Yazımızın çıkan iki bölümünde, esas olarak ekolojik krizin nedenleri üzerinde bazı analizler yapmıştık. Özet olarak yinelemek gerekirse, mevcut sınıfsal-sosyal sorunlarda olduğu gibi, ekolojik krizin tek nedeni, kapitalizmdir. Genel olarak özel mülkiyet dünyası, tarihsel süreç bağlamında sömürü ve talan sistemi olan kapitalizm ile doğa arasında derinleşen antagonizma, tıpkı sınıf çelişkileri gibi köklü devrim olmadan çözülemez. Burjuvazi ve onun kulvarında yüzen bazı anlayışların savunduğu gibi, bu gün yaşanan ve felaket alarmı çalan ekolojik krizin nedeni, genel anlamda insanlık değil, doğa ve emek sömürüsü üzerinden kendisini üreten kapitalizmin sömürücü, talancı ekonomi-politiğidir. Bu gerçeklik, aksi beyanlarla, kapitalist sistem içi “çözüm” projeleriyle, yalanlarla, çarpıtmalarla karartılmak istenmektedir. Ve bu karartılı ortamdan birçok anlayış boy vermekte, sorunun kaynağı ve çözümü konusunda yanıltıcı tezler üretmektedirler.
Bu yanıltıcı yaklaşımların başında, ekolojik krizi açıklarken, “insanın doğayı tahrip etmesi” üzerinden yapılan genellemedir. Bu genelleme, ekolojik krizin temel nedeni olan kapitalizmin rolünü karartmaktadır. İnsanlık sorunu adı altında, sınıf mücadelesi ile olan bağı, bu yaklaşım akabinde koparıldığından, iki bölüm üst üste, kapitalizmin doğa ve emek sömürüsü üzerine ayrıntılı durduk ve kapitalizmin yıkıcı niteliğini ortaya koymaya çalıştık. Çok açık ve net. Ekolojik krizin nedeni “insanlıktır” genellemesi, (kapitalist ekonomik politiğin doğada yarattığı devasa yıkımla, yabancılaşmış insanın doğaya verdiği zarar, bütünsel olarak kapitalist sistemin niteliğini ortaya koyar. Bu konuyu ikinci bölümde ele almıştık) hem sorunun tanımı bağlamında hem de bu tanımın ortaya çıkaracağı “çözüm” bağlamında hatalıdır, burjuva ele alıştır. Ki burjuva sistem, sorunun kaynağını kendi dışında arama siyaseti ile yine kendisini üretmenin birer aracı olan projeleri bu genelleme üzerinden üretmektedir.
Sınıfsal niteliğine bakılmaksızın “Yeşil Devlet”, “Kapitalist Sürdürülebilir Kalkınma Modelleri”, “Çevre ve İklim Krizine” dair uluslararası düzeyde gerçekleşen emperyalist konferanslar, emperyalist-kapitalist sistemin, kendisini üretmek için “ekolojik krize çözüm” adı altında gündeme getirdiği projelerdir. Emperyalist-kapitalist sistemin, iktisadi-siyasal stratejileri olarak gündeme gelen bu projeler, sınıfsal-sosyal çelişkiler gibi, ekolojik krizi “çözmeye” dönük olmayıp, sistemin bu çelişkiler üzerinden kendisini daha ileri düzeyde üretme amaçlıdır. Ki genel olarak bu böyledir. Derinleşen sınıfsal-sosyal ve ekolojik çelişkiler, devrimci sınıf proletaryanın bilimi önderliğinde, proletarya ve emekçi sınıfların müdahalesi ile devrimci tarzda çözülemezse, ( bu sübjektif güç meselesidir), bu çelişkiler üzerinden kapitalizm kendisini sürdürme politikaları üretir. Mevcut ekolojik krize dair uluslararası ve ulusal emperyalist tekel sermayesi temsilcilerinin gündeme getirdikleri projeler de, bu maksatlıdır.
Kuşkusuz yanılsamalar yukarda özetlediğimiz, burjuva sınıf tavrıyla sınırlı değildir. İdeolojik-siyasal olarak kapitalist sistemi cepheden karşısına almayan, “ara akımlar” olarak ifade edebileceğimiz, ama özünde Marksizm’i, burjuva çizgilerle sulandıran, birçok anlayış, ekolojik kriz gündeminde de kendisini ortaya koymaktadırlar. Sol ve sosyalizme, “yeşil- eko” kavramları monte ederek, yaşanan derin sosyal-siyasal- ekolojik sorunlara kendilerini “umut” olarak atfeden anlayışlar, sadece sorunun “çözümü” konusunda kapitalist sisteme entegre olmakla kalmayıp, aynı zamanda sorunun ortaya konuluşunda, siyasal olarak burjuva çizgiye, felsefi olarak kaba materyalist-düalist savunulara düşmektedirler. Tabi ki, bu anlayış sahipleri yek pare değildir.
“Yeşil” ve “eko” siyaset olarak kendisini tanımlayan bu siyaset ve anlayışlar içinde bir kesim Marksizm’e, sosyalizme husumet beslerken, bazı anlayış sahipleri de, Marksizm’in, sosyalizmin, ekolojik sorunlara yetmediğini ifade ederek, Marksizm’in bazı temel ilkelerini kriter alarak, O’nu geliştirme, güncele uyarlama iddiasında bulunmaktadırlar. Komünist hareketin, yükselen ekolojik sorunlara, sınıf perspektifinden devrimci bir tepki vermekte yetersiz kalması, bu “ara akımların” kendisine daha rahat alan bulmasına koşul olurken, yine komünist hareketin, teorik kavramsal ve siyasal olarak, sınıf perspektifiyle bu anlayışlara etkin karşılık vermemesi, bu anlayışların kendilerini belirli düzeylerde “üretmesine” olanak sunmaktadır.
Marksizm’in özünü kavramayarak, tarihsel dönemlerdeki bilimsel sentezlere indirgeyen, gelişen tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bazı somut çelişkileri tanım olarak o sentezlerde bulamadıklarında, “Marksizm yetersizdir” nakaratını okuyan, sol-sosyalist görünümlü “ara akım aydınlanmacıları”, sadece tarihi tersten okumuyorlar, aynı zamanda her makalelerinde dillendirdikleri “kapitalizm yıkılmalıdır” sloganlarında, kapitalizmi yıkacak olan devrimci sınıf dinamiğini de yadsıyorlar. “Felsefenin Sefaleti” adlı eserinde, Marks’ın, Proudhon’a ilişkin ortaya koyduğu güçlü sonuçlar, tamda bu değerlendirmemize ışık tutmaktadır. Yani kapitalizm karşıtlığını, kapitalizmin “iyi” ya da “kötü” huyları olarak ayrıştırıp, “iyi huyla” uyuşan, iktisadi değerlendirmelerinde burjuva iktisat ufkunu aşamayan, felsefi olarak idealizmin belirli akımlarına teslim olmuş ve son tahlilde, görkemli devrim perspektifini, hangi sınıfla muzaffer kılacağı belli olmayan Proudhon’a, Marksın cepheden okuduğu bilimsel-devrimci kuramsal fikirler, bu günde geçmiş bulanık düşüncelerden beslenen anlayışlara karşı devrimci silahlarımız olarak rehberimizdir. Yeri gelmişken ifade edelim, “Felsefenin Sefaleti” çalışmasını okumayan okurlarımızın ele alıp incelemesi, bilimsel birikimimize ayrı bir ufuk kazandıracaktır. Bu hazineye başvurulmasını salık veririz.
İnsan ve doğa ilişkisinde tarihsiz bir yaklaşım, devrimsiz bir sosyalizm hülyasıdır eko sosyalizm!
İnsan ve doğa ilişkisi, her tarihsel süreçte aynı düzlemde olmamıştır. Verili tarihsel koşullarda, toplumsal yapının niteliği, insan ve doğa ilişkisine de niteliğini vermiştir. Doğanın denetiminde olan insanın doğaya hâkim olma ve doğayı kendi ihtiyaçlarına göre değiştirme, sınıflı toplumlarda bunun aldığı biçim ve son tahlilde kapitalizm süreciyle aldığı nitelik, iktisadi-felsefi-siyasal bir tarihsel gelişim sürecinin sonucudur. Tarihsel sürecin ortaya çıkardığı referansları, tarihsel-diyalektik materyalist bilimsel yöntemle ele alan, toplumsal gelişmeler gibi, doğa, doğa ve insan ilişkisini sentezleyen Marks ve Engels, Engel-Di Mauro, Leszek Kolakowski, Antony Giddens gibi düşünürlerin tartışmaya açtığı gibi, birbirini yadsıyan fikirler ortaya atmamış, aksine birbirlerini besleyen ve destekleyen fikirlerle Marksizm’in birçok soruna dair temel tezlerini oluşturmuşlardır.
Toplumsal süreç gibi, doğa konusunda da, genel felsefi hatlarıyla Marksizm’in her iki kuramcısı Marks ve Engels, doğayı dinamik bir devinime tabi karmaşıklık, ilişkisellik, hareketlilik gibi diyalektik ilkeler temelinde ele alıyorlardı. Engels, doğa (ve insan ilişkisini) Kant, Hegel gibi felsefecilere karşı yürüttüğü cepheden eleştiriler özgülünde, diyalektik felsefe çerçevesinde tarihsel süreçte gündeme gelen çeşitli tikel doğa kurguları bağlamında analiz ederken, Marks, bunu bilimsel buluşlar, coğrafi keşifler, teknolojik ilerlemeler ile kapitalist sermayenin kendisine yarattığı yeni hareket kabiliyeti ve nüfuz olanaklarıyla, doğa ve emek üzerindeki yıkıcı-sömürücü niteliğiyle mercek altına almıştır. Yani “eko-Marksistlerin”, “Eko- sosyalistlerin”, kendisine teorik zemin haline getirdiği gibi, Marks ve Engels, bu bilimsel yaklaşımlarında birbirleriyle çelişmemekte, doğa olgusuna, doğa ve insan ilişkisine ve bunun mevcut sistemle olan niteliksel çelişkisine, aynı perspektifle, birbirini besleyen görev dağılımı gibi farklı bileşenlerini analiz ederek kuramsallaştırmışlardır. Yani Marks’ın doğadaki diyalektik çelişkilere dair sentezleri ile Engels’in “Doğanın Diyalektiği”nde eğildiği ekolojik konulara dair formasyonları, birbirinden kopuk yönelimler değil, Marks’ın tabiri ile “kararlaştırılmış iş bölümüdür”.
“Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” makalesinde Engels, “(…) hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler meydana getirir; insan onda değişiklikler meydana getirerek, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı meydana getiren de gene emektir.( …) Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alpler’deki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayiinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez” ifadelerini kullanmaktadır.(Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol yayınları S.228-229)
Alıntıda anlaşıldığı gibi, diyalektik doğa kavrayışı açısından temel unsur, toplumsal bir faaliyet olarak insan emeğinin doğayı dönüştürücü niteliği ve bunun özel mülkiyet dünyasında (günümüz biçimiyle kapitalizm), emek ve doğa sömürüsü ile doğayı tahrip etmesi, doğal-maddi koşulları, insan ve tüm canlı yaşamıyla erozyona uğratmasıdır. Engels, doğa ve insan ilişkisini emek aracılığıyla kuramsal bir çerçeveye kavuşturarak, bu ilişkinin karşılıklı dönüşümünü sadece pozitif ele almamakta, özellikle toplumsal sistem niteliğine göre izlediği negatif seyri de diyalektik açıdan sentezlemektedir.
Nesnel gerçekliğin ve doğadaki nesnel diyalektiğin keşfi konusunda Engels ile bütünsel düşünen Marks, ekoloji üzerine diyalektik bir doğa kavramı ve doğa toplum ilişkisinde diyalektik karşılıklı etkilenişim olgusuna belirginlik kazandırırken, Marksizm’in ilkesel bileşenlerini kuramsallaştırıyordu. Ekoloji çalışmalarında Marks, “madde alışverişi” kavramını kilit olarak alır. Ve bununla Marks, pozitif bir bilim denklemini çözmenin ötesine giderek, ekoloji konusunda, kapitalizmin politik-ekonomik eleştirisinin bileşenlerini oluşturur. Marks bu kavramdan hareketle, Marksist ekolojik eleştirinin ana unsuru olan “onarılmaz çatlak” kuramını formüle etmiştir. Kapital’in III. Cildinde durum şöyle ortaya konulmaktadır:
“(…) büyük toprak mülkiyeti, tarımsal nüfusu sürekli olarak düşen bir asgariye indirir ve onun karşısında büyük kentlerde bir araya toplanan, sürekli olarak büyüyen bir sınai nüfus [mevcuttur]. Böylece yaşamın doğal yasalarının emrettiği toplumsal alışveriş bütünlüğünde onarılmaz bir çatlağa neden olan koşulları yaratır. Bunun bir sonucu olarak, toprağın canlılığı boş yere harcanır ve bu israf, ticaretle, belli bir devletin sınırlarının çok ötesine taşınır. (K. Marks, Kapital,1997, Üçüncü Cilt, Ankara, Sol Yayınları, s. 713)
Ekoloji, doğa, doğa ve insan ilişkisi konusunda Marks ve Engels’ten bu alıntıları neden yapıyoruz. Marksizm ve ekoloji tartışmalarında, gerek Marksizm’i geliştirme iddiasıyla ve gerekse de, “yetersiz” olan Marksizm’le, günümüz ekolojik sorunları arasında bir köprü oluşturma iddiasında olan anlayışların zırvalarına, proletarya biliminin tarihsel referanslarından cevap olmaya çalışıyoruz. Marks’ın, politik ekonominin eleştirisinde doğa ve çevre sorunlarına önem vermediği, Engels’in diyalektik felsefi doğa kavrayışının eksiklikler barındırdığını, ya da Marks ve Engels’in doğa ve ekoloji konusunda görüş farklılığında olduğu tartışmaları üzerinden, Marksizm’e, sosyalizme, “eko” kavramı giydirilerek, proletaryanın tarihsel bilimi “yeniden” kuramsallaştırılmaya çalışılıyor; güncel sorunlara (toplumda ve doğada) “yetersiz” kalan proletaryanın bilimi “yeniden donatılıyor”. Marksizm’e, akabinde sosyalizme dair gündeme getirilen bu saldırılar, güncel olarak bir burjuva çarpıtmayı adres olarak gösteriyor. Post modern Marksizm’in “Marks ekonomik indirgemecidir” “eleştirisi, özünde Eko-Marksistlerin üzerinden yürüdüğü burjuva çizgidir.
Marks ve Engels, ekolojik sorunları, tarihsel süreçte ortaya çıktığı boyutu ile neden ve sonuç diyalektiğinde bilimsel bazı sentezlere ulaşmışlardır
Marksizm, toplumsal gelişmelerin belirli tarihsel kesitinde, üç sacayağı üzerinden yükselmiştir. İngiliz ekonomi politiğinin(kapitalizm), Alman Felsefesinin ve Fransız ütopik sosyalizminin cepheden eleştirisi üzerinden, proletaryanın bilimsel dünya görüşü olarak boy vermiştir. Ve Marksizm’in kuramcıları, hiçbir zaman Marksizm’i, tarih üstü, sınıflar üstü bir doktrin olarak değil, sürekli hareket halinde olan tarihsel ilerleyişe, devrimci bir tarzda müdahale etme ve devrimci dönüşümü devrimci sınıfla yaratma bilimi olarak kendisini ortaya koymaktadır. Lakin Marksizm “kafada oluşturulan statik sorularla” okunamaz, güncel somut sorunlara devrimci yanıtlar arama perspektifi ile kavranır. Yani Marksizm’in kuramcıları olan Marks ve Engels’i, kendi tarihsel gelişim düzeyindeki bütünlük içinde ele almak, tarihsel ve diyalektik materyalist okumalarla sınıf mücadelesinde bir eylem kılavuzu olarak kavramak esastır. Marks, 1845’de kaleme aldığı “Feuerbach Üzerine Tezler” de tarihsel materyalizm teorisini, materyalizmin insan toplumunu kapsayacak biçimde genişleterek kuramsallaştırır ve bunu “11 tez” de somutlar. “11. Tez”, sadece verili durumu değil, geleceğin yönünü tayin etmede bilimimizin rolünü ortaya koyar: “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”
Proletarya bilimini, özel mülkiyet dünyasının insanlığın başına yıktığı yığınlarca çelişkilere yetmediği iddiasıyla “eleştiren” ve kapitalizmden de, sosyalizmden de ayrı bir kulvarda yürüyerek, insanı ve doğayı “özgürleştirme” vaazı veren, “yenidünya” kapılarını burjuva ideolojinin sulandırdığı kavramlarda arayan anlayışlara, proletarya bilimi, tarihsel hafızasından vereceği cevaplar konusunda zengindir. Önemli olan, tarih okumasını, gelişme diyalektiğini, çelişkilerin muhtevasını ve çözüm metodunu bilimsel kavramak ve ideolojik olarak MLM’nin zemini üzerinden yükselmektir. Aksi takdirde, bir tarihin ortaya çıkardığı bilimsel sentezleri genelleyerek, yaşanmamış meselelere ilişkin hazır reçeteler arayarak, eleştiri yöntemini bu burjuva çarpıtma üzerinden oluşturarak, tarih-toplum-doğa-canlı, yaşam kavranamaz, gelişmelerin diyalektiği bilimsel okunamaz.
Marksizm, (tarihsel ilerlemelere göre niteliksel sıçramalarla Marksizm-Leninizm-Maoizm), tarih üstü iddiaları kendisine atfeden bir doktrin değil, sürekli gelişme halinde olan toplumsal ilerlemeleri, devrimci müdahale ile gelişmelerin yönünü, devrimci tarzda tayin eden, proletaryanın sınıf bilimidir. Marksizm, kafada oluşturulmuş statükolarla okunarak değil, güncel, somut tüm sorunlara devrimci cevaplar aramanın kılavuzu olarak, bir kavrayışı ifade eder. Marksizm’i, kendi tarihsel gelişiminde, bir bütünlük içinde ele almak ve bu bütünlüğün günümüzdeki gelişmelerin analizine uyarlamak esas olandır. Başka bir anlatım ile Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’dan, tüm tarihsel ve gelecek süreci, çatışma ve çelişkileriyle her yönlü sentezlenmiş “kutsal eserler” beklemek, idealizmin batağında “devrimci dinamik” aramaktır. Bu eserler, bir tarihsel süreci okumuştur ve bir yol göstermiştir. Karşılaşılacak tüm sorunlara bir çözüm anahtarı sunmuştur.
Konumuz bağlamında, Marks ve Engels, ekolojik sorunları, tarihsel süreçte ortaya çıktığı boyutu ile neden ve sonuç diyalektiğinde bilimsel bazı sentezlere ulaşmışlardır. Şehir ve köy ayrımı, toprak bozulması, endüstriyel kirlilik, çarpık kentleşme, işçilerin sağlığının bozulması ve sakatlanmaları, yetersiz beslenme, toksik atıklar, parselleme, kırsal yoksulluk ve izolasyon, ormansızlaşma, insan kaynaklı seller, çölleşme, susuzluk, bölgesel iklim değişimleri, doğal kaynakların tükenmesi (kömür dâhil), enerji korunması, entropi, sanayi artıklarının geri dönüştürülmesi ihtiyacı, türler ve çevreleri arasındaki karşılıklılık, aşırı nüfusun tarihsel koşullardan kaynaklanan sorunları, kıtlık sebepleri, bilim ve teknolojideki rasyonel istihdam sorunu vb. gibi, günümüzde daha da derinleşen bu gibi sorunların hepsi hakkında bir sonuç çıkarmamaları, teorik-siyasal bir eksiklik değil, tarihsel gelişmelerle alakalı bir durumdur. Bu güncel somut meselelere Marks’ta hazır bir “reçete” arama yerine, O’nun materyalist doğa ve toplum anlayışını doğru kavramak gerekir.
Tarih çarpıtmak, burjuva aydınlanmacı çizginin hüneridir. “Marksist bir ekoloji mümkün değildir” savı, Marks’ın, ekoloji, ekolojik sorunların nedenleri ve çözüm perspektifi konusunda ortaya koyduğu bilimsel tezleri inkâr etmektir. Marksizm’in ret edildiği bir sosyalizm anlayışı, “neo-eko-post” montajlı burjuva çizgidir. Ve Marks’ı bazı kuramlarına sarılarak, Engelsiz bir dünya görüşünü keşfetmeye çalışmak, hem Marks ve Engels’i, doğa, insan ve doğa ilişkisi, ekoloji konusunda zorlama teorilerle karşı karşıya getirmektir hem de “Anti-Dühring” ve “Doğanın Diyalektiği”nde, kavramsal çerçevesini oturttuğu diyalektik doğa ve canlı-cansız ilişki ağındaki bilimsel sentezleri yok saymaktır. İşte size, “Eko-Marksistlerin” tarihsiz yaklaşımının güzellemeleri.
Ekolojik sorunların kaynağı kapitalizmdir, kapitalist ekonomik-politiktir
Ekolojik sorunlarda Marksizm’e gerek var mı? Diyen burjuva aydınlanmacı, post modern yolculara öncelikle, Marksizm’in doğa ve toplum sorunlarındaki temel sentez ve çözüm yöntemleriyle cevap vermek faydalı olacaktır.
Tüm toplumsal çelişkilerin tarifinde olduğu gibi, ekolojik sorunların analizi ve sentezinde, tarihsel ve diyalektik materyalist yöntem sunması, Marksizm’in öncelikli evrensel yasasıdır. Ekoloji sorununu tartışırken de bu anahtar, bilimsel yürüyüşün başlangıç momentidir.
Bu bilimsel yöntem, ekolojik sorunların nedenleri konusunda bizi doğru sonuçlara götürmektedir. Yazımızın ilk iki bölümünde işlediğimiz gibi, ekolojik sorunların kaynağı kapitalizmdir, kapitalist ekonomik-politiktir.
Bir diğer önemli unsur, tüm toplumsal sorunlar gibi, ekolojik sorunu çözecek özneyi, devrimci sınıfı işaret etmesidir. “Ekolojik sorun” genellemesi ile kapitalizmi neden olarak tespit etsen de kapitalizmi alt edecek devrimci proletaryayı somut olarak merkez almadığın zaman, hem kapitalizme karşı verilen devrimci mücadelenin proleter çizgisini bulandırırsın hem de kurulacak olan iktidarın niteliğini sulandırırsın. Ekolojik mücadele ve hareketler, kadın mücadelesi, demokratik hak arama mücadelesi, kendi içinde önemli özgünlükler, farklı örgütlenmeler ve eylem çizgileri barındırsa da son tahlilde, kapitalizmi yıkma eylemi, proletaryanın sınıf bilincinin önderliğinde devrimci bir nitelik ihtiva eder. Yani anti-kapitalist, anti-emperyalist, ekolojik hak ve özgürlükler mücadelesi, proletaryanın iktidar mücadelesinde bir dinamizmdir. Fakat bu proletaryanın sınıf bilinciyle buluşmadığı zaman, bazı reformlar ve tavizlerle sınırlı kalır. Toplumsal ve ekolojik sorunlarda bazı demokratik haklar arama konusunda bu mücadele önemli olsa da, köklü devrimci çözüm açısından proletaryanın sınıf bilinci tayin edicidir.
“İnsanlar daima tarihsel bir doğaya ve doğal bir tarihe sahiptir” diye ifade eder Marks. Bu alıntıdaki genelleme, kapitalist sistemden koparılmış bir insan-doğa ilişkisini yadsıdığı anlamına gelmez. Aksine, sınıflar öncesi insan-doğa ilişkisiyle, sınıflı toplumlar (özellikle kapitalizm) sürecindeki insan doğa ilişkisinde temel ayrımı görerek belirli sentezlere ulaşmıştır. Ekolojik krize neden olarak insanın doğayla olan ilişkisi değil de kapitalizmi koyması bu ayrımın en belirgin özelliğidir. Ekolojik tartışmalarda, “toplumsal metabolizma”, sorunun siyasal boyutu ile ortaya konuluşudur. Marks’ın “toplumsal metabolizma” kavramı, doğadan topluma doğru girdileri ortaya koymanın yanında, toplumdan doğaya dönen çıktıları da ortaya koyar. Doğal kaynaklar, varlıklar, emek etkinliğinin envanterleridir. Emek, bu doğal girdileri insan için yararlı hale getirir. Bunlar insanın emek faaliyeti ile insan için yararlı olanlardır. Özellikle gelişen teknoloji, sanayi ilerlemeler, üretim sürecinde ortaya çıkan atıkları, doğa için zararlı çıktıların çoğalmasına neden olmuştur. Yani insanın emek sürecinde, çıktılar olarak doğaya dönen ve doğanın diyalektik ilerleyişine dinamizm katan yararlı şeyler olmasının yanında, doğaya zarar veren çıktılarda olmaktadır. Zararlı atıklar, sera etkisine neden olan emisyonlar, çevre kirliliği, kimyasal atıklar gibi…
Özellikle daha ucuz ve az iş gücü ile doğal kaynakları işlemeye çalışan kapitalizmin, kimyasal bileşkelere başvurması bunun en açık izahıdır. Emek-değer kuramını, artı değere kapitalistin el koyması yasası ve daha fazla artı değer üretme işleyişi, insan ve doğa arasındaki yarığı derinleştirmektedir ve ekolojik krizi bu bütünlük içinde düşünmek durumundayız. Hem toplumu ve kendini hem de doğayı değiştirme sürecinde, Marks, kapitalist sistemde yıkılan-bozulan ekolojik dengeyi kapsamlı gördüğü için, “natüralizm ve hümanizm”e 1844 El Yazmaları’nda özellikle vurgular. İnsanlığın kurtuluşu olan komünizmde, natüralizmi, hümanizme eşitleyerek sistematiğini kurar. Yani kapitalizmin derinleştirdiği yabancılaşma sorununa, “insanın doğallaşması, doğanın insanlaşması” önermesiyle, komünist toplumu işaret eder.
Yani eko Marksistlerin, burjuva anlayışlara alan açmak için yaşadıkları iç didişmelerde ifade ettiği gibi, Marks, insanın doğaya hâkimiyetini, tahakkümünü, sadece insanı merkez alarak meşrulaştırmamakta, insan doğa ilişkisinin kapitalizmde aldığı biçimi cepheden ret ederek, insan ve doğa uyumunu merkez alır.
Felsefi, siyasal, iktisadi boyutu ile eko-Marksistlerin yarattığı kavram kargaşası üzerine birçok başlık açılabilir. Ama bu uzun bir detay olacağından, tartışma konumuzdaki esas halkayı yakalamalı okur. Bunun akabinde, ekoloji konusunda kapitalizmin kötülüklerini ortaya koymakta yeterli değildir. Bugün eko sosyalistler, teorik düzeyde ekoloji sorunlarının kaynağını, kapitalizmin aşırı üretim, kaynak israfı, büyüme, sömürü ilişkisinin yarattığı yıkım olarak tarif etmekteler ve çözümün sosyalizm olduğunu teorik olarak belirlemekteler.
Sosyalizm savunusunun, proleter sınıf devriminden koparılarak ekolojik argümanlarla donatılması, sosyalizm konusundaki savruluştur. Ekolojik argümanları, kapitalist sistem içinde bir yere oturtamayan bu anlayış, her türlü tahakkümü ret etme savı ile proletaryanın iktidar yolunu kapatan bir “sosyalizm” çizgisinde, ekolojik argümanlarını konumlandırmaktadırlar. Marksizm, onlar için sadece bir esin kaynağıdır. Marksizm’i geliştirme iddiası, sosyalizmin deneyimlerini eleştirme ile birleşerek, Marksizm ve sosyalizmin içini boşaltan bir muhtevaya bürünmektedir. Yazı dizimiz, bıraktığımız bu noktadaki tartışmalara dair analizlerle devam edecek…