“Terör” sözcüğü öncelikle mevcut bütün devletlerin sığındıkları liman olmaktadır. Peki terörden ne anlamak gerekir önce kısaca da olsa bunun bir açıklığa kavuşturulması gerekir. Hakim sınıfların kendi yasalarında “terör” özet olarak şöyle ifade ediliyor. “Terör ya da yıldırıcılık, siyasal, dinsel ve/ veya ekonomik hedeflere ulaşmak amacıyla sivillere, belirlenen hedef guruplarına veya resmi, yerel ve genel yönetimlere yönelik baskı, yıldırma ve her türlü şiddet içeren yolun kullanımını ifade eden terimdir.”
Belirttiğimiz gibi bu, genel bir tanım. Aslında hemen hemen her devlet kendi iç ve dış çıkarları doğrultusunda bir “terör” tanımı yapmaktadır. Her devlette iktidar sahibi olan hâkim sınıflar, kendi iktidarlarını koruyup kollamak ve ekonomik olarak palazlanmak için, zaman zaman tek tek bireyleri hedefe koyarak, zaman zaman belli muhalif gurupları, inanç guruplarını, daha da ileri giderek kendileri dışındaki tüm toplumu hedef tahtasına koyarak, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinin yanı sıra, toplu katliam, “faili meçhul” cinayetler, gözaltında kaybetmeler vb. türünden terör eylemleri gerçekleştirirler. Elbette devletlerin işlediği terör eylemleri sadece bunlarla da sınırlı değildir. İnsani temel hak ve özgürlüklerini kendi sınıf çıkarlarına göre yok saymak, her türden işkenceyi devlet politikası olarak uygulamak, haksız hukuksuz bir biçimde insanların zindanlarda tutulması, idam edilmesi gibi insanlık dışı uygulamaları sıralayabiliriz. Bunlar da yetmez, Katliamlar, savaşlar ulusal sınırları aşarak uluslararası boyutlar kazanır. Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşları, bölgesel savaşlar veya tek tek ülkelerde çıkartılan savaşlar ve bütün bu savaşlarda katledilen milyonlarca insan… Peki bütün bunlar kimlerin çıkar ve menfaatleri için? Dünya halklarının bunlardan hiçbir çıkarlarının olmadığı açık. O zaman şu soruyu haklı olarak sormak gerekiyor. Terörü kim uyguluyor, terörist kimdir. Ya da “terör” denen insanlık dışı uygulamalar neden uygulanır. Bu sorulara doğru ve gerçekçi cevaplar verilmedikçe, hâkim sınıfların halklara, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda uydurdukları “terör” eylemleri açıklanamaz.
Haksızlıklara karşı, haklı karşı koyuşlar “terörizmle” yaftalanamazlar
Hiç kuşku yok ki, “terör” denen insanlık dışı uygulamaların temelinde mülkiyet ilişkileri ve onun ideolojik nedenleri yatmaktadır. Bir avuç kan emici, neredeyse üretim araçlarının tümüne ve yaratılan değerlere el koyarak varlık ve bolluk içinde yaşamını sürdürürken, bu değerleri yaratan milyonlar, hatta milyarlar yokluk ve yoksulluklarla boğuşmakta. Yetmezmiş gibi katliamlar, işkenceler, sürgünler, göçler ve zindanlarla karşı karşıya bırakılırlarken hangi eşitlikten söz edilebilir. Yaratılan değerlerin eşit bölüşümü ve kullanımını isteyenlerin haklı eylemleri mi, yoksa bu değerleri bir avuç kan emicinin kullanabilmesi için sözünü ettiğimiz bu insanlık dışı uygulamalar mı terör eylemleridir. Hangisi? Açıktır ki, halkın yarattığı değerlere el koyan ve bu değerleri pervasızca kullanmak için halka karşı uygulanan her türlü baskı, korku, şiddet, katliam vb. uygulamaların kendisi devlet terörüdür/ terörizmdir. Haksızlıklara karşı, haklı karşı koyuşlar “terörizmle” yaftalanamazlar. Hak arama veya kendi haklarını sahiplenme eylemleri, “terör” eylemleri değil, haklı eylemlerdir. Ancak, her türlü haksızlığı ilke edinenlerin haksızlıklarını sürdürebilmek için giriştikleri eylemler terör eylemi, bu eylemleri yapanlar da terörist olarak adlandırılabilirler. Bunların da kim oldukları gün gibi ortada.
“Terörsüz Türkiye” söylemi ne kadar içi boş, riyakâr ve iki yüzlüce bir söylem olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Faşist TC tarihi boyunca iktidar sahipleri dışında kalan ve katliamlara, soykırımlara, işkencelere, sürgünlere vb. maruz kalmamış farklı bir ulus, milliyet, farklı inanç gurupları, emeğiyle geçinen sınıf ve sınıf katmanları var mıdır diye sormak gerekir. Ermenilere, Kürtlere, Yezidilere, Süryanilere, Alevilere ve gayri-Müslümlere, işçilere ve kadın erkek tüm emekçilere, uygulanan züllümün haddi hesabı yokken hangi “terörsüz Türkiye”den söz ediliyor. Terörden beslenen faşist iktidarın, “terörsüz Türkiye”de yaşama imkânı olmaz. Kendi sınıf çıkarlarından vazgeçmesi anlamına gelen bu politikanın hayat hakkı bulması, hem de hakim sınıfların kendi rızasıyla ne mümkündür ne de olanaklıdır. Çünkü iktidarlarını sürdürebilmelerinin, halkın yarattığı değerlere el koyabilmenin, hanlar- hamamlar ve sarayların sahibi olabilmenin bir tek yolu vardır, o da baskı, şiddet, yıldırma ve sindirme yoludur. Yani kendilerinin deyimiyle terörizmdir. Devletler polise, orduya, başka, başka militarist örgütlemelere, hapishanelere neden ihtiyaç duyar. Tam da yukarıda açıkladığımız nedenlerden ötürüdür. Çünkü iktidarını korumak için bu militarist örgütlere ihtiyacı var. Bu örgütlenmelerin, şiddet uygulama örgütleri olduklarını bilmeyen var mı? Peki şiddet kime veya kimlere uygulanır. Herhalde hakim sınıflar kendilerine şiddet uygulasınlar diye bu militarist araçları kurmuyor. Halkların haklı eylemlerini bastırmak, iktidarlarını ve pazarlarını dış saldırılara karşı korumak için kuruyor. Sonuçta iş dönüp dolanıp yine iktidar meselesine dayanıyor. Faşist diktatörlüğün “Terörsüz Türkiye” söylemini bu çerçeve içinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Başka türlüsü zaten düşünülemez.
Biat etme, boyun eğme, ezenleri kutsama tarihi değildir
Somut durumda “Terörsüz Türkiye” projesi, esas terör uygulayıcısı olan devleti görünmez kılmak, kitlelerin haklı eylemlerini ise “terör” yaftası adı altında bastırma projesidir. Faşist diktatörlük, ben istediğim her türlü baskıyı, şiddeti uygularım, geri kalanlar ise bana biat etmek zorundadırlar demeye getiriyor. Peki bu mümkün müdür. Elbette ki hayır. Ezenler ve ezilenler var oldukça, halka uygulanan baskılar, katliamalar, işkenceler, sürgünler kısacası her türden gayri insani uygulamalar devam ettikçe karşı koyuşlar kaçınılmaz olarak hep var olacaktır. Ta ki yaratılan değerler eşit bölüşülüp, ortak bir şekilde kullanılıncaya kadar. Taa ki, bir avuç azınlığın elinden iktidarın alınarak, gerçek sahiplerine verilene kadar. İşte ancak o zaman terörsüz bir ülkeden, bir dünyadan söz edebiliriz. Çünkü ancak bu koşullar altında, insanlık dışı uygulamalar olarak bilinen terör uygulamalarının kaynağı kurutulmuş olacaktır. Terörün kaynağı irin ve kan kusarak akarken, “terörsüz”lükten dem vurmak koca bir yalandan ibarettir. “Terörsüz Türkiye” yalanı, “barış” ve “kardeşlik” gibi insanlığın temel ufku olan sözcüklerle maskelenmeye çalışılmaktadır. Terör uygulayıcısı faşist diktatörlüğün kendi sınıf çıkarları için bu türden manipülatif çabalarını anlamak mümkün. Ancak, kendilerini “sol” “sosyalist” veya “halktan yana” görenlerin, bu yalan söylemlere meyil etmelerini anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir. Kim kim ile barışıyor veya kim kim ile kardeşleşiyor. Bu soruları sormak tüm ezilenlerin, horlananların ve ötekileştirilenlerin en doğal hakkıdır. Emeğimizi gasp edenler, gasp etmeye devam edecek ve biz emekçiler buna seyirci kalarak “barış” diyeceğiz. Ya da, onlar sömürülerini, baskılarını, hükümranlıklarını devam ettirecekler bütün bunlara rağmen “kardeş” olacağız öyle mi. Böyle bir teslimiyet insanlık tarihinde yok. İnsanlık tarihi, ezenlerle- ezilenlerin, sınıf mücadeleleri tarihidir. Biat etme, boyun eğme, ezenleri kutsama tarihi değildir.
Bu projenin taktik hedefi ulusal hareketken, asıl hedefini ise sınıf mücadeleleri oluşturmaktadır
Mevcut durumda “Terörsüz Türkiye” projesi, ulusal hareketin kendisini feshetme, silahsızlandırma üzerinde inşa ediyor gibi görünse de, gerçek bununla sınırlı değildir. Devrimci- demokratik ve sosyalist hareketler de projenin hedefi durumundadırlar. Çünkü, hakim sınıfların “terör” dedikleri haklı mücadeleler sadece ulusal mücadeleyle sınırlandırılmış mücadeleler değildir. Esas olarak da sınıf mücadeleleri hedeflenmektedir. Çünkü onlar da biliyorlar ki ulusal mücadele, kendilerini iktidarlarından edecek bir mücadeleden ziyade pazar mücadelesidir. Zaten ulusal hareketin, mevcut sistemi alaşağı etmek gibi bir politikasının olmadığı da bilinen bir durumdur. Hakim sınıflar için asıl tehlike onları iktidarlarından edecek olan sınıf mücadeleleridir. Doğal olarak bu projenin taktik hedefi ulusal hareketken, asıl hedefini ise sınıf mücadeleleri oluşturmaktadır.
Bir sonraki sayımızda bu sorunu derinlemesine inceleyeceğimiz için şimdilik Türkiye- Kuzey Kürdistan halkları açısından bu projenin yaratacağı sonuçlar üzerinde kısaca duracağız.
Ulusal Hareket bağlamında sorun irdelendiğinde hareketin kendisini feshetmesi ve silahsızlandırması Türkiye- Kuzey Kürdistan açısından kendi kendisini tasfiyeden başka bir anlam ifade etmemektedir. Ödenen onca bedellerin, yaratılan değerlerin karşılığının bu olmadığı açıktır. Emin olmamakla birlikte, bir takım demokratik kırıntılar veya haksız- hukuksuz zorla zindanlara doldurulan insanlar için verilen cezalara dönük infaz düzenlemeleri adına kendini feshetmek ve silahsızlandırmak kırk yıllık mücadelenin kazanımı olamaz. Kaldı ki bunların bile doğru dürüst uygulanacağının garantisi yokken. Hele de faşizmin hüküm sürdüğü ve faşist uygulamaların acımasızca yürütüldüğü bir süreçte, “demokratikleşme” talepleri, gerçek durumla uyuşmamaktadır. Kaldı ki mevcut Türk- İslam sentezli faşist iktidar demokratikleşmeye dair bir tek söz bile etmiyor. Tekrar edip durdukları tek şey, soyut bir “Terörsüz Türkiye” lafıdır. Bunun da ne anlama geldiğini açıklamaya çalıştık. Sisteme entegre olmuş ve silahsızlandırılmış bir yapılanma Kürt halkının ve Türkiye- K. Kürdistan halklarının çıkarına değil, esas olarak hakim sınıfların, emperyalistlerin ve biraz da Kürt hakim sınıflarının işine yarayacaktır. Genelde halkların, özelde devrimin yararına olmayan, tam aksine zararına olan bir durumu yok sayamaz, ona gözlerimizi kapatamayız. “Terörsüz Türkiye” yalanının ardında asker gibi sıralananların halka ve devrime karşı suç işlediklerini hiç çekinmeden söylemek durumundayız.
Yaşanacak bu türden gelişmeler, hiç kuşku yok ki sınıf mücadelesinin önünü tıkayacak, reformizmin, ekonomizmin ve parlamenterizmin daha yaygın bir biçimde rolünü oynama, tasfiyeciliğin yaygınlaştırılmasına hizmet edecek olan gelişmelerdir. Bunları görmemek için ya siyasi olarak kör olmak gerekir, ya da bilerek- isteyerek kendi sınıfına ihanet etmek demektir. Başka da bir açıklaması yok. Tam da bu noktada komünistlerin omuzlarına ağır bir yük ve tarihi sorumluluklar binmektedir. Kiminle nereye ve ne kadar yürüyeceklerini, bu süreci halkların lehine nasıl tersyüz edeceklerini iyi hesap etmek zorundadırlar. Kitlelere rağmen bir politika değil, çünkü bu, kitleleri reformistlerin hatta karşı devrimin saflarına iter. Kitlelerin talep ve ihtiyaçlarına uygun, kitlelerin de sahiplendiği ve güven duyduğu bir siyasal yönelim ve örgütlenmeyle bu süreç tersyüz edilebilir. Bu elbette genel bir bakış açısı, bunu somutlaştırmak, yani hangi araçların kullanılacağı, somut hangi taleplerin öne çıkartılacağı, ne türden ittifaklar ve eylem birlikleriyle yol alınacağı, komünistlerin güçlü – ilkeli ve disiplinli irade birliğinin merkeze konulduğu bir yol haritası gerekiyor. Bunlar olmadan hakim sınıfların ve hatta işçi sınıfı içindeki burjuvazinin ajanları konumundaki revizyonistlerin, demokrasi oyuncusu ahmakların oyunlarını bozmak, sınıf mücadelesini bir üst seviyeye taşımak olası değildir.
Özetle zor bir süreçtir geçilmekte olan. Ancak, bütün bu zorlukları halkların, devrimcilerin ve komünistlerin birliği ve mücadeleleriyle aşacağımızdan kuşku duymuyoruz.