit olduğu bir toplum olarak tasavvuf ediyor.
Marks’ın bu stratejik kavramının özünü anlamayan ya da burjuva anlayışla sulandıran Jason W. Moore gibi “aydınlanmacılar”, kapitalist sistemin yarattığı ilişkilenme biçimini genelleyerek, “neden natüralizm hümanizme eşittir?”, “karşıtlıktan ziyade neden eşitlik?” itirazı yapmaktadırlar. Marks bu tespitini iki kavram üzerinden açmaktadır. “1844 El Yazmaları”nda özenle iki kavram ortaya koymaktadır. “İnsanın doğallaşması”, “doğanın insanlaşması…” Bu öyle sıradan yapılmış bir soyutlama değildir. Doğanın insan yaşamı için önemi, verimliliği, anlamı kapsamında, inorganik beden olarak, doğaya insanlaşma rolü biçiliyor. Ve doğallaşan insan, insanın emek faaliyeti ile üretkenliği ile ürünleri ile doğaya zarar vermeden, doğal işleyişini yıkıma uğratmadan, sadece doğada var olan girdileri almakla sınırlı kalmadan, emek üretkenliğiyle doğaya yararlı girdilerle katkıda bulunmasını kavramlaştırmaktadır Marks. İşte bu ilişkideki eşitliğin bağlamında komünist toplumu işaret eder.
Tıpkı kavramlar gibi, tarihsel süreci alt üst etmek ya da Marksist tarihi yok saymak, ister “Marksizm’le güncel sorunlar arasında köprüler” kurmak adına olsun, isterse proletarya biliminin “yetersizliği” iddiasında olsun, diyalektik-materyalist yöntem ele alışı değildir. Özellikle Marksizm’i, proletaryanın sınıf iktidarı olan sosyalizmi, ekoloji, kadın vb. gibi aktüel gündemlerde yetersiz olduğu savı ile bazı eklerle “bilimsel” içeriğine kavuşturma iddiası, popülist bir çarpıtmadır. Oysa soru basitleştirilerek sorgulanırsa ve tarihsel gerçeklere hürmet edilirse cevap açıktır. Sosyalizm ekolojiktir… Ekolojik olmayan sosyalizm, zaten sosyalizm değildir. Lakin sosyalizmin ideolojik-teorik-pratik kılavuzu olan Marks’ın kuramlarında, ekoloji karşıtı bir kavram türetemezsiniz.
Sosyalizmi ekoloji konusunda yetersiz bulup, “eko” yapıştırması ile “yeni” bir sosyalizm keşfetmeye kalkışmak, Marksizm ve sosyalizmdeki bilimsel ekolojik yaklaşımı, insan ve doğa ilişkisindeki doğru damarı yadsımaktır. Yaşanmış sosyalizm deneyimlerindeki eksikler ve hatalar, bu gerçeği yadsımaz. Ya da dünya çapında “sosyalist” olarak kendisini ifade eden birçok küçük burjuva devrimci iktidarların hatalı çizgileri ile sosyalist deneyimlerin hataları ve eksikleri bir torbaya konularak, sosyalizmin yetersizlikleri bilimsel analiz edilemez. Nasıl ki, “eko-sosyalizm” kavramı altında, birbirinden farklı küçük burjuva, “aydınlanmacı” çizgi, farklı perspektifler ortaya koyarak var oluyorsa, sosyalizm adına da tarihte ve günümüzde birçok küçük burjuva devrimci çizgileri var olmuştur/olacaktır. Tüm mesele, bütün bu ideolojik farklılıkları, sınıfsal niteliği ile ortaya koymak ve bilimsel sosyalizm çizgisi ile sentezlemektir.
Öncelikle Marksizm ve sosyalizmin deneyimlerini statik olarak ele almak, teori ve pratiğindeki ideolojik özü yadsıyarak, tarihsel koşullara hapsedilmiş “evrensel” ilkeler manzumesi ortaya koymak, proletaryanın bilimine aykırılıktır. Aynı biçimde, yaşanmış sosyalizm deneyimlerini, bilimsel sosyalizm kriteri ile eleştiriye tabi tutmak, komünistler açısından bir tarihsel sürece mahkûm olmayı değil, yaşanmış eksiklerden bilimsel deneyimler ortaya çıkararak, geleceğe yürümeyi ihtiva eder. Bu anlamıyla, sosyalizm, tamamlanmış bir süreci değil, gelişen-ilerleyen tarihin, her özgünlüğe göre teori ve pratiğini ortaya koymakla bilimseldir. Yani yaşanmış deneyimlerinde, ekoloji konusunda eksik ve hatalı yanları olmuşsa-ki vardır, bu Marksizm ve sosyalizmin ekoloji konuda teorisiz olduğu sonucu çıkmaz. Gelişen tarihsel koşullara göre bu teorisini ilerletip-ilerletmemesi başka bir ele alışı gerektirir. Bu somutluk üzerinden “sosyalizmi” aşma iddiasıyla kavramsal soyutlamalarda bulunmak, sosyalizmi kavramamak değil, bir ideolojik çizgiye göre, küçük burjuva aydınlanmacı tercih belirlemektir.
Sosyalizmin deneyimlerinin idealist yorumu ve burjuva ideolojiden gıdasını alan kuramsal anlayışların yolu üzerindeki bir kavram olarak eko-sosyalizm!
Devrimci bir hafıza olarak, tarihsel ilerlemelere ve her ülkenin somut koşullarına göre, sosyalizm, kuramsal ve pratik olarak gelişmiştir. Marks ve Engels, “küçük burjuva sosyalizmi”, “muhafazakâr sosyalizm”, “ütopik sosyalizm” gibi anlayışları, proleter sınıf bakış açısı ile eleştirerek bilimsel sosyalizmi-komünizmi savundular. Temel ayrım noktası, proletaryanın sınıf bilinci, teorik kuramı ve mücadele çizgisiydi. Lenin, Ekim şafağında, proletarya bayrağı olarak gericiliğin dünyasına çökerken, felsefi, iktisadi teorik kuramsallaşma ve sınıf mücadelesi penceresinden yeni bir döneme taşıyordu Marksizm’i. Maoizm, Çin devriminin somut pratiği üzerinden teorik-felsefi bir aşamayla temsil ediyordu Marksizm-Leninizm’i…
Bu proleter devrimci gelişimi anlatırken, kastımız şudur: Tüm bu tarihsel sürecin ortaya çıkardığı yetmezlikler, eksiklikler, bilimimizin eleştirel gücüyle ortaya çıkarılırken, burjuva ideolojiye savrulmamak, çıkarılacak sonuçların niteliğini direk tayin eder. Marksizm’in ana kolonlarından koparak, tarihsel sürecin bilimsel muhasebesi yapılamaz, yapılsa da burjuva ideolojilerle bulandırılmış “ara kavramlarla” muhasebe edilir. Sosyalizmin deneyimlerinde yaşanmış ekoloji konusundaki yetersizlikleri, Marksizm’i terk ederek ara kavramlaşmaya gitmek gibi…
Marksizm’den belirli esintiler alarak ya da Marksizm’in geliştirilmesi iddiası taşıyarak ortaya çıkan, akabinde yaşanmış sosyalizm deneyimlerini idealistçe “eleştiren”, proleter sınıf biliminden kopan tüm bu akımlar, sosyalizm deneyimlerinin hatalarını aşmanın yolu olarak, sosyalizme farklı ekler koyarak bilimsel sosyalizmi savunduklarını iddia etmektedirler. Kapitalizmin eleştirisi, sosyalizme alternatif biz çizgide ortaya konulurken, özünde burjuva sularda yüzdükleri tartışmasız. “Eko-sosyalizm”, “feminist sosyalizm”, “yeşil sosyalizm” vb. bu gibi hareketlerin 1970’lerden sonra daha kurumsal geliştiğini var sayarsak, bunu belli başlı nedenlerle açıklamak, konumuzu daha anlaşılır kılacaktır. Bu tarihsel süreçler, SSCB başta olmak üzere, sosyalist blok ülkeleri “KP”lerinde hâkim hale gelen revizyonist-kapitalist yolcuların, sosyalizm adına ortaya koyduğu politik hattın, pratik sonuçlarıyla ortaya çıktığı süreçlerdir. İkincisi; sosyalizm sahasında, Marksist-Leninist çizgi ile revizyonist-kapitalist yolcular arasında keskinleşen ve burjuva merkezlere karşı sürdürülen mücadele, uluslararası alanda da yankısını bulmuş ve bu kamplaşmada Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD)’nin rüzgârıyla baskın olan Marksist çizgiye karşın, revizyonist-kapitalist yolcu çizgi de tarihsel referanslarıyla birleşerek uluslararası alanda önemli bir kesimi etkisi altına almıştır. Üçüncüsü; kapitalizmin liberal dönüşümü ve emperyalist hegemonya çatışmaları ile derinleşen ulusal-sosyal-sınıfsal çelişkiler, özgürlük, sosyal adalet, savaş karşıtlığı, faşizm karşıtlığı, ekonomik-demokratik-akademik hak arama eylemleri, kadın ve gençlikte dinamikleşen mücadele ile toplumsal hareketlerde aktüel hal almış ve çevre sorunları kapitalizmin yarattığı yıkıma paralel olarak gündem olmuştur. Dördüncüsü; gelişen toplumsal muhalefeti kendisine entegre etmeye çalışan burjuvazi, bir ayağı ile direk kendi denetimindeki “Sivil Toplumcu”, görünürde muhalif organizasyonları devreye koyarken, diğer ayağı ile Marksist fikirleri sulandıran “ara akım” olarak tarif edilen anlayışların gelişmesine önemli politik alan açmıştır.
Tam da bu süreçte, sosyalizmin pratik deneyimlerinin “eleştirisi” üzerinden kuramsal ve pratik birçok küçük burjuva, burjuva aydınlanmacı, modernist anlayış ortaya çıkmış, esas olarak bu anlayışlar, sosyalizmi, Marksizm’i ideolojik ve politik olarak hedef almıştır. 1990’larla birlikte birçok yeşil hareketlerin ve fikirlerin parti olarak kurumsallaşması, “yeşil kapitalizm” ile bütünsellik içinde değerlendirmek gerekir. Feminizmin bu tartışmalar sürecinde, “çevreci-eko Feminizm”, “sosyalist Feminizm” gibi her toplumsal-çevresel soruna göre kılık belirlemesi, bir tarihsel süreç olarak yaşanan ideolojik kargaşanın sonuçları olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tüm bu farklı formasyonlar yek pare değil, kendi içinde teorik, politik farklılıklar barındırmaktadır. Eko-sosyalistler, bir kısım teoricileri tarafından, Marks’ın materyalist anlayışından hareketle ekolojik kuram geliştirdiklerini iddia ederken, bir kısmı, Marks’ta, dolayısıyla sosyalizmde olmayan ekolojik niteliği açığa çıkararak O’nu aşma yönünde tutum almaktadırlar. Yani eko-sosyalist anlayışın gelişimi, dolaylı ve dolaysız birçok tarihsel olayın gelişiminin ürünüdür ve birçok “düşünürün” kuramsal katkılarıyla günümüze gelmiştir. Örneğin, Sovyetler Birliği’nin sosyalizm pratiğini “eleştiren ve sosyalizm ile ekoloji sorununu birleştirerek “yeni yol” arayışını Marksizm’e saldırarak netleştiren, Batı Almanya Yeşiller Partisi’ne postunu atarak politik sürecini örgütleyen Rudolf Bahro bunlardan biridir. Kızılı, yeşilin tonlarıyla bulandırarak kapitalizme karşı “yeni ufuk” açan burjuva yol aydını, sınıfsal niteliğine bakılmaksızın “barış” ve “şiddet” anlayışını formüle etmekte, sosyalizme üst düzeyde “kazandırdığı” ekoloji sorununa tinsel maneviyat yükleyerek, kapitalist üretim ilişkileri ve birikim modellerine hiçbir husumet beslememektedir. Aynı kulvarda, kimisi kızıla lanet okuyarak, kimisi kızıl ile yeşili birleştirerek, ama özünde beyaza hizmet ederek, fikirleriyle bu sürecin önünü açan birçok “düşünür” bulunmaktadır. Temsilcileri ve kavramsal fikirleriyle birlikte bunları vurgulamak, konunun derinliği açısından faydalıdır. “Üretimcilik Karşıtı Eko-sosyalizm” (eko-sosyalist manifesto Löwy), “İnsan Merkezli Eko-sosyalizm” (Pepper), “Feminist Eko-sosyalizm” (Mellor), “Ekolojik Topluluk Eko-sosyalizmi” (Kovel), “Ekomodernist Sosyalizm” (Heron ve Dean), “Sürdürülebilir İnsani Gelişme Olarak Eko-sosyalizm” (Foster, Burkett), “Biyotaryan Sosyalizm” (Moore) ve “Küçülmeci Eko-sosyalizm” (Saito, Löwy, Fernandes, Kallis, Akbulut)… Konumuz bağlamında sadece birkaç anlayışı temsilcileri ile birlikte sıraladık. Kanımızca, okurlarımızın ya da kurumlarımızın bu konuda daha derinlik yakalaması için, bu kaynakları eleştirel bir bakış açısı ile araştırmalarını öneririz.
Yazımızın bir önceki bölümüyle birlikte, eko-Marksistlerin kendi içindeki bazı ayrım noktalarına dikkat çekerek, Marksizm’i ele alış tarzlarını ifade etmeye çalıştık. Kuşkusuz bu anlayışın kendi içindeki düşünce ve tutum farklılıklarını tüm yönleriyle ortaya koymak önemlidir. Ama bu çalışmamızı bu eksende genişletme fikrinde olmadığımız için, eko-Marksizm’in kendi içlerindeki “birleştirici” yanlarına vurgu yaparak, temel kusurlarını kısaca ortaya koymaya çalışacağız.
Eko-Marksistlerin, ekolojik sorunların kaynağını kapitalizm olarak vurgulaması, teorik olarak doğrudur. Örneğin birçok ekolojik hareket ve çevre hareketlerinde neden, “endüstriyalizm” olarak tarif edilir. Toplumsal sistemin niteliği tartışma dışı tutularak, insan ile doğa ilişkisinde, insanın ahlaki tutumları düzeyinde ifade edilir ekolojik sorunlar. Mesela, Bookchin, insan-doğa ilişkisinde ortaya çıkan tahakküm, hiyerarşi gibi nedenleri ekolojik sorunların merkezine koyar. Kapitalizmi sorgulamayan ve insan-doğa ilişkisini insanın ahlaki davranışlarında genelleyen anlayışların aksine, kapitalizmi sorunun merkezine koymak, teorik vurgu olarak eko-Marksistlerin birleştiği noktadır. Emek sömürüsü, doğa üzerindeki yağma, sermayenin doğa üzerindeki hegemonyası gibi çözümlemelerde, Marks’ı referans alarak bazı sınıfsal kavramlar ortaya atması, bir başka teorik birleştirici husustur. Ve kapitalizm dışında bir ekolojik çözüm projesi, Marksizm ile ekoloji arasında aranan diyaloglar, bu teorik saptamaların altını boşaltmaktadır.
Kaba materyalist yöntemle, ekolojik kavramları Marksizm’e giydirerek, Marksizm temsil edilemeyeceği gibi, Marksist kavramları indirgemeci tarzda ekolojiye yükleyerek, güncel ekolojik sorunlara Marksist bir perspektif üretemezsiniz. Devamla, bir yandan ekolojik sorunların çözümünü, teorik olarak kapitalist sistem içinde olanaklı bulmayacaksın ama diğer yandan siyasal ve pratik politik hatta kapitalizmi yıkacak temel güç olan proletarya ve onun siyasal çizgisiyle arana kalın çizgiler koyacaksın, ekolojik “muhalefet” ile sınıf mücadelesi konusunda ayrıştırıcı rol oynayacaksın. Yani kapitalizmi yıkma fikrinde proletaryanın sınıf vurgusu yoksa ekolojik sorunların çözümünde, kapitalizme karşı devrimci mücadele yoktur demektir. Kapitalizme karşı devrimci sınıf savaşının olmadığı bir eksende, Marksizm ile bağ kurmaya çalışmak, sadece bir yanılsamadır. Kapitalizm içinde ekolojik sorunların çözüleceğini savunan “yeşil kapitalizme”, bazı Marksist jargonlar yüklemek, kimseyi Marksist yapmaz. Siyasi ve politik olarak bu gibi anlayışların, Marksist eleştirisini, yazımızın ilerleyen bölümlerinde tekrar ele alacağız.
“Mor” ve “yeşilin” uyumunda, kızılın perspektifini yadsıyan yaklaşım olarak eko-feminizm!
Françoise d’Eaubonne 1974 yılında kaleme almış olduğu “Le Feminism ou la Mort” adlı kitabında ilk eko-feminizm kavramını kullanır. Ve D’ Eaubonne’ye göre çevre sorunlarına neden olan temel unsurlar, ataerkillik, aşırı nüfus artışı ve erkek kontrollü üretim ile metalaştırılan kadının artık üretimi olarak tarif edilir. Çözüm olarak da kadınların öncülüğünde toplumsal cinsiyeti ortadan kaldıracak ekolojik devrimle düzenin yeniden tesis edilmesini savunur. Daha sonra Biehl, Mellor ve Merchhant gibi ünlü feminist yazarların öncülüğünde süren tartışmalarda, eko-feminist akım, kendi içinde bazı ayrımlar yaşayarak günümüze taşınmıştır. Biehl, kadınların erkeklerden farklı biyolojik ve ruhsal farklılıkları üzerinden anlayışını oluştururken, bazı eko-feministler, ataerkil tarafından tarihsel ve toplumsal süreç içinde kadın-doğa arasındaki yakınlığın oluşturulduğu ve ataerkil tarafından sömürülen bu iki bileşenin bütünlüğünde verilecek mücadelenin sorunu çözeceği tarif edilir. Mellor ve Merchhant, bu iki yaklaşımı birleştirerek bir yol haritası tayin etmektedir.
Kapitalist sistemdeki sömürüyü, ataerkilliği, cins baskısını, sistemin niteliğinden koparan anlayışların varacağı sonuç bağlamında, eko-feminist düşüncenin bir kesimi, ruhsallık, ataerkillik ve kadın psikolojisi üzerinden meseleye yaklaşır. Sorunu sınıfsal tahlil ederek, kadının bu meseledeki özne rolünü ortaya koymaktan uzak olan değerlendirmeden söz ediyoruz. Kadınların duygusal, fedakâr, şefkatli olmaları ve üreme yetenekleri gibi yönleri eko-feminist anlayışın bir kesimi tarafından, ekolojik sorunların çözümünde siyasal güç olarak ortaya konmakta ve kadınların üstün değerlendirilen bu yanları ön plana çıkarılarak, kapitalist sisteme dokunulmadan ekolojik sorunlar “çözülmektedir”. Eko-feministler içinde bu çizginin temsilcisi olan Collard, “kadınların biyolojik özgünlüğünü”, kadınların doğa ile olan duyarlılığının temel nedeni olarak ortaya koyar ve “yaşam vericiler ve yetiştiriciler” olan kadınların, bu özelliğinin doğa ile olan uyumunu güçlendirdiğini var sayar.
Toplumsal himayeyi ve dinin ataerkil niteliğini, sistemle bağı yerine erkek cinsiyle özdeşleştiren bu anlayış, sınıflı özel mülkiyet dünyasının ataerkilliğe dayanan iktidar tezi yerine, erkeğin ataerkil sistemleri yarattığı tezi üzerinden toplumsal niteliği analiz etmektedir. Ve buradan hareketle, ataerkillik, kadını doğa ile özdeşleştirerek, ikisini de himayesine almıştır. Ataerkil yapının bu tahakkümü, ekolojik krizin temel nedenidir. Din inancının doğa tanrıçaları ile temsil edildiği eski toplumlarda, (bu toplumların niteliği ve insanın doğa karşısındaki konumu hesaba katılmadan), yeryüzünde her şey eşitti. Özellikle İbrahimi inançlarıyla, tanrı tarafından insan diğer canlılardan, erkek kadından üstün kılındıktan sonra, insan ve insan ilişkisi, insan ve doğa ilişkisi bozulmaya başladı… Bu gibi sofistik fikirler ileriye süren eko-feminizm içindeki bu kesim, hem toplumların gelişim düzeyini doğru analiz etmemekte hem de özel mülkiyet dünyası ile sistem anlayışı olarak egemen olan ataerkilliği, sınıfsal özünden koparmaktadır. Bu idealist nitelikten dolayıdır ki, kadın mücadelesi dâhil, kapitalist sistemin tüm kötülüklerine karşı, yeryüzü tanrıçası Gaia’yı göreve davet etmekte, ya da kadınlar başta olmak üzere, insanlığın kurtuluşunu Gaia’ya yapılacak kutsal ibadete havale etmektedir.
Ezilen bir cins olan kadının toplumsal özgürlükler ütopyasında özneleşmesi komünist fikriyatın külliyatında vardır
Eko-feminist düşüncede, toplumsal süreçleri baz alarak sorunlara yaklaşan bir diğer çizgi ise, kadınlarla erkekler arasında farklı ruhsal, psikolojik ve biyolojik özellikleri ayrım olarak koymayı ret eden çizgidir. Kadınların sömürülmesi-ezilmesinde, toplumsal olaylarla ve toplumsal nitelikle bağ kurmaları, doğayı mistik değerler yerine daha realist yollarla anlamaya çalışmaları bu anlayışın ayrıştırıcı noktasıdır.
Tarihsel süreç boyunca yaşanmış toplumsal biçimlere göre, kadına dayatılan iş bölümü (çocuk bakıcılığı, ev işleri vb. gibi) ve misyonu ret ederek, sınıf ayrılığını ve devlet hiyerarşisini cinsiyetçiliğin, savaşların, doğa tahribatının, kadınlar üzerindeki baskının nedeni olarak görmeleri, kapsamlı bir sınıf eksenli çözümleme olmasa da dayandığı teorik zemin anlamında daha ileri bir durumu temsil eder. Ki klasik aydınlanmacılık yerine, Engels’in düşüncelerini bu konuda referans almaları örneğinde olduğu gibi. Engels, kadınların ezilmesinin-sömürülmesinin nedenini, özel mülkiyet dünyası ve onun iktidar biçimlerinde aramıştır. Bu boyutu ile Engels’i referans almaları, onları Marksist yapmaz. Çünkü tıpkı bazı eko-sosyalistler gibi, eko-feministler içindeki bu anlayış, Marks ve Engels’i, proletarya biliminin bütünsel önderleri olarak görmemekte ve Engels’i, Marks’tan ayırarak bazı fikirlerini referans almaktadırlar. Ayrıca devletin sınıfsal karakterine bakılmadan, genel anlamda her türlü devlet ve hiyerarşiyi, kadınlara, doğaya, düşman olarak görmek, sınıf eksenli bakış açısından yoksunluk olarak öne çıkar. Kapitalist devlet biçimi, bunun ahlaki-kültürel güç olarak şekillendirdiği ataerkillik, mevcut durumda sömürü ve baskının aygıtları iken, buradan yaratılan bir genelleme ile proletaryanın sınıf iktidarı ve bu geçiş aşamasındaki hiyerarşiyi bu kapsamda görmek, toplumsal ilerlemeyi, bu toplumsal ilerlemede temsil olunan ilerici niteliği yadsımak anlamına gelmektedir.
Eko-feminist akımda, Mellor ve Merchant’ın temsilciliğini yaptığı bir diğer anlayış, esas üzerinde durmayı önemli gördüğümüz anlayıştır. Ruhsal ve psikolojik farklılıkları, toplumsal süreçlerle bağlarını kurarak belirli analizler yapan ve ulaştıkları sonuçlarla, ekolojik yıkıma “çözüm” olma iddiasında olan bu kesim, güncel olarak daha öne çıkmaktadır. Ekolojik sorunların çözümüne, kadını yücelten ortak değerlerin oluşturulması olarak ortaya koyan bu çizgi, toplumsal olarak bunun dayanaklarını, cinsiyet çatışmasında aramaktadır. Ezilen bir cins olan kadının, toplumsal özgürlükler ütopyasında özneleşmesi, toplumsal ortak değerlerde devrimci bir rol alması, komünist fikriyatın külliyatında vardır. Yani sınıfsal niteliğinden kopartılmış bir değer yüceltilmesi, toplumsal pratikte neyi temsil eder, nasıl bir devinim yaratır meselesi tartışmalıdır. Bundan dolayı, Mellor’un düşüncelerini eleştirel olarak, yazı dizimizin bir sonraki bölümünde bu başlıkları esas alarak irdeleyeceğiz ve ekolojik sorun ve çözüm dinamikleri konusundaki perspektifimizi ortaya koymaya çalışacağız.
Devam edecek…