Toplum bilimiyle ilgilenen hemen herkesin; “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten “Gezi Ayaklanması” üçüncü yıldönümünü gördü. Pek çok hareket ve kişi bu direnişe “devrim” dedi. Milyonlara varan bu sokağa taşmaları görüp geleceğe umutlananlar ve yüreği göğsüne sığmayanlar oldu. “Barış sürecine kurulan bir provokasyondur” endişesiyle katılımını simgesel tutanlar oldu. Nihayet pastaya erişimin mesafesine erişiyoruz deyip ellerini ovuşturanlar oldu… Siyasal iktidarın yapabildiği ilk iş penguen belgeseliyle ayaklanmayı taşradan ve uluslararası kamuoyundan gizlemek oldu fakat başaramadı. Çünkü lodosun kopuşu ani; dipten yüzeye ve dalga boyu iki günde öngörülmeyecek yüksekliğe ulaştı. Penguen hamlesiyle sonuç alamayan iktidar, yalanın en sadık şahidi en yakınındakidir kuralını işleterek tüm kirli gerici araçlarını devreye koyarak görkemli direnişi bastırmaya ve meşruluğunu kırmaya çalışıyordu. Bu da ateşi söndürmeye yetmeyince nihayet Ortadoğu egemenlerinin sıklıkla başvurduğu öznesi “kutsallık” olan başka bir yalan imdada çağrıldı: “Camide içki içildi” yalanı devletin en tepesinin dilinde topluma afyonladı. Ve Gezi Ayaklanması, faşist iktidarın ruhuna bulaşmış bir dert olarak o günden itibaren “ahhh”lar la anılırken, üç yıl sonra da hala aynı derin diyafram zorlamasıyla, “ahhh bu Geziciler ahhh” hatırlanmasıyla ezilen ve direnenlere karşı duydukları kinin ve nefretin simgesine dönüştü. Bunlar oldu, olacaktı da. Her yalanın gerçekle ilişkili bir payı, her gerçeğin de göründüğünden başka bir yönü vardır… Gezi Ayaklanması da, “Cumhuriyet” tarihinde benzeri daha önce olmamış kendi zamanının tüm sosyal ve siyasal özgünlüklerini taşıyan bir direniş olarak anılmaya değer bir patlama halidir ve bunlar onun genel özellikleridir.
Gezi Ayaklanması’nın asıl değerlendirilecek yönü, işçi sınıfı ve emekçi yığınların tarih yapmadaki rolüyle ilişkisinde önem kazanır. Bu açıdan bakıldığında Gezi’ye hamle yaptıran sosyal sınıfın işi sınıfı olduğunu söyleyemeyiz. Olmadığı gibi de, bu patlamada işçi sınıfı ve ezilen halk yığınları adına hareket eden herhangi devrimci bir örgütün “barut izini” aramak da yararsız bir çabadır. Aynı açıdan, “Tümüyle kendiliğinden miydi?” sorusuna “Evet” demek de bu direnişin gerçeğe tam uygun düşmez. Çünkü direniş, bir yönüyle “Arap Baharı” olarak adlandırılan Kuzey Afrika şeridinde patlayan “ayaklanma” dalgasının Ortadoğu üzerinden Türkiye-Kuzey Kürdistan üzerine büktürülmesinin verilerini barındırır. Özellikle direnişin işaret fişeğinin ateşlendiği Gezi Parkı günlerini dikkatle analiz eden her objektif gözlemci Kemalist kurumsal örgütlülüğün başından beri satranç tahtasının üzerinde aktif hamle yapan olduğunu görmüştür. Bunun en anlaşılır kanıtı, futbol takımlarının göz doldurur yoğunluktaki katılımı ve Kemalist oy potansiyelinin bulunduğu bölgelerden milyonluk komüne sunduğu açık destektir. Yanı sıra, Gezi’nin en temel itirazının AKP iktidarının başındaki kişiye karşı tutumda belirginleşirken, onun rolünün ise sadece “yaşam tarzına müdahale” eden “iblis”te simgeleşmesi de başka bir kanıttır. Faşist Cumhuriyet sistemin kurucu kliği, Erdoğan iktidarının aleyhine bu gibi bir hareketi hazırlamamışsa bile Kuzey Afrika sınırında patlayan ayaklanmalardan itibaren bunu öngördüğü ve buna uygun asgari bir hazırlık içinde olarak fırsat kolladığını söylemek Gezi Ayaklanması gerçekliğine en yakın teşhistir. Bu gözlem direnişin başlamasından itibaren işçi ve emekçileri kendi bağrına çektikçe ezilenlerin konumundaki rahatsızlığın dilini konuşturarak hareketi genel bir özgürleşme talebine meylettirmesiyle çelişmediği gibi, işçi sınıfı ve ezilen halk kesimlerinin, kendiliğinden olarak sokaklara taştığı halde direnişe kendi sınıf damgasını vuramamış olmasıyla da çelişmez. Tarihi nitelikte olması nedeniyle, direniş hakkında yapılan ve birbirinden farklılıklar içeren değerlendirmelerin her birinin değerli yönleri olsa bile, direnişin bir sınıf temeline oturmaması ve sisteme tadilat düzeyinde bile olsa yaptırımcı bir enerji üretememesi; başlangıcını olduğu gibi, sonucunu da kendiliğinden niteliğinden kurtaramamıştır. Gezi Ayaklanması’nın bu özeliği iki nedenden dolayı özellikle altı çizilmesi gereken bir derstir. İlki, her kalkışmanın, nicelik olarak derinliği ne olursa olsun, bağrında onu itip çekecek bir öz örgütlülüğü yoksa kalktığı yere; üstelik çoğu kez daha da gerilemiş olarak oturduğu, sosyal bir yasa olarak yeniden teyit edildi. Evrendeki her madde nasıl ki, hareketini ve dönüşümünü bağrındaki yoğun enerji çekirdeğine ve/veya kütlesine borçluysa, işçi ve emekçi sınıfları da kendi bağrında yoğunlaşmış ve onu hareket ettirip yönetecek bir öz örgütlülükten yoksun olunca, kendi dışındaki “enerjiyle” ne oranda sarsılırsa sarsılsınlar eninde nihayetinde ilk hareket noktasına geri çekilmekten kurtulamazlar. Fazla olarak da yıpranır ve çoğu kez de ödediği bedeller burjuva kliklerin çıkar hanesine yazılmış olurlar… Ülkemiz tarihinde de bu olgunun bal damlası değerindeki tecrübesini bize bırakmış olan Kaypakkaya’dır. Gezi Ayaklanması ve/veya direnişinden ders çıkarmak isteyen her kim olursa, önünde 45 yıl önce kaleme alınmış “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin Dersleri” yoksa o kişi ezilenlerin geleceği için eksik söz söyler.
Tam da buradan çıkarılacak ikinci ders, bağlamı da yerinde kurar; o da postmodernist bakış açısının örgüt ve yığın diyalektiğine ilişkin iddiasına cevaptır. Gezi Ayaklanması post-modern perspektifin, yani öz olarak artık bir sınıf partisinin, bu bağlamda merkezi ve disiplinli bir komünist partinin “önemsizleştiğine” dair iddiasına alaycı bir cevap olmuştur. Post-modernistlerin tahayyül ettiği anti-sistem ve anti-kapitalist itirazın tüm dokusal imliklerinin biraradalığını veren Gezi Ayaklanması, öncesindeki tüm benzerleri gibi bir sınıf temeline oturmadığı ve devrimci sınıf örgütünden yoksun olduğu için, bütün görkemli niceliğine ve yirmi gün boyunca istikrarlı bir ayakta olma haline rağmen kalktığı yere oturmaktan daha ileri gidemedi. Bu iki ana konu devrimcilerle diğerlerini kitle hareketlerine materyalist tarih perspektifinden bakıp bakmadığının ölçüsünü verir. Artık döne döne her kitle hareketi karşısında züğürt hayali kuranların sayıklamalarını alkışlamayı geride bırakmak bir sorumluluk değil bir zorunluluktur. Aksi takdirde önünü bir devrimci ve komünist perspektifinden görmeyi değil de, bir adım ileri iki adım geri yapan mehteran taburlarının taklitçisi olmak kaçınılmazdır.
Gezi Ayaklanması’nın bu özelliklerinin yanı sıra, bir de bu direnişin bağrında dinamik olarak yer alan, ama nicelik olarak toplam kitle oranında kendiliğinden niceliğin gölgesinde kalan devrimci örgütlerin tutumunu değerlendirmek de tarihi önemdedir. Devrimci örgütler, bu tarihi fırsatı bir kez daha değerlendiremedi. Çoğu, direnişin seyrinde ortaya çıkan sayısız özgün örgütlülük oluşuyorken, devrimci örgütler anın özgünlüklerine dair politika üretmek yerine bütün bir direniş boyunca kendi varlıklarını arz etmekle zaman tükettiler. Oysa çoğu devrimci örgütün de içinde temsil edildiği bu özgün direniş “iradesiyle” ilişki doğru bir politikayla buluşturulabilseydi, direnişi ezilenlere sahiplendirmek imkânı test edilebilirdi. Bir açıdan, bu sıradanlık hazırlıklı olmadıkları bir ayaklanma olarak devrimci örgütlerin ilk deneyimi olarak tolere edilecek bir zaafa sayılabilir. Ancak insanlık tarihini sınıf mücadeleleri tarihi olarak gören her devrimci, tarihin derli toplu derslerinden haberdar olduğu halde bu tecrübeleri ve yasaları kendi koşullarıyla ilişkilendirmede çuvallıyorsa, bu onun bakış açısındaki sakatlığı işaret eder. Bu kabul edilemez yıkıcı eğilim ilk kez bu direnişe karşı tutumla da ortay çıkmadı. Bu eğilim; yani saldırı ve savunmayı, ayaklanma ve geri çekilmeyi bir bilim olarak öğrenmeyi ve uygulamayı reddeden devrimci hareketlerin kırk yıllık zaafı Gezi Ayaklanması’nda da tekrar etti. Devrimci hareket, Gezi vesilesiyle bu ideolojik zaafından özgürleşmeyi başarabilseydi, başlangıcı kendiliğinden olan bu görkemli kalkışmayı, sonucuyla örgütlü kılabilecek hem şansları hem şartları vardı ancak bu fırsatı da kaçırmış oldu. Oysa sorun, çözümünü daha açık dayatmıştı: Devrimci örgütlerin ortak bir iradeyle yapacağı şey ikinci haftasından itibaren somut hedefleri iyice belirsizleşmiş direnişi, iradi bir kararla geri çekmekti, yapamadı. Geri çekmeyi bir iradi karla yapabilseydi, milyonlarca insanın düşünce dünyasında oluşturacağı “birlik” coşkusunu korur, bir daha ki bu gibi bir fırsatta kitlelerin daha yüksek bir kararlılık ve özgüvenle sokakları zapt etmesine özgüven aşılardı. Koşul hazırlamış olurdu. Hedefi belirginleşmiş milyonları “zafere kadar” meydanlarda ve sokaklarda tutamayacağı ve savunamayacağı açıkken, Gezi’deki milyonların polisin saldırısıyla dağıtılmasına çaresiz kalarak, “devletin güçlü olduğu” algısını milyonların zihin dünyasında güncellenmesinin kabahatini sahiplendi. Saldırıyla birlikte milyonlarca “komüncü” Gezi’de ilk kez şahit olduğu yeni yaşamın umutlandırıcı duyguna baskın çıkan zehirli gazla evlerine ulaştılar. Birçoğu şöyle düşünmedi mi dersiniz? ‘Vay be demek ki bu kadar milyon da direnmek için yeterli değildir; bir dahakine katılmak için bundan daha çok milyonun çıkışını görmem gerekir’ Böyle düşündürmeyi engelleyecek; bu kendiliğinden sonuca, iradi geri çekilişle güç verecek tek güç devrimcilerdi ancak yapamadılar. Peki bundan öğrendiler mi? Son gün, tüm pankartların toplanarak tek bir slogan altında meydanda bir şenlikle direnişe ara vermeyi öneren kim vardıysa onlar zaten öğrenmişti ama sonuca damgasını vuracak güçleri yeterli değildi. Tek umut öğrendiğini bu tutumuyla ortaya koyan siyasal örgütlemenin bu gibi fırsatlara kendini daha hazır hale getirmesidir… Ve devrimci olan herkesin öğreneceği umudu da az şey olmasa gerek…
Ama yıldızlaşanlarımız, en unutulmaz değerlerimizdir ve nadide bedellerimizdir. Gezi’nin can fedaları, her yeni alan ve bulvar taşkınında kavga cephanemizdirler… Geceler basmış ve teslim almanın hazırlığı olarak ışıklar kesilmişe unutmayalım: Özgürlüğün yanına “ekmeği” de koyarken hepimizden alınan ve çocuk ışığıyla yol gösteren Berkin’dir!