HABER MERKEZİ(26.09.2017)-Toplumsal cinsiyete yönelik çalışma ve buna dayanan toplumsal hareketler son yıllarda daha tanımlanır bir noktaya gelmiştir. Kültürel, pisikanalitik, liberal, radikal, Marksist, sosyalist ve eko-feminist teoriye dayanan çeşitli farklı bakış açısı ve kadın hareketleri vardır.
“Toplumsal cinsiyet”, biyolojik cinsiyetten farklı olarak, farklı cinsiyetlerin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu cinsiyetleri birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet çalışmalarında radikal feministler,sosyal ve kültürel hayatın her parçasına sinmiş gelişmiş bir erkek egemenliği olan ataerkilliği hedef alır. Evrensel erkek üstünlüğüne ve kadınların altta kalmışlığına dayanan bir topluma gönderme yapar. Bu kavram erkeklerin kadınlar üzerindeki hâkimiyetinin, hangi çağda olursa olsun daima var olduğunu, sürekliliğini ve diğer sistemlerden bağımsız olduğunu anlatmak için kullanır. Erkeklerin hayatın her alanında kadınlar üzerinde sistematik olarak kurdukları egemenlik, toplumların kurumsallaşmış iktidar ilişkilerine karşılık gelir. Bu nedenle radikal feministler, erkek iktidarının nasıl uygulandığını ve her alanda ne şekilde pekiştirildiğini göstermeye çalışırlar. Bu alanlar çocuk yetiştirme, evlilik, ev işleri ve her türlü cinsel saldırı yani tecavüz, fuhuş, pornografi, cinsel taciz, seks turizmi vb.dir. Kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasını ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasını amaçlamak yerine, kadınlara ait tüm öznelliklere odaklanmanın gerekli olduğuna vurgu yapar. Çözüm önerileri sonuçta anıldıkları isim kadar radikal olmaktan çok, düzen sınırları içinde kalır.
Marksist feministler, kadınların ezilmişliğini üretim biçimleri ve kapitalizmin analizine dahil ederler. Marksist teori gereği, insan toplumunu ve tarihini anlayabilmenin ancak üretim biçimlerindeki gelişimi anlamak ile mümkün olabileceğini ifade eder. Aile ve cinsler arası sosyal ilişkiler, tıpkı sosyal örgütlenmenin diğerleri gibi, ekonomik gelişme ve sınıfsal ayrışımın özel bir aşamasının ürünü olarak, sosyo-ekonomik değişikliklerin sonucuna bağlı olarak değişirler. Kadınların durumu, sınıf mücadelesinin ve ekonomik faaliyetlerin bir ürünü olarak ele alınır ve bu nedenle, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin kendi başlarına bağımsız bir dinamiğin olabileceği düşüncesi ikincil olarak kabul edilir. Marksist feministler için toplumun tanımlayıcı özelliği kapitalizmdir ve bu sistem içinde kadınlar özgül bir ezilmişlik ile karşılaşırlar. Bunun nedeni, ücretli emek alanından dışlanmaları ve hane alanında üstlendikleri yeniden üretim, sorumluluklarıyla sınırlandırılmalarıdır. Kadınların, yeniden üretim faaliyetleri, yani yeni iş-gücü “yaratmak” için tükettikleri karşılığı ödenmeyen emek, kapitalizme yarar sağlamasının ötesinde onun varlığının devamı için gereklidir. Kadınların görünmeyen ve karşılığı ödenmeyen emeğinden erkekler de yarar sağlasalar da esas yarar sağlayıcı, sermaye ve kapitalizmdir. Marksist feministler, kadınların kapitalist dönemde ilk kez alta sıralanmadıklarını, bu durumun kapitalizm öncesi toplumlarda da mevcut olduğunu ve kapitalist üretim biçiminin ortadan kalkmasının tek başına kadınların özgürleşmesini sağlamayacağını savunur. Marksist feministler, geleneksel Marksist anlayışın, kadınların kamusal yaşamdan neden ve nasıl dışlandıklarını ve neden ev içinde ücretleri ödenmeyen emekçiler olduklarını açıklamakta yetersiz kaldığı görüşündedirler. Ataerkil ilişkilerin ve bu ilişkilerin kapitalizmle iç içe geçmişliğinin öneminin farkına varmakla birlikte, bunları değişmez olarak görürler ve ataerkilliğin çıkarları ile kapitalizm çıkarları arasında gerekli ve kaçınılmaz bir uyum olduğu fikrini de sorunsallaştırmazlar.
Marksizm ile feminizm arasındaki ilişki, kadınların ezilmişliği ile sınıfsal sömürü arasındaki ilişkinin nasıl inşa edildiğini gösterebilir. Kadınların sömürülmesinin ne kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farklılıklarla ne kapitalist sistemin gereksinimleri ile ne de kadınları eşler ve anneler olarak erkeklerden daha aşağıya sıralayan egemen ideolojiler ile açıklanamayacağını savunmuştur. Kadınların ezilmişliğinin kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası olduğu iddiası ile savunulan ev içi emek tezine de sıcak bakmaz.
Bu düşüncenin, ekonomik-sınıf indirgemeciliğine dayalı bir analiz olduğu ve bu nedenle de erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bütün diğer durumları, siyah ve sömürge ve yarı-sömürge ülke kadınlarının konumlarını ve özellikle de radikal feministlerin önemsedikleri cinsellik ilişkilerini ihmal eden bir yön taşıdığı eleştirisine tabi tutulur.
Sosyalist feminizm, feminist düşüncenin, Marksist, radikal vb. akımlarının kesiştiği bir noktada belirginleşti. Marksist feministler kapitalizm ile birlikte iş yerinin evden nasıl ayrıldığını ve evde yapılan faaliyetlerin nasıl önemsizleştirildiğini açıklayabilmişlerdi ama kapitalizmin neden kamusal alanı erkeklerle evi-özel alanı da kadınlarla ilişkilendirdiğinin yeterli bir açıklamasını yapmamışlardı. Radikal feminist analizin problemi ise, pornografi, fahişelik, cinsel taciz, dayak, şiddet gibi konularda kadına yönelik baskının maddi temellerini belirlemiş olmasına karşın ataerkilliği evrensel bir olgu olarak görmesiydi. Sosyalist feministler, kapitalist toplumlar için açıklayıcı olan Marksist kuramı tamamlayacak, kadınlar için sadece sınıf değil, ataerkil ilişkileri de açıklayacak bir teori arayışındaydılar. Bu arayış sırasında bir taraftan geleneksel Marksist feministlerin, diğer taraftan radikal feministlerin sınırlılıklarını aşmak için ikili sistem fikrini geliştirdiler. İkili sistem yaklaşımı, toplumsal cinsiyet çözümlemesini hem kapitalist hem de ataerkil güç ve iktidar ilişkilerine bağlı olarak yaptığı için bu isimle anılır. Bu yaklaşımı benimseyen feminist düşünürler, kapitalizmin ve ataerkilliğin farklı toplumsal ilişki biçimleri olduğunu ve bir araya geldiklerinde kadınlar üzerinde çok olumsuz etkiler yarattığını, kadınları baskı altına aldığını dile getirirler. Kadınlara yönelik baskının tam olarak anlaşılabilmesi için ataerkillik ve kapitalizmin diyalektik olarak birbirleriyle ilişkilendirilmeleri gerekir.
Ekonomik-sınıfsal taleplerin önemli olduğu, ancak bu taleplere toplumsallaşma, cinsellik ve yeniden üretim ile uyumlu politikaların eşlik etmesi gerektiği düşüncesine vurgu yapar.
Ataerkilliği “maddi bir temeli olan, erkekler arasında karşılıklı bağımlılık ve dayanışmayı oluşturarak onların kadınlar üzerinde egemen olmasını sağlayan sosyal ilişkiler bütünü”olarak tanımlar.
Ev içi işler, ücretli emek, devlet, din, kültür, erkek şiddeti ve cinsellik. Ev içi işlerinin yapılmasındaki sosyal ilişkiler ataerkil üretim biçimini oluşturur ve bu, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin belirlenmesinde çok önemlidir. Bununla beraber ataerkillik kapitalist üretim biçimi ile eklemlendiğinde, ücretli emek alanındaki ataerkil ilişkiler sistemin devamlılığı açısından önem kazanır. Kadınların ezilmişliğinin nedenlerini anlamak için kapitalizm ile ataerkilliğin eklemlenmesine bakan ikili sistem, bu iki sistemin kadınların üzerindeki etkilerini hem ayrı ayrı hem de birlikte analiz etmiş olmaları önemli bir gelişmedir.
Kadın hareketleri ve akım farklılıkları üzerinde dururken dikkat edilmesi gereken bazı hareketlerin kendilerini düzeniçi olarak sınırlarken, sosyalist ve Marksist feminist hareketlerin kadının kurtuluşunu daha köklü bir devrim, aynı zamanda uzun erimli bir mücadele sorunu olarak görmektedir. Bu yapılar hem sınıfsal hem de ataerkil yapıyla ilgili bir bağ kurulması gerektiğini belirtirler.
Kapitalist-ataerkil toplumsal tahakküm birçok toplumsal mücadelenin bileşkesi ile yıkılabilir. Bu durum hem bir devrim sorunu hem de devrim sonrasına ertelenemez bir mücadele alanıdır. Kapitalizme karşı sosyalist devrim kadın ve diğer toplumsal kesimler için özgürlük yolunu açar. Ama kapitalizmin ve ataerkilliğin tüm kalıntılarını komünist bir devrim-toplum temizleyebilir. Güçlü bir komünist kadın hareketi için imkanlarımızı her yönlü seferber etmeli ve ataerkil yapıyla mücadeleyi her anın bir görevi olarak kabul etmeliyiz.