İçinde bulunduğumuz süreci doğru anlayabilmek için, kapitalist- emperyalist sistemin yarattığı üretim ilişkilerini ve bu ilişkiler üzerinde şekillenen çelişkileri, hâkim sınıfların birbirleriyle olan çıkar çatışmalarını, sınıf mücadelelerini doğru anlamak gerekiyor. Ancak o zaman dün olduğu gibi, bugün de yaşanmakta olan bu barbarlığa bir anlam verebilir ve bunun önünü alabiliriz. Tıpkı hastalık teşhis edilmeden, tedavisinin mümkün olamayacağı gibi… Ateşler içinde kıvranan hasta yatağındaki emperyalizmi tedavi etmek değildir amacımız. Tam aksine yaşam fişini çekmek, kolektif üretim ilişkileri üzerinden yaşamı yeniden inşa etmektir.
Kapitalist- emperyalist sistemi bütün ayrıntılarıyla, gelişim evreleriyle irdelemek değil, süreci anlamamıza yardımcı olacak olan özünü okurla paylaşmanın yeterli olacağı kanısındayız. İnsanlık tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir tespiti hiç kuşku yok ki doğru ve yerinde bir tespittir. Toplumlar tarihi de bunun en açık kanıtını sunmaktadır bizlere. Bu makalenin konusu toplumlar tarihini irdelemek değil elbette. Çok büyük sınıf mücadelelerine sahne olan ve feodal toplumun bağrında yeşererek toplumlar tarihi sahnesinde yerini alan kapitalist- emperyalist toplumun önemli ve asıl özelliklerini hatırlatıp, içinde bulunduğumuz süreci anlamaya / anlatmaya çalışmaktır amacımız.
Kapalı ekonomi ilişkilerine dayalı feodal toplumu adım adım parçalayarak, sahneye çıkan kapitalist toplum, toplumsal gelişmeler tarihinde önemli bir ilerlemeyi temsil ettiği tartışmasız bir gerçektir. Bu, hem köylülüğün işçi sınıfına dönüşerek, köylülüğe nazaran bir dizi demokratik, sosyal ve siyasal haklar kazanımı açısından böyledir hem üretimin yoğunlaşması ve toplumsallaşması bakımından böyledir. Üretimin yoğunlaşıp toplumsallaşması, işçi sınıfının örgütlenmesini ve giderek kendisi için bir sınıf olma olanağını yaratmıştır. Kapitalizmin ilk evrelerinde, burjuvazi sadece toplumsal ilerlemede değil, aynı zamanda toplumun değişip dönüşmesinde ilerici bir rol de oynamıştır.
Kapitalizmin ilk evresi yani serbest rekabetçi döneminde, her sanayi dalında büyük işletmeler, fabrikalar henüz yoktu. Zamanla işletmelerin, ya birbirlerini yutarak, ama esas olarak da birleşerek hem üretim kapasitesi bakımından hem de sermaye bakımından büyüdüklerini görürüz. Büyüdükçe ulusal pazarları aşarak, uluslararası pazarların paylaşımına giriştiklerine tarih tanıklık yapmıştır. O dönemki paylaşım biçimi, savaşlardan ziyade, barışçıl yol ve yöntemlerle gerçekleşmiştir. Elektrik, petrol, demir çelik vs. vb. sanayi kollarındaki paylaşımların böyle gerçekleştiğinin örneklerini Lenin’de bolca görürüz.
Kapitalist üretim ilişkileri eşit koşullarda olmayan rekabet ilişkileri üzerine kurulduğu, toplumsal gelişmenin bir başka önemli olgusunu anlatır bize. Bundan ötürüdür ki, “serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasına yol açtığını, bunun ise, belirli bir gelişme aşamasında tekelciliğe götürdüğünü” yıllar önce Marks açıklamış ve Lenin emperyalizm tahliliyle sorunu bütün detaylarıyla gözler önüne sermişti. Serbest rekabetin doruğa ulaştığı yıllar 1860- 1880 yıllarıdır. Özellikle bu dönemden sonra kartellerin ekonomide büyük roller oynadıklarının altı çizilmelidir. Mülkiyetin azınlık bir sınıfın elinde toplanması, rekabetin eşit olmayan koşullarda yapılması, sömürge politikaları vb. nedenler kapitalizmin yapısal krizlerinin nedenleri arasındadır. Bu yüzden de sistem sık sık ekonomik ve siyasal krizlerle yüzleşmek durumuyla karşı karşıya kalmış, kalmaya da devam etmektedir. Ancak kriz çözme yol ve yöntemleri kapitalizmin ilk dönemlerindeki gibi barışçıl değil, kanlı paylaşım savaşlarıyla mümkün olabilmektedir. Emperyalizm var olduğu sürece bu “çözüm”lerin geçici çözümler olduğunu akıldan çıkartmamak gerekiyor. Nihayetinde tarih buna defalarca tanıklık da etmiştir.
Serbest rekabetçi dönemin meta ihracı politikalarının yerini, sermaye ihracının esas olarak alması, ulusal kartellerin, tröstlerin ve tekellerin yerini uluslararası tekellerin alması, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesi gibi gelişmeler, serbest rekabetçi dönemin kapanıp, kapitalizmin bir üst aşaması olan emperyalist dönemin başlaması demektir. Bu, burjuvazinin ilerici yönünün sonlanması ve gerici barbar yanının esas hale gelmesi anlamını da taşır. Yani artık burjuva demokratik devrimler dönemi de kapanmış, bu görev proletarya önderliğindeki ezilen halkların, sosyalist devrimin omuzlarına binmiştir.
Bu kısa giriş bölümünü kapatmadan önce tekellerin oluşum ve gelişim evrenlerini de paylaşmakta fayda var. Lenin Emperyalizm kitabında konuya ilişkin şunları aktarıyor:
“Böylece tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860- 1880 yılları, tekeller, ancak fark edilir embriyon halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900- 1903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştan başa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşüyor.” (Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, s. 28)
Peki kartellerin üstlendiği rol nedir?
Buna da kısa bir vurgu yapmak gerekir. “Karteller, satış, ödeme vb. durumları üzerinde anlaşıyorlar. Pazarları bölüşüyorlar. Fiyatlar olduğu gibi, imal edilecek ürünlerin miktarını da saptıyorlar. Karları çeşitli işletmeler arasında bölüştürüyorlar, vb.”
Sonuç olarak, ekonomik özüyle, emperyalizmin, tekelci kapitalizm olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Çünkü, tekeller, serbest rekabetin yarattığı üretim ilişkileri üzerinden doğup gelişmişlerdir. Bu yüzden, tamamen serbest rekabetten doğan tekel, kapitalist sistemin daha yüksek bir toplumsal ekonomik evresini ifade eder. En kısa özetiyle, tekel, daha yüksek bir gelişim aşamasına ulaşmış üretimin yoğunlaşmasından doğmuştur. Aynı zamanda tekeller, sömürgecilik siyasetinin de bir sonucudur. Ulusal pazarların dışındaki pazarların hammadde kaynaklarına erişim, buralara yapılacak sermaye ihracı için vb. tekeller arası çıkar savaşımı emperyalizmin belirli özelliklerindendir. Yani, dünya halklarına yaşatılan bütün bu barbarlıklar, niyetten bağımsız yaşanılması kaçınılmaz olan toplumsal gelişmelerin, mülkiyet ilişkilerinin sonucudur.
Her ne kadar insan iradesinin bunun dışında tutulmaması gerekse de tarihsel akışın önüne hiçbir iradenin geçemeyeceğinin altını çizmek gerekir. Eğer belirleyici olan irade olsaydı, köleci topluma saplanıp kalırdı insanlık. Ya da “kapitalist toplumun ötesi yok” diyenlerle, aynı tasa kaşık sallamak durumunda olurduk. Kısacası, tarihsel ve toplumsal ilerleme kendi diyalektik mecrasında akıp gitmeye devam ederken, insan iradesi bu akışa kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yön verme, şekil verme, hızlandırma veya yavaşlatma gibi önemli roller üslenir. Bu da, tarihsel ve toplumsal ilerleyiş içinde önemli bir yer tutan sınıf mücadeleleri tarihidir dersek yanılmış olmayız. Şu an bizleri yakinen ilgilendiren yan da burasıdır. Yani sınıf mücadeleleri, emperyalist tekeller arası pazar dalaşları ve bunun dünya halkları açısından yarattığı sonuçlardır. Yazımızın başlığında da belirttiğimiz gibi hem bizi hem de dünya halklarını yakından ilgilendiren Orta Doğu meselesini bir kez daha irdelemeye çalışacağız. Ki daha bu köprünün altında çok sular geçecek ve biz bu meseleye ilişkin çok kalem oynatacağız.
Emperyalistlerin yarattığı orta doğu cehenneminde neler oluyor?
En ufak bir abartı yok. Cehennem zebanilerinin Orta Doğu halklarına yıllardır yaşattıkları deyim yerinde ise tam bir cehennem ortamıdır. Bu coğrafyanın zengin yeraltı- yerüstü zenginlik kaynaklarını talan etmek, Siyonist İsrail’in “güvenliği” ve daha geniş topraklara erişimi için yıllardır eşi benzeri neredeyse görülmemiş katliamların altına imza atıyorlar. Orta Doğu halkları, açlık, yoksulluk, kan ve göz yaşı ile terbiye edilmeye çalışılıyor. Genişletilmiş Orta Doğu, Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projesi, adına ne denirse densin amaç hep aynıdır. Orta Doğu’da sınırların yeniden çizilmesi, pazarların yeniden paylaşılması, emperyalistlerin vazgeçemediği ve vazgeçmek niyetinde olmadıkları Orta Doğu jandarması İsrail’in korunup kollanmasına hizmet eden politikalardır. Emperyalistler bu politikalarına yerel işbirlikçilerini dahil ederek, bunlar aracılığıyla Orta Doğu halklarını zulüm kıskacında yaşamaya mahkûm etmişlerdi. Zulümüm olduğu yerde isyan meşrudur.
17 Aralık 2010 tarihinde meşru olan isyan Tunus’ta başladı. Tunus’un zorba lideri Zeynel Abidin Bin Ali, başlayan geniş kitle eylemlerini bastırmak için, orduya saldırı emri vermesine rağmen, ordu emri yerine getirmeyi reddetti. Ülkenin dört bir yanında geniş kitle hareketlerinin yükselerek devam etmesi sonucu, 14 Ocak 2011’de diktatör Suudi Arabistan’a kaçtı. Tunus’ta baş gösteren bu hareket, Orta Doğu’daki diğer ülkelerde de halk hareketlerinin gelişmesinin tetikleyicisi olmuştu. Bu süreç, “Arap Baharı” olarak toplumsal mücadeleler tarihindeki yerini almıştı. Tunus’taki halk hareketinden birkaç hafta sonra, Cezayir’den Bahreyn’e kadar uzanan Orta Doğu coğrafyasında kitlesel halk hareketleri başlamış veya başlatılmış, ortalık kan gölüne dönmüştü. Mısır’da 30 yıl boyunca iktidarda olan Hüsnü Mübarek iktidarı ve yine Yemen’de 22 yıllık Ali Abdullah Salih diktatörlüğü devrilmişti. 1969’dan itibaren iktidarda olan Muammer Kaddafi rejimi, emperyalist batının ve hatta faşist Türk devletinin silahlı güçlerinin müdahalesiyle yerle bir edildi ve Kaddafi linç edilerek öldürüldü. Suriye ve Yemen’de kitlelerin protesto eylemleri kanlı iç savaşlara dönüştü ve on binlerce insan katledildi. Birçok şehir merkezi yerle bir edildi, milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu.
Halk hareketleri, faşist, monarşist iktidarlara karşı elbette ki meşru hareketlerdi. Ancak bu hareketler hiçbir yerde halkın çıkarlarını esas alan bir siyasal önderlik üretemedi. Proleter önderlikten yoksun bu hareketler, Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler, Suriye ve Irak’ta cihatçı selefi gibi siyasal İslamcı örgütlerin ağına düştü. Libya’da olduğu gibi başka ülkelerde ise, aşiretler, farklı inanç gurupları, farklı ulusal kimliklere mensup guruplar arasındaki kavgaya dönüştürüldü. Ve hala da devam ediyor bu kavgalar.
BOP kapsamında hedeflenen politikalar aslında adım adım hayat hakkı buluyordu. Orta Doğu’da içinden çıkılmaz bir istikrarsızlığın yaratılması, halklar tarafından teşhir olmuş veya emperyalistlerin işine yaramayan iktidarların devrilmesi, ülkelerin bölünerek küçük küçük devletçiklerin, özerk bölgelerin, federatif yönetimlerin oluşturulması; yani, “böl parçala yönet” politikalarının hayata geçirilmesi vb. Bunun sonucu olarak da Orta Doğu coğrafyası savaşların bitmek tükenmek bilmediği, halklar üzerinde acımasız bir şiddetin, baskının hüküm sürdüğü, emperyalist pazar paylaşımlarının sonlandırılamadığı bir coğrafya olma özelliğini hala koruyor. En kötüsü de bütün bu olup bitenlere rağmen, halka önderlik edebilecek, emperyalist barbarları ve onların yerli uşaklarını bu coğrafyadan söküp atacak, proleter bir önderlik boşluğunun hala mevcudiyetini koruyor olmasıdır. Bütün bu meseleler, oldukça geniş, derinlikli analizler gerektiren meselelerdir. Biz şimdilik sadece makale olanağının verdiği imkanlar çerçevesinde kısa değinilerle yetinmek durumundayız. Şimdi biraz da güncel olan Suriye’deki gelişmelere yönümüzü dönelim.
Suriye ve Suriye gerçekliğine dair
Suriye’de yaşananları anlayabilmek için, sadece emperyalistlerin saldırgan, sömürgeci politikalarını ve bu politikalar doğrultusundaki pratik adımlarını bilmek yetmiyor. Bununla birlikte, Suriye’nin devlet politikalarını, siyasal rejim şekillenişini, içerdeki toplumsal ve sınıfsal çelişkilerini vs. de bilmek gerekir. Bu nedenle Baasçılığı biraz irdelemek, ideolojik ve siyasal yapısını, yönelimini anlamakta yarar var.
1963’ten bu yana Suriye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısını şekillendiren Baas Partisi, Heyet Tahrir eş- Şam cihatçı guruplarının Halep’i işgali ile başlattıkları ve çok kısa bir süre zarfında, 8 Aralık 2024 tarihinde Şam’a girmeleriyle, Suriye’de ki Baasçılık dönemi tarihe mi karışmış oldu? Mevcut objektif durum bunu gösteriyor olsa da bu hamurun daha çok su kaldıracağını da gözden ırak tutmamak gerekiyor.
Baas (diriliş) Partisi, yaklaşık 80 yıl önce 7 Nisan 1947 yılında Mişel Eflak, Selahaddin el- Bitar ve Zeki el- Arsuz öncülüğünde Şam’da kurulmuş oldu. Partinin tam adı, Arap Sosyalist Diriliş (BAAS) Partisi olarak kamuoyuna duyuruldu. Adı “Sosyalist Diriliş” de olsa, aslında kendi parti manifestosunda, sınıf çatışmaları veya sınıflar arası mücadeleleri gerçeğini benimsemiyor, karşı çıkıyordu. Esas olarak Arap birliği ve “özgür”lüğü için mücadeleyi hedefine koyuyordu. “Arap Milliyetçisi” denmesinin nedeni buradan geliyor. Çünkü sınıfa göre değil, Arap ulusal milliyetçiliğine göre şekilleniyordu. 1952’de Ekrem Havrani önderliğindeki Arap Sosyalist Partisi’yle birleşti ve ilk seçimlerde ikinci parti durumuna gelindi. Bu birleşmeden sonra Baas Partisi’nin temel ideolojisi üç önemli temel sütun üzerine kuruldu.
Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve sekülerizm
Öncelikle Arap dünyasının birleştirilmesi partinin esas hedefiydi. Bundan ötürüdür ki, 1958’de Mısır ile birleşilerek Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulduysa da fazla uzun sürmedi 1961’de sona erdi.
Baas içinde asıl ideolojik dönüşüm 1960’larda başladı. 1963 darbesinden sonra, Neo- Baasçılık olarak adlandırılan yeni bir akım ortaya çıktı. Bu akım daha çok “Marksist” ekonomik fikirleri benimseyen, anti- dinci söylemlerle kendisini ifadelendiriyordu. Arap birliği anlayışını ve çabalarını ise geri plana itti. Bu Darbeyi düzenleyen gizli komite beş kişiden oluşuyordu. Muhammed Ümran, Salah Cedid, Hafız Esad, Ahmed el- Mir ve Kerim el- Cundi. 1966’da ise ikinci bir darbe gerçekleştirildi, geleneksel liderler (Eflak ve Bitar) tasfiye edildi, Salah Cedid önderliğindeki “radikal sol” iktidara getirildi. Bu dönemde, büyük işletmeler, bankalar ve geniş tarım arazileri millileştirildi. Bu pratik uygulamalar, Suriye Baasçıları ile, Nasır gibi Arap milliyetçisi önderliklerini karşı karşıya getirdi.
Kendilerini bir ölçüde “sosyalist” olarak gören Baasçılar, aslında Arap milliyetçiliği ve birtakım reformların ötesine geçemediler. Çünkü sınıf partisi olmaktan uzak bir ideolojik ve siyasi perspektife sahiptiler. 1970’de Hafız Esad’ın başını çektiği darbeye “Onarım Hareketi” denildi. Bu darbeden sonra ordunun parti üzerindeki kontrolü giderek daha da arttı. Esad ailesi etrafında bir kişilik kültü oluşturulmaya ve “Esadizm” diye bir ideoloji şekillenmeye başladı. Dönemin Rus Sosyal Emperyalistleriyle daha sıkı fıkı ilişkiler kuruldu. Baas Partisi ve rejiminin bütün ayrıntılarını anlatmak bu makaleye sığdırılacak bir konu değildir. Ama güncelliğinden hareketle özellikle rejimin Kürtlere ilişkin politikalarına değinmeden geçmek olmaz. Baas Partisi, Kürt dilini okullarda ve kamu kurumlarında yasakladı ve Kürtlere yönelik ayrımcılık Beşar Esad döneminde artarak devam etti. Devlet politikası resmi olarak Kürt kültürünü bastırdı; 300 binden fazla Suriye Kürdü kimliksiz ve vatansız hale getirildi. Kürtlerin iç savaştan önce devlet baskısına karşı tepkisi 2004’de ki Kamışlo ayaklanmasıyla doruğa ulaştı. Ayaklanma şiddetle bastırıldı. Kamışlo katliamından sonra Kürt faaliyetlerine yönelik kısıtlamalar daha da arttı. Esad rejimi, “fitne çıkartmak” veya “ulusal duyguları zayıflatmak” suçlamasıyla tüm Kürt kültürel buluşmalarını ve siyasi aktivitelerini fiilen yasakladı.
Bütün bu gelişmeler, Suriye içindeki farklı inançların, milliyet ve milletlerin, ezen ile ezilenlerin arasındaki çelişkilerin yoğunlaşarak sürdüğünün ve bu çelişkileri kendi çıkarları doğrultusunda iyi kaşıyan emperyalistlere olanaklar sunduğunu göstermektedir. Zaten gelinen nokta da bunun açık kanıtıdır. Sosyalist bir siyasetle çözümlenmeyen çelişkiler elbette ki antagonist çelişkiler zinciri olarak devam edip gidecek ve belli bir azınlığın çıkarları doğrultusunda şekillenecektir. Her ne kadar kendilerine “devrimci- komünist” diyen bir kısım örgütlerin tersine, olanlar ve yaşananlar tam da yukarıda özetlemeye çalıştığımız somut gerçekliğin ta kendisidir. Yani, sınıf mücadelesini kabul etmeyen, elit bir kesimin çıkarlarına göre şekillenen, devleti buna göre yapılandıran darbeci subaylardan daha fazlasını beklemek, sınıf mücadelesini anlamamakla eş anlamlıdır.
Suriye’deki son gelişmelere ilişkin gazetemizde farklı başlıklar altında makaleler yayınladı/yayınlanacak, biz bu yazıda kısaca Suriye’nin panoramasını ortaya koymuş olduk. Tekrara düşmemek adına bu makaleyi bu biçimiyle noktalamak durumundayız. Ancak Orta Doğu sorununun daha derinlikli analizlere ihtiyacının olduğunun da farkındayız. Emperyalistlerin barbarlıkları, yerli işbirlikçilerinin halk düşmanlıkları ve ihanetleri, Orta Doğu halklarına yaşatılan cehennem azapları, halkların birbirlerine düşman kılınması, dün “terörist” denilenlerin bugün iktidara taşınması vb. vs. meseleleri ve bunlara karşı halkların özgürlüğü ve gerçek kurtuluşu için proleter önderliğin zayıflığı ve hatta olmayışının giderilip oluşturulması komünistlerin önünde acil bir görev olarak durmaktadır. Bu olmadıkça ne emperyalistlerin talan, yağma ve barbarlıkları son bulur; ne de halkların kurtuluşu ve özgürlüğü mümkündür.