Dünya genelinde emperyalist gericilik yeni sömürgeci politikalar peşinde koşarken diğer yandan geniş halk kitleleri ileri ve devrimci taleplerle sokaklara dökülmektedir. Başta ABD emperyalist gericiliği olmak üzere birçok emperyalist devlet kendi çıkarları için hamle alanlarını genişletmeye çalışmaktadır. Rusya-Ukrayna savaşı, Çin-Tayvan sürtüşmesi somutta iki emperyalist kliğin/kampın, bir yanda ABD-AB diğer yanda Çin-Rusya emperyalizminin çıkarları doğrultusunda gerçekleşmektedir. Emperyalist sistem yeni krizler içerisinde çırpınmaktadır. Tekelci sermayenin kanlı yüzü ise Ortadoğu’da mazlum halklara zulüm ve katliamları yaşatmaktadır.
İçinden geçtiğimiz süreçte Trump’ın gümrük vergilerini yükselterek ticaret savaşlarını devreye sokması, dünya coğrafyasında ki yeni yer altı ve üstü zenginliklere göz dikmesi, Ukrayna savaşında Rusya ile masaya oturmak istemesi geleceğe dair kurduğu dünyanın tek gücü olma hayalinin ön adımlarını – planını oluşturmaktadır. En tehlikeli rakip olarak gördüğü Çin emperyalizmine ne kadar saldırsa da sonuç itibariyle çeşitli anlaşmaların altına imza atmaktadır. Çin ise savaşı uzaktan izlerken ticaret alanından kimi misillemeler yapmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği ise süreçten bağımsız bir durumda değildir. Trump özellikle Ukrayna’nın doğal zenginliklerine ‘konmak’ isterken AB’yi de karşına almış durumdadır. AB ve ABD Ukrayna-Rusya savaşı boyunca milyar dolarlarca harcama yaparken yer altı zenginliklerine ABD göz koymuş ve ABD-AB emperyalistleri arasında bir gerilim açığa çıkmıştır.
Emperyalist savaş Ortadoğu’da fiili olarak sürmektedir. Filistin-Lübnan cephesinde direniş güçleri kırılmaya çalışılmakta Gazze halkı her gün katliamdan geçirilmektedir. Direnişçi ruhu kaybetmeyen Filistin halkı ise topraklarını terk etmemekte kararlı bir duruş sergilemektedir. ABD bölgeye İran’ı devreden çıkartarak daha rahat bir şekilde hâkim olmak isterken Akdeniz’den ve Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinden askeri yığınağı sürdürmektedir. Uçak filoları, gemiler, İsrail Siyonizmine gönderilen askeri yardımlar ve katliamlar için verilen izinler savaşın daha da büyüyeceğini göstermektedir.
Tekelci sermayenin çıkarları gereği hareket eden bölge güçleri ABD ve AB nezdinde meşruluk kazanarak iktidara gelmekte, var olanlar ise iktidarını güçlendirmektedir. Nitekim Suriye’deki iktidar değişimi de bu minvalde gerçekleşmiştir. HTŞ cihatçı-selefi güçler Esad diktatörlüğünü “devirerek” yönetimi devralmıştır. İsrail’in sırtını sağlamlaştıran, Filistin’i yalnızlaştıran ve doğrudan Kürtlerin kazanımlarına saldıran ve bölge ezilen ulus ve inançlarına katliamlar düzenleyen HTŞ; “TC”, ABD ve AB ülkeleri tarafından iktidarını sağlamlaştırmak için desteklenmektedir. Binlerce Alevi insanın canına mal olan katliamlar ‘eski rejim artıklarıyla mücadele’ adı altında hasıraltı edilmiştir.
“TC” faşizmi sistemsel kriz içerisindedir
İçinden geçmiş olduğumuz süreçte Türk egemen sınıfları gerek ekonomik gerekse siyasi açıdan çıkmaza girmiştir. Bu durumun AKP-MHP iktidarıyla tek başına anılması ise yanılsama olacaktır. Emperyalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik kriz, ticaret krizleri ve bölgesel rekabetlerden bağımsız görülmemelidir. Kapitalist-faşist devletlerin varoluşsal hali olan krizler doğrudan dönemin iktidarını etkilese de o iktidar tarafından yönetilse de (ya da yönetilmeye çalışılsa da) bir bütün kapitalist sistemin içinde bulunduğu sistem sorunuyla ilgilidir. Bu noktada doğru değerlendirme olmadan gelişen faşizm koşulları ve kitle hareketleri, bunlara yönelik devrimci politika da eksik ve hatalı olacaktır.
AKP-MHP faşist iktidarı ve onun tek adam yöneticisi Erdoğan ekonomiyi toparlamak, alternatif çıkış yolları üretmek bir yana “gemi”yi daha da batırmaktadır. “Aynı geminin yolcusuyuz” diyerek kendini kurtarmaya çalışan Erdoğan batan gemiyle birlikte sulara gömülmeye başlamıştır. Açlık sınırının her gün yükseldiği, asgari ücretin işçinin eline geçtiği gün bittiği, temel ihtiyaç maddelerine ulaşmanın bile zor olduğu bu günlerde hala “ülke ekonomisinde ki büyüme”den bahsederek halk kitleleriyle adeta dalga geçilmektedir.
Aynı şekilde kadın özgürlükleri noktasında da faşist niteliğine uygun politikalarla kadın kırımını destekleyen, cinayetleri ört bas eden, verdiği cezalarla katili ödüllendiren bir yerde durmaktadır. Kadınların doğum yöntemini bile tekeline alan AKP-MHP faşizmi normal doğumu dahi İslami şartlar üzerinden belirlemekte ve topluma bunu benimsetmeye çalışmaktadır. Hiç şüphesiz ki bunun diğer adımı Kürtaj Yasağı olacaktır. Adım adım her mitinglerinde, kamu spotlarında şeriat kanunlarını işlemektedirler. Her gün kadın cinayet(leri)i haberleri bültenleri doldururken bırakalım kadın haklarının güvence altına alınmasını doğum yöntemi ve kürtaj hakkı dahi denetim altına alınmaktadır. Gericilik güçlendikçe kadın ve LGBTİ hakları gün be gün gerilemekte, can güvenliği ve yaşama hakkı dahi tartışılır hale gelmektedir. Örgütlü bir güç olarak faşizmin karşısında duramamanın getirdiği zayıflık ise gün gibi açıktır.
Öte yandan son günlerde gençliğin ve özellikle genç kadınların sokakları doldurması, polislerin işkence ve tacizlerine rağmen büyük bir direniş göstermesi ise karanlığın yırtıldığını mücadelenin büyüdüğünü göstermektedir.
Emek-sermaye arasında ki mücadele ise gün be gün farklı fabrikalarda ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfı fabrikalarda, madenlerde, hizmet alanlarında kendi öz gücüne yaslanarak çeşitli eylemselliklere ve grevlere girerek mücadelesini sürdürmektedir. Devrimin öncü gücü olan proletarya girdiği tüm eylemselliklerde sınıf bilinçli siyasetten/devrimci önderlikten yoksun olduğu için sistem sınırlarını zorlayamamaktadır. Sistemin koyduğu sınırları zorlasa da mücadelesi kesintiye uğramakta devamlılığı bulunmamaktadır. Ve en önemlisi de üyesi oldukları sendikalar (DİSK’te dahil) ya sisteme entegre olmuş ya da doğrudan işçi sınıfı düşmanı konumlanış içerisindedir, en “ileri” olan sendikal örgütlenme bile (devrimci sendikalar bunun dışındadır) sistem sınırları dışına çıkmamaya dikkat ederek diğer bir burjuva kliğin yanında yer almaktadır. Devrimci önderliğin şart olduğu işçi sınıfı hareketi ülkemizde sürekli gelişmektedir. Ancak içinden geçmekte olduğumuz konjonktürde, komünist-devrimciler örgütler grevlere ziyaretçi olarak gitmekte dahi aciz durumdadır. Bu durum aşılmak zorunda, bu atalet kırılmak zorundadır. Bizler işçilerle bağlar kurmayı ve bağlarımızı güçlendirmeyi tartışırken burjuvazi sendikaları satın almakta, işçilere karşı yeni OHAL’ler çıkartmakta, her gün fabrikada, madende, tersanede işçiler katledilmekte, işçi aileleri yoksulluk içerisinde çırpınmaktadırlar. Sınıfı örgütlemek acil görevken, işçi sınıfıyla bütünleşmek, ona önderlik etmek stratejik görevlerimiz arasındadır. Dünya da ve Türkiye’de gerici sermaye güçleri kendilerini yeni döneme askeri-siyasi-ekonomik bakımdan hazırlarken komünistler hala işçi sınıfı içerisinde nasıl örgütleneceğini tartışmamalı, işçi sınıfı içerisinde örgütlenmeli, Proletaryanın savaş müfrezelerini yaratmalıdır.
19 Mart’ta İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla birlikte başlayan hareket genişleyerek halk hareketi konumuna gelmiştir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanında sokağa çıkan halk kitleleri açlığa, yoksulluğa, eğitime, cins mücadelesine, demokratik haklarına dair talepleriyle seslerini yükseltmişlerdir. Uzun yıllardır kabuğuna çekilmiş olan halk kitleleri AKP-MHP faşist yönetimini istifaya çağırmış, polis barikatlarını devirerek sokakları zapt etmiştir. Özellikle kitleler içerisinde gençliğin oynadığı rol başat bir yerde durmaktadır. Üniversite ve liselerde bugün bile devam eden eylemler gençliğin ülkemiz açısından önemini bir kez daha göstermiştir.
AKP-MHP- Erdoğan faşist iktidarının “Terörle mücadele yasası”, kayyımlar siyaseti ve OHAL yasasıyla yıllardır baskı altında tutulan ezilen halk kitleleri taleplerini sokaklarda haykırmışlardır. Seçimlerin kurtuluş yolu olmadığı bilinci de halkımız nezdinde gelişmeye başlamıştır. Bu süreçte ikili bir durum da açığa çıkmıştır. Kitlelerin içinde bulundukları duruma ilişkin gelişen öfkesi ve dinamik gücü CHP tarafından bir kaldıraç olarak kullanılmakta kendisine kanalize edilmek istenmektedir. Nitekim Saraçhane eylemlerinde CHP’nin koyduğu sınırları zorlayan kitlelere karşı alınan tutum ve tavır devlet partisi-sistem partisi olma özellikleriyle yakından bağlantılıdır. Saraçhanede polisin tüm pervasız ve acımasız müdahalesine rağmen Özgür Özel polisi ve devleti meşrulaştıran, koruyan ve haklı gösteren bir tutum içerisine girmiştir. “Devlet daimidir” görüşünü sürdüren CHP ideolojisi kendi kimliğine uygun hareket ederek kitleleri belirli sınırlara hapsetmiştir.
Dünya genelinde gelişen süreç bir krizler yumağı halindedir. Gerek dünyada gerekse coğrafyamızda otoriter rejimler ön plana çıkartılarak sürecin aşılması beklenmektedir. Faşizm ve diğer gerici baskıcı yönetim ve araçlarının ön plana çıkartılarak kitleler üzerinde korku iklimi yaratılmasından dolayı umutsuzluğa düşülmemelidir. Nerede gericilik azgınlaşıyorsa orada halk hareketinin gelişme koşulları olgunlaşmış ya da olgunlaşmaya başlamış demektir. “TC” egemenler sisteminin içinde bulunduğu kriz de büyümeye devam etmektedir. Kriz büyüdükçe egemen sınıflar arasında ki çatlaklar genişlemekte, klikler arası dalaşlar da büyümektedir. Devrimciler ve halk kitleleri egemen sınıflar arasında ki çelişkilerden kendi çıkarları uğruna yararlanmasını bilmelidir. Kitleleri devrim uğruna kazanmanın bir diğer önemli noktası da klikler arası dalaşta egemen güçlerden birisine yedeklenmenin önüne geçmek, sistemin gerçek yüzünü onlara göstermektir.
Dünü ve bugünüyle gençlik
19 Mart’ta İBB Başkanı İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla birlikte gençlik dalgası yükselerek burjuva-faşist düzenin gözünü korkutmayı başarmıştır. Üniversitelerde, liselerde ve yurtlarda öğrenci gençlik uzun yıllardır içinde bulunduğu suskunluğu parçalayarak umutlarını, özgürlüğünü, gelecek hayallerini sokaklarda haykırmıştır. Hareketin en önemli noktası da gençlik eylemlerinin sokaklara taşması ve polisle karşı karşıya gelerek tutuklama ve göz altıları, polis şiddetini göğüslemesi olmuştur.
Günümüz gençlik kuşağını ve onun devrimci hareketini 68 kuşağı ve 71 kopuşuyla kıyaslamak abes görülmemelidir, fakat aynı koşullar içerisinde olmadığı da bilince çıkartılmalıdır. Dünya ve ülkemizde güncel durum, gerek sınıflar ve sınıf mücadelesi açısından gerekse emperyalist sistem açısından önemli farklılıklar barındırırken değişik süreçler içerisinden geçmektedir.
68 kuşağı 17 Ekim Büyük Sovyet devriminin sıcaklığını hala hissederken, Küba ve Vietnam devrimleri de dünyayı sarsmaktaydı. Uluslararası devrimci hareket açısından diğer önemli ve belirleyici olgu ise Büyük Proleter Kültür Devrimi’ydi. Devrimin bu uluslararası durumu tüm dünya gençlik hareketini güçlü ve canlı kılmaktaydı. Tüm Avrupa ve Asya’da, ABD ve Latin Amerika’da dünyanın birçok bölgesinde devrimci hareket diri ve güçlü bir durumdaydı.
Aynı şekilde uluslararası sermaye krizleri yönetmekte büyük bir yeteneksizlik sergilerken şiddete başvurmakta ve bu şiddetten devrimci direniş açığa çıkmaktaydı. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da da durum aynıydı. Şehirlerde, köylerde, okullarda, işçiler ve köylüler, öğrenciler içten içe kaynıyor yer yer fabrika ve toprak işgalleri, öğrencilerin okul boykotları ve işgalleri gündeme geliyor ama öğrenci hareketleri ve örgütlenmeleri canlılık gösteriyordu. Üniversiteler, liseler, şehir meydanları ve sokaklar devrimci hareketin eylem alanları durumundaydı. 1968 yılı ve sonrası işçilerin sınıf mücadelesi, anti-emperyalist tutum, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi coğrafyamızın en örgütlü olduğu dönem olarak söylenebilir. Bu süreçte gençlik hareketini güçlendiren en önemli nokta işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle birlikte hareket etmesini başarabilmesi, akademik sınırların ötesine geçebilmesindeydi.
Günümüze dönecek olursak son yirmi yılın en büyük gençlik atılımını yaptığı dönem için Gezi-Haziran başkaldırısını söyleyebiliriz. Gezi parkı eylemlerinden sonra mücadelenin geri çekilmesi genel atmosferiyle uyum içerisinde gençlik hareketi de zayıflamış ve kendi kabuğuna çekilmişti.
Bugün sokaklara çıkan gençliğin çoğunluğu AKP iktidarından başka iktidara tanık olmamış, Gezi’nin anılarını dinlemiş belki sanal ortamda bir şekilde o günlerin video-resim vb’lerine erişmiş fakat bir Gezi niceliğinde ve niteliğinde bir eyleme tanık olmamıştır. Bu yönüyle bir tecrübesizlik dezavantajıyla yüz yüzedir. Ancak içinde bulunduğu koşullar gericiliğin hüküm sürdüğü koşullardır. Eğitimin bir lüks haline geldiği, üniversitelerin kayyum siyasetiyle yönetildiği, eğitimin ve diplomanın garantisinin olmadığının defalarca kanıtlandığı, işsizliğin ve yoksulluğun alabildiğine büyüdüğü bir dönemden geçmektedir gençlik. 14-15 yaşında ki çocukların sözde “eğitim” adı altında ağır işlerde çalıştırılarak ucuz emek sömürüsüne itildiği ve yetmiyormuş gibi iş cinayetlerine kurban gitmeleri ise hikâyenin en acı yönlerini göstermektedir.
Bugün gençliğin en önemli avantajlarını şöyle sıralayabiliriz, sanal/dijital ortamların gelişmesi sayesinde ülke ve ülke dışıyla kolay bağlar kurabilmesi, araştırma-inceleme imkanlarının sınırsız olması, dış dünya ve ülke gerçeklerine daha kolay ulaşması ve bilgilenebilmesi, geçmişini araştırarak bugün için dersler çıkartma koşullarının varlığı… tüm bunlar gençliğin avantajlarını oluşturmaktadır. Aynı şekilde geçmişte de tekrarlandığı gibi, sistemle tam anlamıyla bütünleşmemesi, sistemin çelişkilerini birebir hissetmesi ve sürekli arayış içinde olması da söylenebilir.
Bugün gençlik, ailenin ve kapitalist sistemin öğrettikleri gerici alışkanlıklara ve ideolojiye karşı daha gerçekçi, yaşamsal bilgilere ulaşabilmekte ve buna karşı tavır geliştirebilmektedir. Evet bir sorun olduğunun farkındayız, bu sistemin bize yararı olmadığını bir şekilde hissediyoruz. Gerek eğitim alanında gerekse iş alanında gençlik olarak geleceksizliğimizi hissediyoruz elbette. Ancak bir dezavantajımız var o da tecrübesizlik. Bu da genç kuşağın içinden geçmekte olduğu objektif koşullardan kaynaklanmaktadır. Faşizmin – tek adam diktatörlüğünün koyu baskı döneminden geçmekteyiz ve en önemlisi de Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin varlığı ve yokluğunun tartışılır hale geldiği bir tasfiye sürecinin yaşadığı bir dönemde olmamızdandır. Buda gençliğe tecrübe aktarımı yapacak, öncülük edecek, yol ve yöntem gösterecek örgütlü gücün yokluğunu ya da zayıflığını sıcak bir şekilde hissettirmektedir. Eylemlerde de tanık olduk, cinsiyetçi küfürler, kadınları, LGBTİ+’ları, Kürtleri hedef alan ırkçı sloganlar, söylemler ve dövizler alanları işgal etmişti. Peki neden? Ülkemizde burjuva-faşist düzenin en kirli yöntemi bir kitleyi hedef haline getirerek tüm sorunları onun üzerine yıkarak kendini aklamaya çalışması ve bunun siyasetini yapmasıdır. İdeolojik alanda, basın-yayın, dizi ve filmler, kamu spotları ve eğitim alanında bunu aralıksız bir şekilde yapmaktadır. Bugün yaşanan da budur. Gençliğin haklı öfkesini, ırkçılıkla, erkek-egemen ideolojiyle, faşizmle yönlendirmeye ve böylece kontrol altına almaya çalışmaktadır. Bu yönüyle burjuvazinin yöntemi ve kitleler üzerinde ki etkisi ve sonuçları değişmemiştir. Bunun tek çözüm yolu devrimci çizgiyi kitleler içerisinde yaymak, gençliğin devrimci dinamiğini pratikte açığa çıkartmaktır.
Gençliğin örgütlü gücü zincirleri kıracaktır!
Marx’ın “Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur” sözleri günümüzün sömürü düzeninde de geçerliliğini korumaktadır. Devrimci mücadelenin ve öncünün gelişmesiyle birlikte proletarya zincirlerini seve seve kaybederken gençlikte var olan gerici-tahakküm zincirlerini parçalayarak devrimin motor gücü olacaktır.
Son dönemde kendiliğinden açığa çıkan gençlik hareketinde zayıf ve hatalı yanlar olduğunu yadsımıyoruz. Büyük bir apolitik kesim bu hareketin içerisindedir. Cinsiyetçi, milliyetçi, sorunları sistemde aramak yerine belirli uluslarda, cinslerde ve cinsel kimliklerde, göçmenlerde aramak gibi egemen sınıf aklının yansımaları da görülmüştür. Diyalektik materyalist dünya görüşüne uygun olarak toplumu ve sınıfları ele alırsak burjuvazinin yıllardır ideolojik tahakkümü en güçlü araç olarak kullandığını görebiliriz. Bugün gençlik içerisinde yozlaşmaya doğru bir yönelim varsa bunun burjuva ideolojisi ile bağlarını ve ayrıca devrimci gençlik hareketimizin zayıflıklarını da teraziye koymak gereklidir. Tüm bu nedenlerden kaynaklı gençlik hareketinde çıkan tüm eksik ve zayıf yanlara rağmen taşıdığı devrimci potansiyeli görmek ve örgütlemek zaruri bir ihtiyaç, zorunlu bir görevdir. Bugün gençlik tarafından, özgür bir yaşam, güzel bir gelecek, ücretsiz ve bilimsel eğitim, her alanda cinsiyet eşitliği talepleri ortaya koyulmaktadır. Gençlik Kürdistan’daki zulme karşı zayıfta olsa tavır takınıyor, İsrail Siyonizm’ine karşı halkı örgütlemek isterken Siyonizm’in işbirlikçisi faşist ‘TC’ devletini teşhir ederek hedef alıyor.
Eleştirel ve yapıcı yaklaşımlarla gençliğe yönelme, kazanma siyasetimizi uygulamak, siyasi seviyeyi yükseltmek gençliğin devrimci öfkesine örgütlü bir yön verebilmek gençlik örgüt(lerimizin)ümüzün başlıca görevleri arasındadır. Gençliği örgütlerken özgürlük bilincini geliştirmeli, dayanışma ruhunu yükseltmeli ve en önemlisi de var olan sorunların kapitalist sistemin sebep olduğu anlatılmalıdır. Ülke gençliğimizin nasıl onurlu bir tarihe sahip olduğu kesinlikle işlenmelidir. 68 kuşağı ve 71 devrimci kopuşunun ölümsüz önderleri İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş gibi devrimci önderler bilinçlere işlenmelidir. Flamalarımızla, döviz ve pankartlarımızla, sloganlarımızla, bildirilerimizle dahi bunu rahatlıkla başarabiliriz.
Hareketi yaratan koşullar var olduğu sürece harekette bir şekilde varlığını koruyacaktır. Hareketin istikrar kazanması, gençliğin örgütlü bir hale gelmesi için acil örgütlenilmelidir. Örneğin üniversitelerdeki boykot çağrısı kendiliğinden örgütlü bir hale bürünerek birçok üniversitede harekete geçilmiştir. Liselerde öğretmenlerin kayyım yönetim ile görevlerinden alınması veya görev yerlerinin değiştirilmesi sonucunda liseli gençler aynı anda harekete geçebilmişlerdir. Yani kendi içerisinde örgütlenme ve örgütlü bir şekilde hareket edebilme potansiyeli yüksek bir alandır.
Son zamanlarda gençliğin öne çıkan ve dikkat çeken yönlerinden birisi slogan ve dövizlerinde yazdıklarıdır. “Seçim sandıkta değil sokakta”, “sıraya değil sokağa”, “68 kuşağının torunları geldi”, “Habaş’ın yolunda Filistin’in yanında” gibi önemli siyasi mesajlar içeren slogan ve dövizleri de gördük. En önemlisi de işçi grevlerini ziyaret ederek “işçi, gençlik el ele genel greve” sloganları olmuştur. Gençlik kendi başına nihai çözüme varamayacağını, sınıf mücadelesi ile birlikte daha güçlü olacağının da farkındalığını göstermiştir. Grev alanlarının gençlik örgütlerince mesken eylenmesi, buraları eylem alanlarına çevirmesi stratejik önemdedir.
Son olarak: Öğrenci ve işçi gençliğin yaşadığı sorunlar coğrafyamızın her yerine yayılmış durumdadır. Fabrikalardaki gencecik bedenler iş cinayetlerine kurban gitmektedir. Öğrenciler barınma ve yemek sorununu her gün yaşamaktadır. Akademisyenler şahsında bilimsel eğitim her gün hedef alınmaktadır, ilk okuldan üniversiteye kadar gerici eğitim sistemi tüm öğrencilere dayatılmaktadır. Giyim kuşamdan, siyasi görüşlerimize, seçeceğimiz bölümlerden, gelecek ideallerimize kadar tüm yaşamamız gerici-faşist burjuva sistemin tekeli altına girmeye zorlanırken bizlere düşen görev örgütlenmek ve sıkı bir mücadele hattı örgütlemektir. Gençlik devrimin dinamosu, burjuva beylerin korkulu rüyası olmuş ve olmaya devam edecektir.