Ortadoğu coğrafyası, savaşların, iktidar darbelerinin, mezhep ve dinler arasında çatışmaların en kanlı biçimde yaşandığı bir coğrafyadır. Bu kanlı savaş bilançolarının temel nedeni, emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin Ortadoğu’daki bu çelişkiler üzerinden kendi hegemonyalarını tesis etme stratejileridir. Hâlihazırda yaşanmakta olan Filistin soykırımı da aynı tarihsel ve güncel çelişkiler üzerinden sürdürülmektedir. İsrail Siyonizmi, ABD ve AB emperyalist güçlerinden aldığı icazetle, 7 Ekim Hamas saldırısını bahane ederek, Filistin ulusuna karşı başlattığı kapsamlı saldırı soykırıma dönüşmüş olarak sürüyor. 

Emperyalist-kapitalist saldırganlık, işgal ve ilhak siyaseti ile tepindikleri her coğrafyada, mezhep ve dini çelişkileri kaşıyarak kendisine alan açmıştır. Filistin ulusuna uygulanan işgal-soykırım ve milli zulümdeki gibi. Buna karşın emperyalist diplomasi ve tekel medyalarının kitlelere anlattıkları masallar, uydurulan hikâyeler, manipülasyondan ibarettir. “Kudüs’ün Yahudilere ait olduğu ve bu savaşın Yahudilerin kendi haklarını savunduğu meşru bir savaş olduğu” iddiası bilimsel tarih anlayışından yoksundur. Bu iddia ile İsrail egemen güçlerinin, Filistin’i işgal etme hedefine meşruluk kazandırmak istemektedir. İsrail saldırısını destekleyen önemli bir Yahudi kesim, burjuvazinin yazdığı yalan tarih anlayışı sonucu işgali desteklemekteler. Keza farklı dinlerin Kudüs hakkında yazdıkları ve anlattıkları da vardır. Bizler bu yazımızda kısaca her inancın Kudüs coğrafyası hakkında yarattığı gerçek dışı söylencelere ve geniş kitlelerde önemli bir karşılık bulan çarpıtmalara değineceğiz. 

Filistin, sadece jeopolitik önemi ve zenginlik kaynaklarıyla emperyalist sermaye açısından önemli bir alan değil. Aynı zamanda da semavi dinler açısından da adeta “dokunan yanıyor…” sözüne hayat veren bir alandır. Semavi dinlerden; Yahudilik-Musevilik, Hristiyanlık ve İslam dinleri Kudüs’ü, “Yer ile Gök Arasında Allah Tarafından Yaratılan Bir Kent…” olarak bir anlam yüklerler. Öyleyse buranın neden dinlerin çatışma merkezi haline geldiğine kısaca bir bakalım… 

Hristiyan inancına göre; Kutsal Kabir Kilisesi, İsa’nın çarmıha gerildiği yerdir. Yani diğer bir anlamıyla, İsa’nın yeniden bu dünyaya geleceğine inanan Hristiyan inancına göre, dirilişin yaşanacağı bu kutsal mekân kendilerine verilmiştir. Tanrı’nın, İsa peygamberi bu kilisede yeniden dirilteceğine inanılıyor. Museviler için ise, Hz. Süleyman’ın tapınağından kalan, bir bölüm olduğundan, burayı Süleyman’ın dinin merkezi olarak tutmak istemektedirler. Zira aynı Museviler, Fırat nehrinden Nil nehrine kadar olan bölgenin Tanrı tarafından, İsrail Oğullarına bahşedilmiş topraklar olduğuna inanmaktadır. Hal böyle olunca bütün diğer dinler Musevilere ittihat etmek zorundadır. Bu zihniyet, aynı toprak üzerinde değişik inançların yaşama şansını ortadan kaldırmaktadır. Dini çatışma tam da burada, bu anlayış çerçevesinde ortaya çıkmakta. Müslümanlar ise yer küreye son peygamber olarak geldiğine inandıkları Hz. Muhammed’in, burada Miraca çıktığı yer olduğuna inanıyorlar. Barış ve kutsallık anlamı yüklenen Kudüs, ismine verilen o unvanın tam da tersi pratiğe mekân oluyor. Çünkü kapitalist-emperyalist sermaye, belirtiğimiz bu hikâyeleri anlatarak, soygun ve yağma savaşlarına toplumsal “rıza” üretiyor.

Kuşkusuz tarihsel bir olgu olarak din, bireyin ve toplumun yaşam biçiminin şekillenmesinde önemi bir ögedir. Her toplumun inandığı şey, doğru ya da yanlış, hayal ya da gerçek olsun, bir kez inandıktan sonra o inanma biçimi onların yaşam biçimine yön vermektedir. Burjuvazinin elinde ise, bir afyona dönüştürülmüş olarak kapitalist dünyanın ihtiyaçlarına göre siyasallaştırılmıştır. Kitleleri yönetmede etkili bir silah olan din, burjuva devlet aygıtında bu mantıkla kurumsal nitelik kazandı. Dinin kutsallığında burjuva devlet kutsandı ve kutsanan bu gerici aygıt kanalıyla, sermaye kendi çıkarlarını en bağnaz yöntemlerle icra etti. Bundandır ki; bölgede durmayan savaşlar, dinmeyen çığlıklar dini emirlerle sermayenin hanesine kâr ve egemenlik olarak “buyruk” oldu. Bilindiği gibi üç semavi dinin merkezi de Ortadoğu coğrafyasındadır. Aynı Tanrı, kendi dinlerinden ilkini neden bir sonrakiyle hükümsüz kıldığını bilen de söyleyen da olmuyor! Daha da vahim olan şey, üç dinin ortak Tanrı’sının seçtiği bu coğrafyada yaşayanların her birinin onun adına birbirini boğazlarken Tanrı’nın yeni bir hikmet göstermemesidir. Dinlerin bu coğrafyası “Tanrı’nın emriyle” hareket eden tarafların kanıyla göle dönmüşken kanı dökülen yoksullar ve sıradan insanlar, kadın çocuk ve yaşlılar iken; petrol dolar krallıkları ve şeyhliklerinin emperyalist silah tüccarlarıyla şarap-şerbet kardeşliğine hiçbir düşmanlığın bulaşmamasını “Allah’ın hikmetine” saymak da fazlaca bir akıl eksikliği olsa gerek…

Gerçekte olan ise, emperyalist-kapitalist barbarlığın Ortadoğu’yu bir cehenneme çevirdiğidir. Ve bu cehennemin şimdiki merkezi ise Filistin coğrafyasıdır. İddia edildiği gibi eğer sorun dini çelişkiler olsaydı, bugün bölgedeki “ittifak” ve “kamplaşmalar”, buna göre olurdu; ama değil. Bölgenin en önemli devletlerinden Mısır Anayasası’nın 2. Maddesi “devletin dini İslam, resmi dili ise Arapçadır” der. Şeriat prensipleri, yasamanın temel kaynağıdır. Suriye Anayasası’nda; “Pan-Arabizim” yazılıdır. Bu Arap milletleri açısından ne anlama geliyor? Arap uluslarının arasında “kardeşliği”, “barışı” ve “birlikteliği” sağlamayı amaçlamaktadır. Bölgede önemli faktör olan diğer Arap devletlerine bakalım: İran, Irak, Ürdün vs. bütün bu devletlerin anayasasında İslam Arap Devletleri olduğunu belirtilir. Filistin halkı da Müslüman ve Arap’tır. Lakin bu devletlerin tümünün Filistin davasındaki yaklaşımlarına bakarsak; hepsi kendi çıkarı uğruna meseleyi ele almaktadırlar. Yani din ayrışımından öte, emperyalist güç denkleminde kendi çıkarlarını temsil ettikleri emperyalist sermaye odaklarına dayanarak tutum almaktadırlar.

Şehrin anahtarı?

Filistin hükümeti 1948 de kuruldu. Ebetteki bunun en önemli ayağı uluslararası güçlerin desteği idi. Her ne kadar gerici güçler bu bölge üzerinde tepişmelerde, ilk işgal edildiği günden son zamanlara kadar, Filistin ulusal direnişi yerküre üzerinde yaşayanların gönlünde taht kurmayı başardıysa da Filistin ulusal direnişi ve bu direnişleri örgütleyen güçlerde bir yekparelik oluşmadı. Aksine, emperyalist güçlerin de oyun ve hilelerinin etkisiyle, direnişin önderlik güçleri hep parçalı oldu. Bu ayrı bir analiz konusudur. Ama her örgütlü güç, ideolojik-siyasal niteliğiyle farklılığı taşıdığı gibi, dayandığı güç ve hedefleri bağlamında da farklılık taşımaktadır.

 Direnişçi güçlerin farklı ideolojik-siyasal mahiyetinden kaynaklı başka mecralara taşınmaya çalışılan Filistin sorunu, dünya kamuoyu nazarında ulusal bir sorun olarak net kabul görmüştür artık. Filistin örgütleri de bu temel üzerinde konumlanmışlardır. Yaser Arafat’ın bir grup yoldaşıyla birlikte kurduğu El Fetih-(FKÖ) ile Filistinlilerin Ulusal Direnişi, uzun yıllara yayılan bir mücadeleyle kıtalar ötesinde yankı buldu ve bu coğrafyanın ezilenleri açısından direnişin çekim merkezi haline geldi.

 FKÖ’nün yansıra FHKC, FHKPC gibi Marksist veya Marksizm’den etkilenen örgüt ve partiler ile birlikte daha birçok irili ufaklı örgüt ve hareketler doğdu. Bu örgütlerin ana merkezleri Lübnan coğrafyasının stratejik öneme sahip olan bazı bölgeleriydi. George Habaş’ın kurucusu ve önderi olduğu Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Marksist ideolojiden etkilenen en önemli Filistin ulusal direniş örgütüydü. Yıllarca süren inişli çıkışlı mücadele sonucunda Filistinlilerin FKÖ önderliğinde taş atarak sokaklara dökülmesi ile dünya artık Filistin ulusal özgürlük mücadelesinin yeni bir sürece girdiğini konuşmaya başladı. Tam da bu dönemde sokaktaki taş atan “Küçük Generaller…” büyük kazanımlara imza atmak üzere iken; HAMAS ortaya çıktı. HAMAS bölgede İsrail Siyonizmi ve emperyalist yayılmacılığa karşı oluşan kitle tepkisinden beslendi. Özellikle dini çizgideki örgütlenmelere alan açma siyaseti HAMAS’ın güçlenmesinde önemli rol oynadı. Ama gizli kapılar ardında ulaşılamayan verileri verme şansımız olmadan, bazı soruları sormak, bizim niyetimizden öte, meselenin sorgulanmaya muhtaç olmasından kaynaklıdır.

Bölgede yaşanan çatışmalardan, savaş politikası ile beslenen uluslararası emperyalist sermaye çıkarlarını korumak ve genişletmek için, yığınlarca araç ve yönteme, askeri ve kontra faaliyetlere ihtiyaç duymaktadır. ABD, İngiltere, Fransa vb. gibi emperyalist ülkelerin, savaşsız bir dünyada aç kalacakları kesindir. Bundandır ki; savaşın sürekli olacağı bir bölgede, onlar açısından “baba” rolü oynamak her zaman daha kârlıdır. Böylece bölgenin dokusuna uygun olan din eksenli örgütlerin öne çıkma projeleri devreye konuldu. Bununla yetinmeyen MOSSAD vb. gibi güçler bu örgütlerin kendi denetimlerinde olmasını sağladı. MOSSAD’ın, bugün gündem yaratan birçok örgütü kurduğu bilinen bir gerçeklikti. Silah ve parasal yardım tereddüt edilmeden, maddi ve askeri olanaklar ile donatılan bu kuruluşlar, savaş politikalarında ve savaş alanlarında önemli bir güç olarak kullanılmaktadır. Bölgedeki bazı denklemleri bu kapsamda ele alma açısından bu vurguyu yapıyoruz.

Filistin ulusal kurtuluş hareketinin önderliği değişiyor!

60’lar sonrası dünya devrimci hareketin merkezi olan, çoğu ülkelerde devrimcilerin askeri ve siyasi eğitim gördükleri Filistin coğrafyası, süreç içinde üstte belirtiğimiz gibi, Hamas gibi örgütlerin yeşermesine ve ulusal hareketin içerdiği talepleri daha geri düzeyde dini motiflerle yürütülmesi yönü daha baskın hale geldi. Bugün gelinen dönemde Filistin Ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten devrimci örgütlerin hareketin içinde zayıf olmaları, harekete katılımda önderlik misyonuna sahip olmamaları, Hamas gibi gerici kurumun önderlik yapmasını sağlamıştır. Çok geri talepleri savunan Hamas’ın, kadın hakları, özgürlük ve demokrasi sorununda gerici bağnaz olması, devrimci demokratik kamuoyunda Filistin’in KKTH savunulmasını zayıflatmıştır. En somut örneği, İsrail Komünist Partisi’nin tutumudur. İsrail devletinin işgaline karşı tavır alan İsrail Komünist Partisi, İsrail’de kendi gücü oranında sokaklarda çeşitli protestolar düzenlemektedir, fakat Hamas örgütüne karşı temkinli durmaktadır. Keza uluslararası alanda devrimciler, aydınlar, emekçiler Filistin sorununda Hamas örgütünden dolayı temkinli davranmaları Filistin ulusal kurtuluş hareketin uluslararası desteğini zayıflatmıştır.

Hareketin arka planda İran, Suriye, Türkiye gibi ülkelerin destek vermesi, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin daha gerici ve bağnaz hattına girmesinin yolunu açmıştır. Yani karşı devrimci devletlerin Filistin üzerinde yayılmacı emelleri sonucu Hamas’la kurdukları ilişkiler ve devrimci kurumların zayıflığı ve pasif tutumları, gerici örgütlerin gelişmesi ve ulusal hareketin sürekli gerici örgütlerin hegemonyası altına girmesi sonucunu doğurmuştur. Sosyalist ve devrimci hareketin dünya genelinde güçsüz olması, orta çağ kültürün ağırlıkta olduğu bu coğrafyada, devrimci önderliğin Filistin topraklarında dirilmesi, İsrail emekçi halkının ve Filistin ulusal kurtuluş hareketin arasındaki diyalektik bağın doğru orantılı olmasını koşullamaktadır.

Bugün Filistin gibi, işgal altındaki ulusların meşru direnişlerine karşı tutum meselelerinde, devrimci ve komünist güçler etkili rol alamadıkları için, emperyalist güçlerin uluslararası sahada yarattığı kuşatmaların etkisinde kalmaktadırlar. Filistin’de yaşanan insanlık dramı, ABD’nin başını çektiği emperyalist haydutlar tarafından uluslararası alanda sessizlikle boğulmak istenmektedir. Dünyanın birçok yerinde Filistin bayraklarının, Filistin’deki zulmü kınayan açıklamaların dahi yasaklar kapsamına alınması bu amaçlıdır. Bu kuşatmaya karşın, Filistin ulusunun mazlumluğu ve maruz kaldığı soykırım, dünyada kitlelerin önemli tepkisini ortaya çıkarmış, yasaklara karşın ezilen halklar ve uluslar, Filistin ulusunun yanında saf tutmuştur. Bazı ülkelerdeki tepkiler ve protestolar, iktidarlarının tutum değiştirmesine dahi neden olabilmiştir. Bu baskılanmayı gören emperyalist güçler, timsah gözyaşları ile İsrail’e kontrollü olma çağrısı yapsa da planlanan savaş stratejisinden güç alan İsrail Siyonizmi, Refah kenti örneğinde görüldüğü gibi, kamp alanlarında, çadırlarda barınan sivil halkı katletme saldırılarına devam etmektedir. Emperyalistlerin “kontrollü hareket” çağrısı sadece görüntüden ibarettir. Netanyahu, bölgesel denklemlerde planlanan emperyalist savaş stratejisini uygulamaktadır. Bu savaş stratejisinin baş aktörleri emperyalist ve bölgesel güçlerdir.

 Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu’yu yargılama talebi!

 Filistin ulusuna karşı uygulanan kanlı soy kırım karşısında timsah gözyaşını döken bazı sermaye iktidarları, İsrail ile ticari ilişkileri sürdürürken yaptıkları kamuoyu beyanlarında İsrail saldırısına tavır aldıkları beyan ettiler. Bu devletlerin başında İran ve Türk Devleti gelmektedir. Dünyadaki sermaye kesiminin şekillenmesine bağlı, Rus ve Çin blokun önerdiği Filistin sorununu kapsayan taslağı destekleyerek, İsrail ve Filistin sorunun “çözülmesi” önerilerinin yanında yer alan bu ülkeler, Birleşmiş Milletler üzerinde baskı uygulayarak, İsrail saldırısını belirli bir alanda tutmak veya durdurmak istemelerinin asıl nedeni de İsraillin Filistin üzerinden yayılması, yeni topraklar kazanması, Ortadoğu’da İran, Türkiye ve Rus çıkarları aleyhine gelişme olduğu için ekonomik ve siyasi kaygılarından dolayı İsrail devletine tavır almışlardır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı, Hamas’ın önde gelen üç üyesi hakkında ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında savaş suçu nedeniyle tutuklama emri çıkarılması ve yargılama istemi iki blok arasında süren keskin çelişkinin Ortadoğu’daki yansımasıdır. Uluslararası Ceza Mahkemesi; ABD, İngiltere, AB devletlerin parmakları ucuyla hareket eden kurumdur. Kimlerin yargılanacağı bu devletler arka planda belirlemektedir. Netanyahu’nun yargılanması veya yargılanmaması bu devletlerin isteğine bağlıdır. ABD’nin çıkarları ve talimatlarını uygulayan Netenyahu’nun Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması mümkün görünmemektedir. Zira İsrail devletinin Filistin’de işgalini genişletmesini destekleyen, silah ve ekonomik destek sağlayan, ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerdir. 

Sonuç olarak; Ortadoğu coğrafyasında, Filistin ulusal kurtuluş hareketi ve Kürt ulusal kurtuluş hareketi Kendi Kaderlerin Tayin Hakkı için mücadeleleri başarıya ulaşmadan, bu coğrafyada her iki ulusun bağımsızlığı ve özgürlüğü sağlanmaz. İsrail devletin Filistin’de sürdürdüğü soykırımın, Türk devletin Kürt ulusal hareketine saldırısının son bulmasının tek yolu ezen ve ezilen ülke emekçilerinin, ilhak ve sömürgeciliğe karşı birlikte hareket ederek, bu kan emici sistemlere son vermesiyle mümkün olur. 

Önceki İçerikBurjuva Siyaset Sahasındaki “Yumuşama”, “Normalleşme”, “Yeni Anayasa” Tartışmaları, Ezilenlere Karşı Sürdürülen Sömürü ve Savaş Kapasitesinin Güçlendirilmesidir!
Sonraki İçerikYeni Demokrasi Gazetesinin Kafa Karışıklığı Nereye Kadar