Gülabi Yalnız: Hangi ‘Dağın Çocukları’ ?

Tarihi ya da tarihsel bir kesiti anlatmak kolay değildir. Her şeyden önce ciddiyet ister. Dağ gibi yıkılmaz bir adalet duygusu ister. Kişisel hırslardan, kaygılardan, ön yargılarından arınamayanlar tarihi anlatamazlar. Bilgelik ruhu şarttır. Bilgelik, tarihi diyalektik materyalizmin süzgecinden damıtma olgunluğu ve yeteneğidir. Kalemi elime alır, heybemde ne varsa kağıdın üzerine boca ederim derseniz, bunun adı ne roman olur ne de tarihi bir aktarım. Olsa olsa Hakan Erten’in yazdığı “Dağın Çocukları” gibi sorumluluk duygusundan son derece uzak bir çarpıtma ve dedikodu klasörü olur

 HABER MERKEZİ (12.08.2016) – Tarihimizi anlatmak onu yaşanır kılmak, unutmamak ve unutturmamak önemli olduğu kadar gereklidir de. Aksatılmaması gereken bir görevdir aynı zamanda. Zira tarihsel belleği zayıf olan bir toplumun geleceği inşa etme bilinci de zayıf olur. Geçmişini unutanlar, geleceği kazanamazlar. Tarih denilen o büyük öğretmenden aldığımız dersler ne kadar güçlü olursa, yarına dair atacağımız adımlarda o denli isabetli ve güçlü olur. O zaman diyebiliriz ki, tarihimiz geleceğimizi aydınlatan güçlü bir fenerdir. Çeliğe can veren ateşin körüğü, en koyu gecede bile yolumuza ışık olan çoban yıldızı gibidir.

Biliyoruz ki, tarihi anlatmak, tarihsel birikimleri geleceğe aktarmak ya da geçmişten dersler çıkarmak zor zanaattır. Ne kadar anlatılırsa anlatılsın hep bir şeylerin yarım kaldığı hissini bırakır insanda. Çünkü anlatılan tarihi nakış nakış ören, bedel ödeyen, tarihi yapan özne, hayali değil gerçektir. Dinamiktir, canlı kanlıdır. Tarihin hakkını layıkıyla teslim etmek, yaşanan her anı, her gelişmeyi, her olayı, o tarihin kendi koşulları içinde, neden-sonuç ilişkisini kurarak aktarmak kolay değildir. Tarihi ya da tarihsel bir kesiti, bir olayı, bir gelişmeyi anlatmanın bin bir yolu vardır. Bir roman, bir şiir, bir heykel ya da bir sinema, belli bir tarihi anlatmanın ve geleceğe aktarmanın bir aracı olabilir. Hakan Erten’de “Dağın Çocukları” adlı romanında tarihin bir kesitini aktarmak için koyulmuş yola. Ne var ki, roman, anlattığı tarihsel kesitin ruhunu yansıtmadığı gibi objektif olmaktan da son derece uzaktır. Bu anlamda anlattığı zamanın ve mekanın ruhuna büyük bir haksızlık ve hakikate karşı bir tepki olarak doğduğunu ve ama doğar doğmazda kendi tabutunu çivilediğini belirtmek yanlış olmayacaktır.

Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, ister bir roman olsun, isterse bir film, bir tiyatro, bir şiir ya da bir heykel olsun, her eserin mutlaka bir önermesi, bir ana teması olur. Bu ana tema ya da önerme o eserin niteliğini, karakterini belirleyen ana etkendir aynı zamanda. Önermesi olmayan bir eserin hiçbir anlamı yoktur. Elbet her eser sahibi belli bir önerme ile koyulur yola. Burada önemli olan önermenin esere rengini verip vermediği ve kitlelerin bu önermeye ulaşıp ulaşmadığıdır. Peki, “Dağın Çocukları” adlı romanın önermesi nedir? Çok açık ki, anlamsızlığın derin boşluğunda testerenin hışmına uğramış gibi üst üste yığılan sözcük ormanının hiç bir önermesi olamaz. Teşhir, deşifrasyon, itham, dedikodu yoluyla elde edilen bilgileri kesin-tam doğrularmış gibi anlatma, kendi kişisel fikirlerini ve tahminlerini alınmış kararlar ya da gerçeklermiş gibi sunma üzerine kurulu olan bir eserin ana teması da ancak kendi çapı kadar olur.

Başından da ifade ettiğimiz gibi, tarihi ya da tarihsel bir kesiti anlatmak kolay değildir. Her şeyden önce ciddiyet ister. Dağ gibi yıkılmaz bir adalet duygusu ister. Kişisel hırslardan, kaygılardan, ön yargılarından arınamayanlar tarihi anlatamazlar. Bilgelik ruhu şarttır. Bilgelik, tarihi diyalektik materyalizmin süzgecinden damıtma olgunluğu ve yeteneğidir. Kalemi elime alır, heybemde ne varsa kağıdın üzerine boca ederim derseniz, bunun adı ne roman olur ne de tarihi bir aktarım. Olsa olsa Hakan Erten’in yazdığı “Dağın Çocukları” gibi sorumluluk duygusundan son derece uzak bir çarpıtma ve dedikodu klasörü olur. Yel değirmenlerine saldıran Don Kişot misali yazarımızda dağın çelikten burçlarına çekiçle saldırmaya koyulmuş. Salladığı bir çekiçte kendini yıkıp viraneye çevirdiğini bilmeden…

Bilinmelidir ki, hiç kimse, hiçbir eser bugünden tarihe hüküm kesemez. Tarihin, en koyu gecede bile ışıl ışıl parlayan altın kitaplığı nasıl geleceği aydınlatan yıldızlı eserlerin umut ve inanç dolu haznesi ise, tozlu rafları da öyle doğmadan ölen eserlerin küt kokan çöplüğüdür.

“Dağın Çocukları” adlı romanın eksik ve yanlış yanlarını aktarmaya kalksak ortaya yepyeni bir roman çıkacağına hiç kuşku yok. Ancak biz, yazımızın sınırlarını aşmadan birkaç somut örnek vererek adı geçen kitabın yaşadığı bunalımı ya da cinneti ortaya koymaya çalışacağız.

Yazarın vicdan terazisi

Mesela yazar, kitabın başından sonuna kadar Pandey hakkında çeşitli bilgiler veriyor. Çizdiği bir Pandey portresi var. Pandey, hiçbir şey bilmeyen, apolitik, yeteneksiz, yalan söyleyen, zorluğu görünce kaçan, cesaretsiz, kariyerist, inançsız bir insan olarak tarif ediliyor. Bilimin mektebinden birkaç kelam okumuş herkes kesinlikle şu soruyu soracaktır; bu kadar umutsuz, bu kadar inançsız ve bu kadar amaçsız bir insanı orada tutan ve “köy” yaşamının bütün zorluklarına katlanmasını sağlayan şey nedir acaba? Sakın bütün bunlar, vicdan terazisi bozulmuş olan yazarın çarpıtmaları olmasın! Öyle ya, bir insanın vicdan terazisi bozulmaya görsün… Pandey’i orada tutan ve bütün o zorluklara göğüs germesini sağlayan o sırrı biz ifşa edelim: Pandey’i orada tutan; inanç, umut ve kararlılıktır. Bunların olmadığı bir yüreğin özgürlük sevdası ile dolu olması, dahası karşılaştığı zorluklara göğüs germesi mümkün değildir. Bunu en iyi bilen yazarın kendisidir. Pandey, yazarın bahsettiği gibi apolitik, yalan söyleyen, avare başıboş bir insan değildir. Kuşkusuz hiç kimse dört dörtlük değildir, olamaz da. İnsan, eksik ve yanlışlarını aşarak yürür kavga denen çetin yolu. Her sıçrama ve ilerleme nasıl bir yanlıştan kopmayı ifade ediyorsa, Pandey’de her yoldaş gibi yanlış ve eksiklerinden koparak ilerleyen bir yoldaştır. Ne var ki, Pandey’in espri konusu olan ve hemen herkesi güldüren esprili davranışları bile abartılıp çarpıtılarak çok ciddi zaaf ve hatalarmış gibi anlatılmış kitapta.

Diğer bir örnek ise, Şahan’ın köydeki genç bir kıza aşık olduğu iddiasıdır. Hatta öyle ki, Şahan bu aşk yüzünden işlerini aksatmakta ve kuralları çiğnemektedir. Rivayet odur ki, Şahan evin kızıyla bir akşam mutfakta konuşur ve bir gün sonra öğle vakti, “köyde işim var” diyerek köye iner. Yazarda buradan hareketle bir aşk hikayesi çıkarıyor. Bu tür magazin haberleri nerede olursa olsun mutlaka kendine bir okuyucu-dinleyici kitlesi bulur. Okuyucunun talebini gören yazarımız magazin haberlerini arz etmekte gecikmemiş. Aşık olmak, sevmek insanlara özgü bir durumdur. Tartıştığımız ya da anlatmaya çalıştığımız bu değil. Ancak bırakalım köyde bir genç kıza aşık olacak kadar yakınlık kurmayı, yanlış bir anlaşılmaya mahal vermemek için başını bile gönül rahatlığıyla kaldırıp insanların yüzüne bakamayan, köylülerle ilişkileri son derece düzeyli, saygılı ve disiplinli olan, aşkı-sevgiyi yaptıkları işin-görevlerin önüne çıkarmayan o mütevazi ve hoş görülü, güzel yürekli insanları bu şekilde itham etmek tamı tamına bir sorumsuzlu örneğidir. Ve yazar bunu sadece bu iki örnek şahsında yapmıyor. “Köydeki” yaşama dair 320 sayfalık roman boyunca genel olarak sorumsuz, disiplinsiz, keşmekeşlik içinde, karamsar, kimin ne yaptığı belli olmadığı bir tablo çiziyor. Karamsar bir rüzgar estiriyor. Yapıya ağır ithamlarda bulunuyor. Yine diğer dostlarla ilişkilerde akla ziyan tespitler ileri sürüyor. Mesela dostlar, “bu kışı sizinle birlikte geçirmek istiyoruz” diyorlar ve sözüm ona “gelirlerse sayımızın ne kadar az olduğunu öğrenirler” kaygısıyla bu talepleri kabul edilmiyor. Oysa bütün bunlar yazarın hayal gücünün saçma ürünlerinden başka bir şey değildir. Kendi tahminlerini ve fikirlerini gerçeğin yerine koymaktadır. Elbette edebiyat mübalağa sanatıdır aynı zamanda. Ama mübalağa gerçek olanı gölgede bırakıyorsa ya da gerçeği iğdiş ediyorsa orada hakikatten söz edemeyiz. Ki yazarımızda mübalağa yapmıyor zaten. Teşhir ediyor ve ağır ithamlarda bulunuyor. İnsanların ruhlarını bu denli hoyratça yaralamak, bu kadar incitici ve kırıcı olmak, onca acı ve hüzün yaşamış, bedel ödemiş ve hala da ödeyen, emek veren, emek üreten, kar kıyameti görünce göçmen kuşlar gibi kanatlarını güneyin sıcak kumsallarına doğru açanlara inat yuvalarına daha sıkı sarılan o insanları bu kadar haksızca infaza çekmek sorumsuzluk örneği değilse nedir? Gidenler, kalanların romanını yazınca böyle oluyor maalesef. Tam bir sorumsuzluk örneği! Arkasına bakmadan yorgun ve biçare ayaklarıyla göç yollarına düşüp hançeresini yırtarcasına “benden sonrası viran” diye haykıranların hepsi viran oldular. Dağını terk edip göç yollarına düşmelerini meşrulaştırmak için geride kalanlara demediğini bırakmayanlar harabeye döndüler. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. “Viran” dedikleri geride kalanlar ise asil dağ kuşları gibi hırçın rüzgarları kanatlarıyla döverek destan yazmaya devam ettiler uçurum boylarında.

Kısacası, yazar kitabın neredeyse tamamında esas öne çıkarması gereken yaşamı bir kenara bırakarak, son derece basit, gülünç meseleleri abartarak, çarpıtarak yazmayı tercih etmiş. Temeli çürük olan bir binaya hiç kimse sağlam raporu vermez. “Dağın Çocukları” adlı kitabında temeli yani kurgusu çürüktür. “Köy” yaşamı boyunca yaşanan sorunlar ve aşma yöntemleri, yapılan büyük fedakarlıklar, göğüslenen zorluklar, buza kesen el-ayaklar ve buna rağmen dur durak bilmeden üretilen emek varken, bunları tarihe not düşmenin ve unutturmamanın yazarı olmak varken, kendi kafasındaki viraneye dönmüş dağın öyküsünü anlatmak kuşkusuz yazarın kendi tercihidir. Ama bilinsin ki, kim unutsa unutsun Munzur Dağı yaşanan o fedakarlıkları, diş ile tırnak ile üretilen o emeği, yokluk içinde yapılan büyük işleri, keskin kayalıkları sıratındaki 50 kiloluk çuvallarla aşan, kar altında üşüyen umut nasırlı avuçlarında ısıtan o dağ yürekli evlatlarını asla unutmayacaktır. Ve onlar tarihi böyle yazılacaklarını pratikleriyle, gecenin karartısında yıldızlaşan yürekleriyle, her gün biraz daha büyüyen ve her adımda çoğalan ayak sesleriyle haykırıyorlar. Ve onlar tarihin çelikten burçlarına böyle yazılacaklar. Hangi dağın çocukları olduğu belli olmayan ve sahil kumu üstüne inşa edilmiş eğreti bir yapı gibi duran “Dağın Çocukları” adlı roman ise Munzur Dağı’na karşı işlenmiş büyük bir günah olarak tarihin en dip köşesinde bir sığıntı olarak yaşayacaktır.

 

Gülabi YALNIZ

Önceki İçerikSivil faşist darbeye karşı birleşik devrimci mücadelede ısrar!
Sonraki İçerikDKB: 90. Yılında KKP Mücadelemize Işık Tutuyor!