“Günümüzde her şey kendi karşıtına gebe görünüyor. İnsanın çalışmasını kısaltma ve bereketlendirme mucizevi gücüne sahip makinelere karşın kendisinin yoksulluk içinde, gücünün ötesinde çalıştığını görüyoruz. Ortaya yeni çıkmış zenginlik kaynaklarını, garip bir gizemli büyü ile yokluk kaynakları haline dönüşüyor. Öyle görülüyor ki, insan, doğayı egemenliği altına alırken, aynı hızla öteki insanların ya da kendi aşağılıklarının kölesi haline geliyor. Bilimin saf ışığının bile, cehaletin karanlık zemininden başka bir şeyi aydınlatamadığı görülüyor. Bütün keşiflerimiz ve ilerlemelerimiz, maddi güçleri entelektüel bir yaşamla doldurmak ve insan yaşamını maddi bir güçle aptallaştırmaktan başka sonuç vermiyor. Bir yandan modern sanayi ve bilim, öte yanda modern sefalet ve ayrışma arasındaki bu uzlaşmaz çelişki, üretici güçlerle çağımızın toplumsal ilişkileri arasındaki bu uzlaşmaz çelişki, apaçık, karşı konulmaz ve su götürmez bir olgudur. Bazı partiler buna hayıflanabilirler; ötekiler ise modern çatışmalardan kurtulmak için, modern sanatlardan kurtulmayı arzulayabilirler. Ya da sanayideki bunca açık bir ilerlemenin, siyasette aynı ölçüde açık bir çekilme ile tamamlamak istediğini sanabilirler. Kendi payımıza biz, bütün bu çelişkileri ortaya çıkarmayı sürdüren yetenekli ruhun biçimi konusunda yanılmıyoruz. Toplumun yeni yaratılmış güçlerinin iyi bir biçimde çalışması için, bunların istediği tek şeyin yeni yaratılmış insanlar tarafından yönetilmek olduğunu biliyoruz- ve bunlar işçilerdir.” Karl Marks, 19 Nisan 1856 İngiliz işçilerine yaptığı konuşmadan)

Kapitalizmin o günkü gelişim koşulları ve fiili uygulamalarının bazı sonuçlarını referans alarak, sürecin insan ve doğa üzerinde nasıl bir yıkıma dönüşeceği konusunda öngörüde bulunan Marks, bugünkü koşullarda referans alınmayı fazlasıyla hak ediyor. Çünkü Marks, sadece bu konuşmasında değil, Engels ile birlikte, “insan doğa ilişkisi”, “ekolojik sorunlar” konusunda ortaya koyduğu sentezler, bazı “sosyalist” apoleti taşıyan aydınların iddia ettiklerinin aksine, sorunu temelden analiz ediyor ve iktisadi sistemle olan ilişkisi içinde sentezliyor. Ayrıca bilimin kılavuzu olarak ortaya konan bu tespitler, sadece sorunu yorumlamakla kalmıyor, en net ve doğru çözüm perspektifi de ortaya koyuyor. Kapitalist gelişmenin, yapısal niteliği ve iç “dinamikleriyle”, bağrında taşıdığı virüsü ve bu virüsün insan ve doğa üzerinde yarattığı tahribatı, çarpıcı bir biçimde ortaya koyarken çözümünün de geride değil, gelecekte olduğu perspektifi ile, kapitalizmin bağrında gelişen proletaryanın omuzlarında olduğuna işaret ediyor. Yani kapitalizmin köklü reddi ve sosyalizm…

Marks, tarih çarpıtıcı bazı “aydın” ve anlayışların iddia ettiği gibi, bilim ve üretimdeki gelişmeleri gözü kapalı alkışlayan biri değil, kapitalist sistemin elinde bu gelişmelerin, teknolojinin, nasıl öldürücü bir silaha dönüştüğü konusunda derin analizler yapan, bu hızlı gelişmeler içinde toplum ve doğa çelişkilerinin, hangi düzlemde nasıl derinleştiği konusunda önemli sonuçlar çıkaran, dahası bütün bu gelişim ve çelişkilerin yarattığı güçlerin, kapitalizmi nasıl tarihin çöplüğüne gömeceğinin perspektifini ortaya koyuyordu. Bu çözümün adı, sosyalist devrimdir. Yazımızın ileriki aşamalarında değerlendireceğimiz ve bugün ekolojik kriz konusunda Marksizm’i yeterli bulmayan, özünde burjuva kulvarda kulaç atan “sürdürülebilir ekonomik kalkınma”, “yeşil devlet”, “eko sosyalist çizgi” gibi projelere cevap olma konusunda, Marks’ı ve Engels’i proleter bilimimizin tarihsel ışığı olarak tekrardan referans alacağız.

Ekolojik kriz ve onun öne çıkan sonucu olan iklim felaketi, doğal çevre yıkımı, canlı türlerindeki azalma vb. gibi konular üzerinden gündeme gelen kriz, kapitalist sistemin krizinden bağımsız ele alınamaz. Ve bugün etkisine aldığı nüfus ve coğrafi alan itibarıyla ekolojik kriz, dünyanın karşılaştığı en büyük sorun halini almıştır. Krizin çapı dünyanın ve tüm canlı yaşamının kaderini etkiyecek düzeydedir. Bugün ortaya konan bilimsel veriler ve kapitalist sistem dahilinde yaşanacak gelişmeler, ekolojik krizin düzeyini ve etkilerini sınırlamak bir yana, insanın, doğanın ve daha sayısız türün varoluş koşullarını sürdürebilmesinin olanakları tükenmektedir. Yani kapitalizmin iktisadi-sosyal krizleri gibi, ekolojik kriz somuttur, sonuçları ile yıkıcıdır. Tıpkı diğer siyasal-sosyal çelişkiler gibi, sorunun karşısında “felaket” senaryosu yazmakla sınırlı bir bakış açısı ile durmak bir uçtaki hatalı bir bakış açısı iken, ekolojik kriz geleceği ilgilendiren bir sorundur bakış açısı ile çözümü kapitalizmin gelişim yolu üzerinde bazı “sosyal” projelere havale etmek de başka uçtaki yanılgılı bakış açısıdır. Her iki eğilimde, burjuva çizginin versiyonudur. Kadercidir, kapitalist sistem içi “arayışıdır”. Yani bir görüş, ekolojik krizin somut nedenlerini (kapitalizm) sınıfsal bakış açısı ile ele alıp, yığınlarca toplumsal çelişkilerin bir parçası olarak değerlendirme yerine “köklü değişimler yapmanın zamanı değil, dünyayı kurtarmak kapitalizmi yıkmaktan daha önemlidir” tezi üzerinden sorunu kaynağı ile yorumlamaktan ve sorunun kaynağına karşı köklü mücadeleden uzak durmaktadır. Ki siyasal mücadeleden azade “felaketçi” yaklaşımın “acil plan” olarak önerdiği “reformlar”, sorunu kapitalist “uygarlığın” insafına havale eden anlayışların politika yapma zemini olmaktadır.

Kapitalist sistem içinde denenmiş ya da denenmemiş teknolojik “çözümleri”, kapitalist birikim modelleri içinde ekolojik krize çözüm olarak ortaya koymak, kapitalist piyasa güdümlü “bilimin”, dünya çapında felaketin sonuçları direk yaşayan milyarlarca insanın harekete geçmesini ve arayışlarını yanıltma tutumudur. Ekolojik krizden çıkış yolları konusunda toplumsal dinamiklerin bilincinde yanılsama yaratan ve burjuva dünyanın görüş açısını direk ifade eden ya da bu görüş açısından etkilenen anlayışlar, devrimci ve komünist güçler açısından aşılması gereken anlayışlardır. Bunu aşmanın başat yolu, öncelikle ekolojik krizin, kapitalist sistem krizi olduğu konusunda net sentezler ortaya koymak ve bu sentezler ışığında sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak ele almaktan geçer.

Marks, Kapitalin birinci cildinde, endüstriyel tarım ve toprağın tabiatı arasındaki madde değişiminin yıkıcı sonuçlarını şöyle tarif eder. “Kapitalist üretim tarzı, büyük merkezlerde toplanmasına yol açtığı şehirli nüfusun toplam nüfus içindeki ağırlığını durmadan artması ile birlikte, bir yandan, toplumun tarihsel hareket gücünün yoğunlaşmasını sağlarken, diğer yandan, insanla toprak arasındaki madde alışverişini, yani insanın topraktan alıp besin maddesine, giyim eşyası olarak yararlandığı unsurların toprağa dönüşünü ve dolayısıyla topraktaki verim gücünün devamı için gerekli olan ebedi koşulu ihlal eder. Böylece, kapitalist üretim tarzı, aynı zamanda, kentli işçinin fiziksel sağlığını ve toprak işçisinin zihinsel hayatını tahrip eder. Ne var ki, kapitalist üretim tarzı sözü edilen madde alışverişinin sürekliliğini sağlayan ve kendiliğinden ortaya çıkan koşulları tahrip etmekle, aynı zamanda, bu madde alışverişinin, bir sistem, toplumsal üretimi yöneten bir yasa olarak ve insanlığın tam anlamıyla gelişimine uygun bir biçim içinde tekrar kurulmasını zorunlu kılar… Ayrıca, kapitalist tarımdaki her ilerleme, sadece işçiyi soyma sanatında bir ilerlemeden ibaret olmayıp, aynı zamanda toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman aralığı için toprağın verimliliğinin yükseltilmesinde kaydedilen her ilerleme, aynı zamanda, bu verimliliğin sürekli kaynaklarının mahvedilmesi yolunda da bir ilerlemedir.” (Karl Marks, Kapital Cilt 1, Sayfa 481-482)

Yine Marks, aynı eserinde, toprak tahribatının ulusal sınırları aşıp uluslararası bir nitelik kazandığını, İngiltere-İrlanda örneğini vererek ifade eder. “Onun (İngiltere) için çiftçilik yapanlara toprağın tükenen unsurlarını yerine koymaları için gereken araçları bile çok görerek, İrlanda toprağını dolaylı olarak ihraç ettiğini unutmamak gerekir.” (Marks, age, syf-676)

Kapitalist sistemi eleştirel bir açıdan, doğa-toplum ilişkisini Kapital I. ciltte sentezleyen Marks, pozitif çözüm perspektifini kapital III. ciltte ortaya koyar. “Ekolojik olarak sürdürülebilinir türden bir doğa-toplum ilişkisi, hemen kar elde etme amacı güden kapitalist üretim ruhuyla değil, toplumsal kuşaklarda oluşan bir zincirin (kapitalist sisteme karşıt bir toplumsal kuşaklar zinciri (bn)-) çabasıyla sağlanabilir.” (Marks-age syf.546)

Konu ile ilgili bir başka tahlil son derece açık ve nettir. “Özgürlük olarak toplumsal insanın, ortak üreticilerin insan metabolizmasının doğayla olan etkileşimini rasyonel bir şekilde idare etmesi sayesinde, kör bir güç olarak doğanın egemenliğine tabi olarak değil, doğayı kendi kollektif kontrolü altına alması sonucu can kazanır.” (Marks, age, syf 720)

Saito Kohei (2020) “Marx’s Theory of Metabolism in the Age of Global Ecological Crisis”, Historical Materialism, 28.2, sf. 12-14. Adlı eserinde meseleyi şöyle toparlar. Marx’ın ekolojisinin üç ana başlık altında ele alınabileceği söylenebilir. Bunlardan birisi doğanın metabolik döngüsünde doğaya toplumsal müdahale sonucu ortaya çıkan “maddi bir yarılma” (örneğin toprak verimliliğinin kullanılan kimyasal maddelerden ötürü düşmesi), bir diğeri kent-kır arasındaki antagonizmayla bağıntılı bir “uzamsal yarılma” ve son olarak sermayenin kendisini yenileme ve değerlendirme hızı ile toplumsal üretim süreci tarafından sömürülen doğal kaynakların kendilerini yenileme hızı arasında giderek açılan farkı ifade eden “zamansal bir yarılma”dan söz etmek mümkün.

Doğanın kendi dinamikleriyle tayin edilen yasaları, insan-doğa ilişkisi, statik bir süreç olarak işlemez. Çeşitli evrim aşamalarıyla vuku bulan değişimlerde, bazı “dengeler” yıkılıp, yerini başka dengelere bırakabilir. Ki insan tarihinden milyarlarca yıl eski olan doğa tarihi bunun örnekleri ile doludur. Jeolojik alt üst oluşlar dahil, doğa dinamik bir süreç olarak işler. Bu durum ile, bugün kapitalist sistemde yıkıcı boyutu ile yaşanan ekolojik kriz bir ve aynı şeyler değildir. Ki yazımızın ilerleyen bölümlerinde, bunu ayrı başlık olarak analiz edeceğiz.

Kapitalizmin üretim sürecinin genişlemesine paralel olarak derinleşen ekolojik kriz, “sürdürülebilir kalkınma” projesi ile aşılamaz!

Kapitalist üretim sürecinin genişlemesi, aşırı emek ve doğa sömürüsü denkleminde, içeriksel olarak teknolojinin de sisteme girmesi ile her tarihsel sürece uygun aşırı kâr marjına göre bir dönüşüm yaşar. Özellikle neoliberal süreçle birlikte, kapitalist sürecin yaşadığı dönüşüm, emek ve doğa sömürüsünün derinleşmesi ile sınırlı kalmamış, ideolojik, kültürel dejenerasyonla insan dünyasında kapsamlı bir yıkım yaratmıştır. Somut tarif olarak, yabancılaşma bu durumun özetidir. Kapitalist birikim ve üretim modeli olarak Fordist sistemin baz alınması üzerinden bu durumun kavranışını kolaylaştırmak mümkündür. Fordist üretim süreci, emeğin tasarım niteliğinin üretim sürecinde özel ihtisası ile parçalanmış, üretimde emek süreci aşamalara bölünerek her işçinin hareket sahası belirlenmiştir. Bilimsel iş yönetimi, Taylorizm doktrinleriyle, teknolojik gelişmeler ekonomik ve sosyal yaşamın her alanına yayılarak, üretimde esneklik, tüketim ve sermayenin doğal zenginlik kaynaklarına ulaşımında kuralsızlığın, sermaye hukukunun zemini haline getirilmiştir.

Fordizm, uluslararası iş bölümünde bir genişleme ve emek üretkenliği yaratırken, teknolojik gelişimin üretimdeki düzeyi verili sınırları zorlamış ve sermayenin ihtiyaç duyduğu aşırı kar ve sömürüde durağanlaşmaya neden olmuştur. Neo liberal sürecin günümüzde uyguladığı tarz olan “yalın üretim”, “tam zamanlı üretim”, “kalite kontrol çemberleri”, “hücresel üretim tekniği” gibi modeller, esnekleştirilen ve Post-Fordist olarak ifade edilen modelin başlıklarıdır. Bu süreç kapitalist sermayenin lehine ama işçi sınıfı ve ezilen toplumsal güçlerin aleyhine, kapitalizmin sömürü ve adaletsizliklerini derinleştirmeye paralel olarak, insan dünyasında yabancılaşmayı da derinleştirmiştir. Üretim sürecinin parçalanmasına olanak veren bu modeller, esnek üretim teknolojileri endüstriyel yapılarda esnek bir organizasyonu gerçekleştirmiştir. Bu da kitlesel üretimin belirleyici olduğu koşullardan, bütünsel bir üretim sürecinin farklı aşamalarda ve ünitelerde gerçekleştirildiği bir yapıyı esas hale getirmiştir. İşçinin emek ve kol gücünün yoğun sömürüldüğü bu yapı içinde, işçi üretime katılımcı manipülasyonu ile, yabancılaşmanın ortadan kalktığını iddia eden burjuva ideologların aksine, farklı ünitelere yayılmış kolektif emeğin ürünü olan meta ile, üretici kitlenin kurduğu ilişki dolaylı bir ilişkidir. Kapitalist üretim sürecinde nihai ürünün, yani metanın bir parçası haline getirilen insan emeği, bu modellerle daha kapsayıcı hal almıştır ve emek, kendi ürettiğinin kölesi haline getirilmede dış kabuğa dayanmıştır. Bunu somut karşılığı, insan dünyasını sarıp sarmalayan kapsamlı yabancılaşmadır.

Kapitalizmin her üretim ve birikim modelinde derinleştirdiği yabancılaşma, sadece insanın insanla ilişkisini kapsamaz, insanın doğa karşısındaki konumunu da kapsar. Kapitalist sistemin üretim modeli ve tüketim kültürü ile parçaladığı insan “bilinci”, kendi sınıf bilincine erişmemiş ezilen yığınlarda kapitalist sistemin iktisadi-ideolojik-kültürel niteliğini taşır. Yani yabancılaşmış insan, insan arası ve tüm dış dünyaya karşı, parçalanmış bu “bilinci” taşır. Kapitalist sistemin bu “bilinçle” donattığı insan, burjuva egemen ideolojinin bakış açısını benimsemeye hazırdır. Yani düşünce ve eylemlerinin sonuçlarını bütünsel olarak görebildiği ve doğa ilişkisini eylemleriyle, düşüncesiyle biçimlendiren insan, kapitalist üretim ilişkilerinin kuşatmasında, dış dünyayı (doğayı), kendi düşünce ve eyleminin dışında, sermaye tarafından tayin edilen “bilince” göre şekillendirmeye başlamaktadır. Bunun somut sonucu, insanın kendi bireysel çeperi dışındaki dünyaya karşı duyarsızlaşması-eylemsizleşmesidir. Kapitalist ilişkiler içinde bulunduğu toplumsal dizge nedeniyle, doğa karşısında “hiçleştirilen insan”, teknolojinin gücüyle sistemin “hükmettiği” ve sömürdüğü doğa ilişkisinin yıkıcı bir parçası olur. Kapitalist sistemin iktisadi-kültürel-ideolojik “hegemonyasında”, insanın insani değerlerle varlık alanı daralıp kirlenirken, bu kirlilik, insan-doğa ilişkisi başta olmak üzere, tüm ilişkilere sirayet eder. Çünkü üretim süreci içinde, ürettiğinin kölesi haline getirilen insan, tüketim sürecinde de aynı kuşatmayı yaşamaktadır. Yani kapitalizm üretim ve tüketim süreçleriyle tanımlanan iktisadi ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal boyutu ile, insan insan ilişkisiyle, insan doğa ilişkisiyle, insanı-doğayı hiçleştirmede boyutlanan kriz ile bir sendrom yaşamaktadır.

Neoliberalizmin egemen olduğu bu tarihsel moment, iktisadi-siyasal-ekolojik krizlerle bir çıkmaza doğru sürüklenmektedir. Krizlerle nitelik kazanan kapitalizmin bu süreci, kendi mezar kazıyıcısının radikal müdahale ile çözülmesi, yani kapitalizmi ortadan kaldırarak yeni bir dünyaya kapı açması bir olasılık iken, (ki bu komünist ve devrimci hareketin önderlik rolünün ortaya çıkaracağı nihai çözümdür) ikinci olasılık, krizin nedeni olan kapitalizmin kendi içinde bazı mekanizmalar geliştirerek, krizi kendisini “yeniden üretmenin” aracı haline getirmesidir. Kuşkusuz bu teorik bir saptamadır. Çünkü kapitalizm, yapısal niteliğinden ortaya çıkan krizleri, kendisini “yeniden üretmenin” aracı haline getirirken, bu daha kapsamlı çelişkileri gündeme getirebilir, krizleri daha da derinleştirebilir. Yani “kriz yönetme” siyasetinde, sistem mutlak sonuç alır diye bir kural yoktur, ki kapitalizmin yapısal niteliği düşünüldüğünde, her “kriz yönetme” politikası, daha farklı ve derin krizleri tetikleyerek çevrimlenmektedir.

Somut konumuz üzerinden devam edecek olursak; ekolojik krizin nedeni, insan ve doğanın tüm hücrelerini, sömürü ve talan ile saran kapitalizmdir. İnsan ve doğanın tüm hücrelerini kanser virüsü gibi saran kapitalizmi, kapitalizm koşullarında üretilen tedavilerle aşmak olanaksızdır. Çünkü kapitalizm, bizzat bu kanser hücresinin kendisidir, daha da önemlisi bu kanserli hücrenin örgütlenmiş halidir. İktisadi, siyasal politikaları ve yabancılaştırılmış insan kişiliği ile, doğaya, yaşama, insana kıyan örgütlü bir mekanizmadır. Bu nedenle, ekolojik kriz, kapitalizmin iç işleyişindeki bazı “reformlarla” aşılacak bir kriz değildir. Ki kapitalizmin genel işleyişi düşünüldüğünde, ekolojik bazı politikaların “reform” olarak tanımlanması bile hatalı bir yaklaşımdır. Çünkü, kapitalist birikim modellerini güncelleyerek, kapitalist üretim biçimi mevcut hızı ile büyümeye devam ederse, kaçınılmaz görülen nükleer süreçle insanlığın ve doğanın sonu olacaktır. Bu anlamıyla “ya sosyalizm-ya barbarlık” şiarı, bugün daha da anlamlıdır, pratik örgütlenişi elzemdir.

Ekolojik krize “sürdürülebilir kalkınma” kılıfı, kapitalizmin kendini üretme projesidir!

Günümüz iktisadi-siyasal-sosyal krizlerde olduğu gibi, ekolojik krizin direk nedeni olan kapitalizm içinde, krize çözüm aramak, Schumacher’in ifade ettiği gibi, “şeytanı, şeytanın şahı ile kovma” ya benzer. Öncelikle şunu ifade edelim. Ekolojik kriz, gelişen teknolojinin (ki sermaye, kâr marjı hesabından kaynaklı bu teknolojik olanakları da önlem amaçlı kullanmaktan imtina etmektedir) ortaya çıkardığı önleyici ya da düzenleyici olanakların kullanılması ile aşılamayacak kadar derin ve boyutludur. Arıtma tesisleri, filtreli bacalar, refüjleri yeşillendirme ya da ağaç dikme, sera gazı salınımını engelleme, karbon emisyonunda indirim sağlayıcı önlemler, nükleer atık depolamaları vb. gibi önlemlerle üstesinden gelinemeyecek kadar boyutlu bir krizle karşı karşıyayız. Üstelik bu gibi palyatif “çözümler”, somut bazı meselelerde “önleyici” rol oynasa da birincisi, yaşanan ekolojik tahribatı onarmamaktadır, ikincisi, bu gibi projeler sorunu saptırma ve kabul edilebilir düzeye çekme rolü ile, kapitalist üretim sürecinin yıkıcı niteliğinin önünü açmaktadır.

Son yıllarda çevreci hareketlerin, kapitalist işleyişi teğet geçerek, “daha temiz, çevreyi koruma altına alan bir üretim”, yeşil devlet formatı ile “doğayı daha fazla kirletmemek amacıyla yasal düzenlemeler ve sermaye şirketleri ile bazı anlaşmalara gitmek gibi, sistem içinde duran “muhalefeti” de ekolojik krizin çözümünde bir alternatif oluşturamamaktadır. İnsanı ve doğayı tahrip-yıkım üzerine kendini üreten kapitalist sistemin ortaya çıkardığı bu can alıcı soruna alternatif, bütünsel olarak salt sonuçlar üzerinden değil, nedenler üzerinden meseleyi ele alışla mümkündür. Kapitalizm kendisini sürdürebilmek için, üretim mekanizmalarına sahip olmak ve doğası gereği aşırı kar hırsına göre üretimi genişletmek zorundadır. Kapitalizmin bu niteliği, niyetlerle ele alınamaz, bu onu o yapan yapısal işleyişidir. Sermayenin mantığı, genişleyen yeniden üretim ve sürekli sermaye birikimidir. Büyüme oranının gerilediği, sermayenin sürekli birikiminin kesintiye uğradığı bir anda, kapitalizm krizlerle boğuşur ve kendisini üretemez. Yazımızın her iki bölümünde de işlemeye çalıştığımız gibi, ekolojik kriz, tamda sürekli olarak büyüyen üretim hacmi (bu üretim hacmini ihtiyaçlar değil kapitalist Pazar denklemi belirlemektedir) ve sürekli sermaye birikiminde genişleme yaratan sistemin niteliğinin, insan ve doğa ile kritik sınırlarda derinleştirdiği çelişki nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Bunun somut anlamı şudur. Kapitalizm koşulları altında, kapitalist projelerle ekolojik krizi aşmak olanaksızdır.

Çünkü kapitalizmin bugün doğada yarattığı tahribatı, kapitalizmin sürdürülebilinir işleyişi ile onarmak mümkün değildir. Doğanın tahribatı, hızlı kaynak tüketimi, işsizlik ve yoksulluğun arttığı günümüzde, hava, toprak ve su kirliliği, ormansızlaşma ve çölleşme, kimyasal-nükleer atıkla, dünya üzerinde yaşama olanaklarını son derece olumsuz etkilemektedir. Bu durum karşısında, kapitalistler, kendilerini yeniden üretecek projeler üretmekte, ekolojik krizin toplumda yarattığı tepkiyi sistem içinde eritmek için “çözüm” olma iddiası gütmektedirler. Bu amaçla, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası emperyalist kurumlar, “kaynakların sürdürülebilir” kullanımını gelecek nesillerin ve dünyadaki tüm yaşamın garantörü olarak sunmaktadır. 1972 Stockholm Konferansı, 1997 Rio+5 zirvesi ve 2002 Johannesburg Zirvesi, “kaynakların sürdürülebilirliği ve sürdürülebilir kalkınma” politikasının şekillendirildiği burjuva konferanslar oldu. Dünya ve Çevre Kalkınma Komisyonu’nun hazırladığı Brundtland Komisyonu Raporu’nda durum şöyle izah edilmektedir. “Gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılama yetisini ortadan kaldırmadan günümüz kuşaklarının gereksinimini karşılayacak sosyal ve ekonomik gelişme” (…)“Destekleyici ekosistemlerin taşıma kapasiteleri ve kaynakların sınırları içinde kalınarak insan yaşamının iyileştirilmesidir.” Bu rapor öncelikle şunu itiraf etmektedir. Kapitalizmin mevcut işleyişi devam etmesi durumunda, bırakalım gelecek kuşakların yaşam hakkıyla bugünkü kuşakların yaşam hakkının entegre edilmesi, bugünkü kuşakların dahi yaşam hakkı ihlal edilmektedir. Ve bu krizin denetim altına alınması için, “denge” gereksinimi önerilmektedir. Ama uluslararası emperyalist kurumlar, “çözüm” tespitlerinde, büyük çözümsüzlüğü manipüle etmektedirler.

Kapitalist ilişki ve işleyişten bağımsız olarak ele alındığında; “Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi”nin çevre ve toplumsal kalkınma politikaları ile uyumu, büyüme niteliğinin toplumsal ihtiyaç ve doğa korunması denkleminde ele alınışıdır. Üretim kalitesinin arttırılması, üretim ve atık birikimin kontrol altına alınması, nüfusun sürdürülebilir temel ihtiyaçlarının karşılanması, toprak ve doğal zenginlik kaynaklarının işlenmesinde, doğanın kirlenmesinin önlenmesi, teknolojiyi bu ilkeye göre yapılandırarak iş bölümünün yeniden, insan ve doğa entegrasyonuna göre yönlendirilmesi gerekir. Yani ekolojik denge baz alınarak bir kalkınma anlayışı belirlendiğinde, bu kapitalist kalkınmayı ifade etmemektedir. Akabinde kapitalist kalkınmanın, ekonomik, finansal, ticari, endüstriyel politikaları, sermayenin yayılma, büyüme hedefi düşünüldüğünde, kapitalist sürdürülebilir kalkınma, hali hazırda doğayı ve insanı yıkıma götüren nedendir. Buna “kaynakların tedbirli kullanılması” tabiri eklenerek, ekolojiyi koruma projesi çıkarılamaz.

Yani kapitalist sürdürülebilir üretim ilişkisiyle ekolojik dengeyi koruma, bir uyumu değil antagonizmayı ifade eder. Çeşitli raporlarla ekolojik krize “sürdürülebilir kalkınma” reçetesini sunan emperyalist kurum ve çeşitli kuruluşların iddia ettiği gibi, ekolojik önceliklere göre yeniden üretimin yapılandırılmasını bir anlık doğru varsayalım. Bu kapitalizm açısından sıfır büyüme olur ki, bu da kapitalizmin kendini üretemeyeceği anlamına gelir. Kapitalizmin kendisini üretmekten, sermayesini büyütmekten vaz geçmeyeceğine göre, “sürdürülebilir kalkınma”nın pratikte bir karşılığı olmamaktadır. Ekolojik Krizi denetim altına almak için ortaya atılan Brundland raporu, zaten kendi içinde bunu itiraf etmektedir. Rapor, az gelişmiş, geri kapitalist ülkelerin, önerilen kalkınma modeli ile büyümeyeceğini kendisi ortaya koymaktadır. Biz bunu daha gerçekçi ele alalım. Bu model gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeler içinde uygulanabilecek bir model değildir. Çünkü sermaye bugün, uluslararası niteliğiyle, hareket sahasının önündeki tüm engelleri, iktisadi-siyasal-askeri politikalarla ortadan kaldırmakta ve sermayeye sınırsız bir hareket sahası yaratmak istemektedir. Kapitalist, ekonominin tüm sermaye unsurlarını, birikim için sınırsız kullanmaktadır. İnsan emeği ve doğa, kapitalizmin azgın sömürüsü ve saldırısı altındadır. Kapitalist büyüme ve sermaye birikim modelleri, doğa ve insan emeğini, tüm canlıların yaşam alanlarını yıkarak sömürmektedir. Sermayenin mantığı, doğanın kendisini yenileme ve onarma süreçleri, ekolojik döngüleri ile sermayenin genişleyen yeniden üretimi arasındaki bağdaşmazlık olarak işler. Piyasa ekonomisine dayanan, aşırı kar hırsı ve sömürüye göre üretim-tüketim ilişkisini kuran, sermayenin büyümesi ve yayılması denkleminde şekillenen kapitalist ekonomik sistem, doğaya, insana büyük maliyetler çıkarmaktadır. Kapitalist kalkınmanın her modeli bu mantığın sonucudur. Bu anlamıyla kapitalist sürdürülebilir kalkınma, sermayenin kendisini üretme modeli olarak ekolojik krize çözüm projesi olarak sunulmaktadır.

Kapitalist sistemdeki krizlere, gezegenimizde oluşmuş ekolojik yarıklara ve ekonomik çelişkilere ilişkin tüm analizlerimiz, ulaşacağımız sentezlerimiz, Marks’ın açtığı bilimsel çığırdan ideolojik-siyasal niteliğini almaktadır. Tüm sorunlarda ara yol arayışı, bilimizi temsil etmez…

Sonraki bölümde, ekolojik krize dair ortaya çıkan uzlaşmacı ara yolları ve proletaryanın sınıf tutumunu ele alacağız…

Devam edecek

Önceki İçerikDevrimci Kriz Durağına Gelen Tasfiyecilikle Mücadele!
Sonraki İçerikGazetemize erişim engeli