Bugün somut olarak Suriye coğrafyasında, Heyet Tahrir el-Şam cihatçı gücün Şam’ı ele geçirmesiyle ve Esad’ın ülkeyi terk etmesiyle sonuçlanan gelişmeler, 1990 Körfez savaşı ile start alan, “Yeni Dünya Düzeni” doktrini yeni bir güncellemeyle devam ediyor diyebiliriz. ABD’nin, (esasta Rusya ve Çin’in başını çektiği emperyalist bloka karşı) emperyalist hegemonya stratejileri olarak devreye koyduğu “Büyük Orta Doğu Projesi”, “Arap Baharı”, “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi” vb. süreçlerin geldiği yeni aşamayı ifade ediyor. Emperyalist güçlerin geçmiş bölge stratejileri gibi, Suriye özgülünde gündeme gelen bu yeni aşama, sadece Suriye’yi derin bir kaosa sürüklememekte, Ortadoğu başta olmak üzere, emperyalist hegemonya çatışmalarının açık sahaları haline gelmiş tüm coğrafyaları yeni bir kaosa sürüklemektedir.
Kod adı Ebu Muhammed Colani olan, sözde ABD başta olmak üzere, AB emperyalistleri ve bölgesel gerici devletlerin “hukukunda” “terör” listesinin kırmızı kategorisinde “aranan” Ahmed Hüseyin eş-Şara liderliğindeki HTŞ ve çatısında birleştirilen cihatçı güçler, direnişle karşılaşmadan Şam’a girmeleri, aslında bu güçlerin askeri hareket tarzının yarattığı kaos değil, ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun bölgesel kaos stratejisine göre bu güçlerin harekete geçirilmesidir. ABD’nin başını çektiği ve çatışmalardan beslenen Suriye’deki “yeni” kaotik süreç, Irak, İran, Türkiye, Filistin, Ürdün, Lübnan başta olmak üzere, bölgesel ve uluslararası etkilerinin olacağını öngörmek, yeni bir durum tespiti değil, uzun süredir bölgedeki emperyalist hegemonyanın genel stratejisinin ifadesidir. Esad rejiminin Suriye coğrafyasından çekilmesinin ardından (ki bu çekilmenin siyasal, ekonomik, askeri olarak birçok nedeni vardır ve esasta çekilme, Rusya ve ABD arasında yürütülen müzakereler sonucu ulaşılan mutabakat kapsamında gerçekleşmiştir) Suriye’nin yapılandırılması için planlanan “geçici hükümet” ve bu “hükümetin” izleyeceği yol haritası konusunda, ABD- AB emperyalist bloğu öncülüğünde, bölgesel devletlerin ve yerel güçlerin arasında ciddi diplomatik ilişkilerin sürdürülmesi, yaşanan ve yaşanacak kaotik durumu özetlemektedir.
Akabe görüşmeleri, sadece Suriye’nin değil, askeri-politik-iktisadi olarak bölgenin paylaşım dalaşında gerici güçlerin yeni konseptte ilk temasıdır!
Bir yandan “tarafsızmış” algısı yaratarak, Esad rejiminin Suriye’ de son bulmasını, bir “halk devrimi” olarak uluslararası kamuoyuna sunan ABD, diğer yandan Şam’ı bir karşı koyuş yaşamadan ele geçiren HTŞ ’yi, cihatçı niteliği “demokrasi” ile terbiye olmuş bir güç olarak sunmaktadır. Durum bir yandan böyle tarif edilirken, diğer yandan Suriye’de “barış ve demokrasiye” yürüyüş naralarıyla harekete geçirilen her askeri gücün arkasındaki aktörler, Ürdün’ün Akabe kentinde bir araya gelip, Suriye üzerinden Ortadoğu coğrafyasını “yeniden” kurtlar sofrasına sundular. ABD Dışişleri Bakanı Blinken, “TC” Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suudi Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği Arap ülkeleri, AB emperyalistleri ve Birleşmiş Milletler temsilcilerinin katıldığı toplantıda, Suriye üzerinden emperyalist bölgesel dizayn süreci ele alındı.
Rusya ve İran bu toplantıda yoktu. Çünkü Suriye üzerinde yapılan son hamle, ABD’nin hamlesiydi. Bu hamle karşısında, esasta Ukrayna’daki savaş sürecinden dolayı karşı hamle gerçekleştiremeyen Rusya, önemli bir inisiyatif kaybetmiştir. Burada hemen şunu belirtelim. Bugün Rusya’nın ABD hamlesi karşısında geri çekilen bir pozisyon alması, gelişecek süreçte askeri-siyasal-ekonomik kapsamlarda bazı hamleler geliştirmeyeceği anlamına gelmez. Emperyalist blokların hegemonya çatışmalarında gelişmelere göre karşılıklı didişmeleri bir sonuç ise, Rusya’ da bu sürece dair bir hazırlık içine girecektir. Buna paralel olarak İran’da yaşanan sıcak sürecin kaybedenidir. Ve ABD gerçekleştirdiği hamlenin kazanımlarını, bölgede daha kalıcı hale getirmek istemektedir. Suriye’nin yeniden yapılandırılması stratejisi ile ABD, ABD-AB emperyalist ve bölge gericilikleri arasında ekonomik, siyasal ve askeri planlamalar bunun sonucudur. Akabe görüşmeleri ile paylaşılmak üzere, kurtlar sofrasına yatırılan Suriye, genel bölgesel strateji açısından bir ön adımdır.
Her şeyden önce, Esad rejiminin düşmesi, Ortadoğu’da, ABD’ye daha geniş bir hareket sahası açmıştır. Ki ABD-AB emperyalist bloğu ile Rusya-Çin bloğu arasında süren çatışmalar denkleminde, ABD bu avantajlı durumu uzun süreli planlamalar dahilinde sağlamıştır. Rusya’yı NATO gücü ile desteklediği Ukrayna savaşıyla yıpratan ABD-AB emperyalist kutbu, sahada İran’ı ise İsrail’in Filistin ve Lübnan işgalleri ile yıpratmıştır. Özellikle İsrail eliyle HAMAS ve Lübnan Hizbullah’ına yönelik nokta operasyonlar, önderlik kademesinden önemli simaların öldürülmesi ve bunu besleyen kitlesel katliamlar, ABD’nin İsrail üzerinden İran’ı bölgede geriletme stratejisi olarak gerçekleştiriliyordu.
İsrail’i çevreleyen ülkelerde, Rusya ve İran’ın askeri faaliyetlerini sınırlamayı hedefleyen ABD, ikili bir askeri strateji devreye koymaktaydı/ koymaktadır. ABD’nin bölge politikasında, askeri ve siyasal ana güç olarak konumlanan İsrail’e karşı pozisyon alan askeri güçleri zayıflatmak-geriletmek ve İsrail’i çevreleyen bölgelere doğru işgali yayarak “koruma tampon” bölgeler oluşturmak stratejinin birinci ayağı iken, sahada genişleteceği askeri-siyasal hegemonyasına paralel olarak yanına çektiği güçleri, bölge politikasında yeni “aktörler” haline getirmek bu stratejinin ikinci ayağıdır. Bu planını, İsrail başta olmak üzere, çeşitli politik manevralarla yanına çektiği bölgesel devletler (“TC” gibi) üzerinden açıktan icra ederken, Körfez savaşından bu yana, bölgesel güç “dengelerine” göre, dönem dönem savaş gücü olarak harekete geçirdiği, dönem dönem “çatıştığı”, bazı tarihsel koşullarda “ölü savaş hücreleri” olarak gizlediği güçler üzerinden kontra yöntemlerle icra etmiştir.
Birçok cihatçı gücün HTŞ çatısı altında örgütlenmesi ve Suriye denkleminde “gizli güç” gibi güncel çatışmaların dışında korunması ve ihtiyaç hasıl olduğunda aniden büyük bir askeri güçle harekete geçirilmesi, bu tespitimizi doğrulayan örnektir. Özetle ABD, uzun süreli planlamalar akabinde Esad rejiminin sonlanmasını sağlayan siyasal konjonktüre paralel olarak, kendi bölge politikasına avantajlı bir pozisyon yaratmıştır. Ve Esad rejiminin son bulması, Ortadoğu’da, Rusya-İran merkezli, ABD-İsrail karşıtı askeri-politik güç ekseninde önemli bir kırılma yaratmıştır.
Arap Temas Grubu’nun genişletilmiş dış ilişkiler bakanları toplantısıyla, ABD, Suriye’den başlayıp Ortadoğu’yu nasıl dizayn edeceğini somut olarak “muhataplarının” önüne koymuştur. Akabe görüşmelerinin amacının bu olması, masada tam bir uzlaşının çıktığı anlamına gelmemelidir. Ki sonuç bildirgesi, uzlaşıdan çok, çelişkiler yumağı şeklinde bir durumu yansıtmaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı karar vurgusu, planlanan siyasal sürecin muhtevasıdır. Ki hatırlanacağı gibi BM’nin bu kararı oy birliğiyle alınmasına karşın, Rusya’nın da içinde yer aldığı Cenevre görüşmelerinde bir sonuç yaratamamıştı. Suriye’de siyasi “çözüm” ve ateşkes çağrısı, Suriye’de bulunan askeri-siyasal aktörlerin derin çelişkileri ortamında altı boş bir karar olarak tarihe geçmiştir. Akabe görüşmelerinde de siyasal geçiş için askeri operasyonların durdurulması masada olsa da Suriye’de pastadan pay kapmaya çalışan güçler, askeri işgal hareketlerine devam etmektedirler.
İsrail’in Şam’a doğru işgali genişletmesi, “TC”nin örgütlediği, cihatçı güçler başta olmak üzere fiili “TC” ordu mensuplarının içinde yer aldığı “Suriye Milli Ordusu”, Minbic’ten Kobane’ye doğru işgali genişletmek için askeri işgal operasyonlarına devam etmektedir. Bütün bunlardan hareketle Akabe görüşmelerinin mahiyeti şudur: ABD bölgenin kendi stratejisine göre dizayn etmek için Suriye’de yakaladığı avantajın sahasını genişletmek istiyor. Bunun için ilk adım, Suriye’de ABD’nin bölge stratejisine “dinamik” olacak güçlere bir statü kazandırmaktır. Irk, mezhep veya din ayrımı yapılmaksızın, tüm bileşenlerin haklarına vurgu bundan kaynaklıdır. Suriye devlet kurumlarının korunması, toprak bütünlüğü ve birliği vurgusu, yaşanacak olan kaosu sadece gizleme amaçlıdır. Esas amaç ABD-AB emperyalist bloğunun bölge üzerindeki iktisadi-siyasal-askeri çıkarlarının planlanmasıdır. Suriye’de bu planın ana aktörü olarak HTŞ tayin edilmiştir. Akabe görüşmelerinde HTŞ liderliğinde geçici hükümet planı, HTŞ’nin meşrutiyeti açısından bir adımdır ve ABD bunu da sağlamış oldu.
Akabe görüşmelerinde İsrail’in olmaması, ABD’nin politik bir manevrası olarak okunmalıdır. Filistin ve Lübnan işgali ile bölgede savaş aktörü olarak konumlanan İsrail’in, siyasal bir geçiş projesinde yeri tartışmalı olacaktır. Bölgedeki tepkileri “terbiye” etme ve Akabe’yi daha inandırıcı kılmak meselenin bir yanı iken, masada ABD’nin güvencesi ile çıkarları garanti altında olan İsrail, askeri saldırganlığa devam ederek, sahada kazanılan mevzilerin baskılanması ile ABD’nin elini güçlendiren bir rol üstlenmiştir. Yani sahada durumu güvence altına alma ve akabinde müzakerelerde istediği sonucu elde etmek, ABD’nin “diplomatik” ilişkilerindeki tarzını ifade etmektedir.
ABD, Suriye’deki son süreçle, bölge stratejisi açısından bazı avantajlar elde etmiştir derken, saha dikensizdir demiyoruz. Suriye’de uzun yıllardır kirli aktörler üzerinden süren dalaş, ABD açısından cihatçı güçlerin eliyle ciddi bir avantaja dönüştü. Bunun Suriye halkları için anlamı şudur: Esad döneminde sürmekte olan yıkım-katliam, Heyet Tahrir el Şam ile birlikte yeniden biçimlendirme savaşı olarak sürecek ve çatışma yine sürecin ana yönü olacaktır. Tek fark şu: Dün Rusya’nın çıkarlarına göre hareket eden Esad’ın yerine, bugün ABD’nin emrine amade HTŞ ve bölgesel “ittifaklar” almıştır. Şimdi ABD, GOP kapsamındaki stratejik hedeflerine sadık bir Suriye ve daha da ilerisi bir bölge hedefliyor. Somut politik gelişmeler, ABD’ye bu olanakları sunarken, bölgenin ve emperyalist blokların çatışmalı hali, nasıl bir politik “dengeye” evrilir konusu tartışmalıdır. ABD bunu çok net farkında olduğu için, nüfuz sahasını genişletmeye paralel olarak, yanına çektiği güçlerle süreci şekillendirmek istiyor.
Bunun bir adımı HTŞ ile İsrail’i ortak kulvarda konumlandırmak. Ama bu bir soruyu ortadan kaldırmıyor. Esad rejiminin son bulması, İran’ın bölgede var olan dayanaklarının geriletilmesi, Hizbullah ve Hamas’ın hareket sahasının daraltılması bir avantaj iken, HTŞ içindeki farklı cihatçı güç varlığı ve her gücün kendi pozisyonuna göre şekillenen çıkarı, kimin daha hâkim olacağı çatışmasını mayalamaktadır. ABD, İsrail Siyonizmini baskın güç haline getirmek istiyor. Golan Tepeleri’nden Hermon Dağı’na oradan Şam kıyılarına kadar genişleyen İsrail işgali, Suriye’ de önemli askeri üs ve teknik donanımın bombalanması, sadece İsrail’ in çevre ülkelerde “korunmasını” yaratma amaçlı değil, aynı zamanda HTŞ ile güç “dengelemesi” amaçlıdır. Lakin ABD emperyalist haydut, “güç dengelemesi” stratejisi ile birçok güçle organik bağ içindedir ve her gücü bir başka gücü “kontrol” altına almayı amaçlamaktadır. Arap ülkeleri, “TC”, Irak gibi bölgesel devletler başta olmak üzere, Kürtler, Dürziler, bölgedeki Aleviler, Hristiyan gruplar vb. Suriye’ de önemli nüfuz alanı olan güçlerle kurduğu tüm dolaylı ya da dolaysız ilişkiler, özünde “bir güçle başka bir gücü dengeleme” stratejisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkinci olarak: Emperyalist hegemonya krizinin yarattığı vekâlet savaşının yıkım-katliam- vahşet “taburlarında” yer almış birçok gücün, çıkarları ekseninde bu paylaşımdan pay alma hedefleri vardır ve ABD bu pay alma hedeflerini, kendi bölge stratejisine göre koordine etmek istemektedir. Ama bu teorik planın pratik siyaset sahasındaki karşılığı, uyumu değil, çatışmayı öncellemektedir. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Lübnan’da Hizbullah başta olmak üzere, radikal İslam selefiliği, Birleşmiş Arap Emirlikleri’nde, Ürdün’de, aynı İslamcı damar, Irak‘ta İŞİD, El Kaide, El Nusra gibi güçler, Yemen’ de Husiler, Suriye’de Durziler (ki Dürzilerin önemli bir kesimi HTŞ yönetimini tanımayacaklarını açıkladılar) Aleviler, (her inanç, azınlık ve ulusal kimliğe barış elini uzatacağız diyen HTŞ, Aleviler başta olmak üzere farklı inançlara karşı katliamlara girişti), sürecin bölgede büyüttüğü emperyalizm-özelde ABD- karşıtlığından beslenerek ciddi güç olma durumundadırlar ve böyle bir konjonktürde, bu güçleri ABD kendi çıkarlarına göre ortak paydada buluşturamayacaktır.
Rusya ve İran’ın bu güçlerle kuracağı ilişkilenme de hesaba katıldığında, sorun daha karmaşık hale gelmektedir. “Bir güçle başka bir gücü dengeleme” stratejisinin kırılma noktası da budur. Çünkü bir genellemenin ötesinde, somut durumda “denge” göreceli, “dengesizlik” belirleyicidir. “Dengelenmek” için kullanılan her gücün güç kaybetmesi, dengeleyen rolündeki her gücün gelişme-büyüme koşulu vardır. Bunun sahada da bir karşılığı olacaktır. Ve her değişen güç dengesi, yeni siyasal hesaplar demektir, bunun anlamı da yeni çatışmalardır.
Üçüncü olarak: Birinci adımda elde ettiği sonuç ekseninde, ikinci başlıktaki çelişkili duruma hâkim olmak, ABD-İsrail ve mevcut konjonktürde “müttefik” güç olarak yanına aldığı güçler açısından, sorunların bittiği anlamına gelmemektedir. HTŞ üzerinden elde edilen konjonktürel sonuç, “Geçici Hükümet” dönemi, nasıl bir süreci öreceği tartışmalıdır. Şöyle ki: HTŞ, Şam’ı, güçlü bir iç muhalefet desteği ve askeri güçlerle ele geçirmedi, emperyalist blok aktörleri arasında yapılan bazı pazarlıklar sonucu direk ABD’nin desteği ile aldı. Bu şundan önemlidir. HTŞ Suriye’deki toplumsal dinamiğin iradesi olmadığı gibi, toplumsal farklılıkların da iradesi değildir. Cihatçı çizginin temsilcisidir, siyasal hedefleri ve politik çizgisi, tekçi- kafa kesici selefiliktir. İran’ın Şia Hilali oluşturmadaki başarısızlığı, Rusya’nın Ukrayna savaşında askeri olarak zayıflaması, baskıcı Esad Baas rejiminin ekonomik-askeri-nüfuz anlamındaki iflası, ABD-İngiltere-Almanya-İsrail gibi baş emperyalist ve bölgesel aktörlerin hesapları, yine bu güçlerin desteği ile HTŞ’nin Şam’ı ele geçirmesinin koşullarını yarattı. Bu durum aynı zamanda Suriye’de siyasi ve askeri olarak yeni bir haritanın çizilmesini gündeme getirdi. ABD, bölge stratejisine alan açacak şekilde, bir yönetim modeli rolü HTŞ’ye yüklemektedir. Ama HTŞ ve iç bileşenleri, bu politik çizgi ile çatışma durumu taşımaktadır. Yani “yeniden İnşa” edilmek adına, haydutların sofrasına yatırılan Suriye, HTŞ çatısı altında “Geçici Hükümet” ile izlenecek yol haritasının somut güçleri bu konuda ne diyor?
“Sekülerlik” ve “liberal-demokrasi” naralarını “devrimin” yol haritası olarak deklere eden ABD’nin (İngiltere, İsrail, “TC” gibi savaş aktörlerinin çığırtkanlığıyla birlikte) aksine, “Geçici Hükümetin Adalet Bakanı Şadi El Weysi, Şeriat yasalarını işaret etti ve İran modeli “ahlak polisi” teşkilatını kuracağını söyledi. Bu bölgedeki farklı etnik ve dini gruplara yönelik baskı politikası olduğu gibi, kadınlara ve diğer toplumsal sosyal kesimlere karşı zulüm beyanıdır. Bu anlayışın saldırı dalgası, toplumsal kutuplaşmaları derinleştiren zeminde çatışma ikliminin sürekliliği anlamına gelir. Emperyalist hegemonyanın kaostan beslendiği gerçeğinde, bu bir yanı ile bölgedeki gerici aktörlere alan açarken, emperyalist siyasetin hangi güçler üzerinden icra edileceği konusunda bir belirsizliktir ve çıkmazdır.
Bu derin çelişmeyi besleyen başka unsurlar, var olan kaosu derinleştiren niteliktedir. HTŞ homojen değil, içinde “TC” gibi bölgesel gericiliklerin ayaklarının olduğu, IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi güçlerle bir bileşendir. HTŞ’nin parçalı yapısı, “TC” gibi her gücün kendi çıkarları için bu yapı içindeki bağlantılarını harekete geçirme politikası, İsrail ve “TC” başta olmak üzere birçok aktörü çatışma denklemine çekmektedir. Savaş süreciyle birlikte Suriye’nin parçalı yapısı, Rojava başta olmak üzere, ulusal ve dini kimlikle oluşan özerk bölgeler gerçeğinde, merkezi bir hükümet denetiminde “toprak birliği sağlanmış Suriye” projesi, emperyalist laboratuvarda “demokratik bir birliği” değil, emperyalist çıkarlara göre çatışma ve savaşı yaratır.
Bu manada, bugün HTŞ cüppesiyle atılan “istikrar”, “kalıcı barış”, “huzur” naraları, yıkım-savaş ve çatışmaların tarifidir. Söz konusu unsurlar yan yana getirildiğinde, Suriye’de, emperyalist siyasetin mantığı içinde dönemsel- göreceli bir durulma olsa da savaş ve çatışma hali esas yönü tayin etmektedir. Ve ABD başta olmak üzere, emperyalist aktörler, çatışmaların taraflarını “uzlaştırma” üzerine oluşturdukları siyaset, kendi bölge siyaseti için güç “dengelemesinden” kaynaklıdır. Yoksa askeri-siyasal-ekonomik çıkarlar temelinde icra edilen süreç, çelişki ve çatışma halinden beslenmektedir.
Kürtlerin bölgedeki konumu, inkâr ve imhaya dayalı “TC” siyaseti ve Kürtler açısından stratejik riskler!
Suriye ve bölge gerçekliğinde, çelişki ve çatışma hali, emperyalist ve gerici bölgesel güçlerin üzerinden politika belirlediği kaos ortamı, sadece yukarıda izah etmeye çalıştığımız kaotik durumla sınırlı değildir. ABD projesi ile Suriye’nin “yapılandırılmasında”, bir başka temel çelişki, ABD ile “TC” arasında gündeme gelmektedir. Esad rejiminin son bulması, Suriye ve bölgede denetimi altına aldığı silahlı cihatçı güçlerin organize edilmesi, İsrail’in bölgedeki konumunun genişletilmesi, İran’ın Şia Hilali projesinin boşa düşürülmesi vb. gibi konularda ABD ile uyum içinde olan “TC”, Kürt ulusal mücadelesi ve bölgede var olan Kürt ulusunun demokratik hakları konusunda çatışma halindedir.
Bu denklemden şöyle bir sonuç çıkarmak, ABD’nin emperyalist emellerine “demokratik” bir muhteva biçmek olacaktır. ABD, Kürt ulusunun, ulusal haklarına saygı duyduğu için bu politikayı gütmüyor. Mevcut çelişkiler ortamında, ABD’nin SDG-YPG özgülünde Kürtlerin yanında durması (fakat bir yandan da “TC”nin suikast saldırılarına, yeraltı-yer üstü zenginlik kaynaklarını tahrip etmesine ve işgallerine “kontrollü” yol vererek onu zayıflatması gerçeğini de atlamadan), HTŞ ile Rojava iradesini, “TC” ile Kürtleri bir çatışma ortamından uzak tutmaya çalışması, tamamıyla bölgesel çıkarlarıyla alakalı bir durumdur. Esas rakip gücü (Rusya-Çin-İran) geriletme olanağı yarattığı bir koşulda, dolaylı ya da dolaysız kendi politikasına ortak ettiği ya da kendi politikasına direnç gösteren bir güç olmaktan çıkardığı bölgesel aktörlerin birbirleri ile çatışma hali, ABD’nin hegemonya hedefini zaafa uğratacaktır. Bir diğer boyutta şudur. Suriye ve bölge sahasında, iktisadi-siyasal-askeri olarak, bölgesel gelişmelere paralel üzerinden yürüyeceği, esasta kendi politikasına direnç göstermeyen ya da konjonktürel olarak yan yana yürüyebileceği güçleri, ulusal-etnik-dini “dinamikleri” korumak istemektedir. Hangi gücün hangi tarihsel süreçte tasfiye edileceği, ya da geliştirileceği meselesi, tamamıyla gelişmelerle alakalıdır.
Bundan nedenle, ABD bölgede birçok güçle yakın temas kurmakta, dizayn sürecinde tüm bu güçlerin tasfiye olmasını, sürecine denk bulmamaktadır. Bazı güçleri dizayn sürecinin bir parçası haline getirmese dahi, bir güç olarak kalmasını sağlayacak konjonktür oluşturmak istemektedir. Bir diğer boyut ise, yukarıda izah ettiğimiz gibi, “bir güçle, başka bir gücü dengeleme” stratejisidir ki, bu strateji “TC”-ABD arasında, Kürtler konusunda daha keskin politikalarla sürmektedir.
ABD ve “TC” denkleminde bu keskin politikaların “uyumlu” ve çatışmalı düzlemi bulunmaktadır. SDG-YPG’nin “yeni düzene” ortak edilmemesi konusunda ABD cepheden bir direnç göstermeyecektir. Ama bu Kürtlerin Suriye’deki statüsü konusunda bugünkü aşamada aynı düzlemde olduğu anlamına gelmemelidir. “TC” Kürtlerin tasfiye edilmesi ekseninde politika oluşturmaktadır. Akabe görüşmelerinin hemen ardından, “TC” Dışişleri Bakanı ve MİT Başkanı’nın, HTŞ ile görüşmeleri, ekonomik- siyasal desteklerini sunarak Rojava’nın tasfiyesi ve silahsızlandırılmasına dönük ortak beyanların ortaya konulması, Kürtleri “TC” siyasetine göre kuşatma hamlesi olarak okunmalıdır. Yani Şam’daki HTŞ yönetiminin yol alması için gerekli olan “TC”, ABD- İsrail “uyumu” ihtiyacı “TC”ye pazarlık gücü vermekte ve “TC” bu pazarlık çıtasını ilk elden SDG-PYD’nin tasfiyesi düzeyinde tutmaktadır. Fakat ABD, en azından mevcut pozisyonda, Kürtlerin statüsünün belirli düzleme çekilerek “korunmasından” yanadır.
Çekilmeye çalışılacak statünün düzlemi ve niteliği konusunda bir ortak payda söz konusudur. “TC” Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, ABD’li mevkidaşı Blinken ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklama bunu teyit etmektedir. Rusya, Esad, İran’ın irtifa kaybetmesinin ardından YPG’nin üzerinden yol aldığı zeminin çöktüğünü ve HTŞ’nin atacağı adımlarla artık bu zeminin oluşamayacağını açıklayan Fidan, YPG’nin tasfiye planını da aşamalı olarak ortaya koydu. “Birinci aşamada bir an önce YPG içerisinde bulunan ve Suriyeli olmayan uluslararası terörist savaşçı statüsünde olan unsurların, Türkiye, İran, Irak ve Avrupa’dan gelen PKK kadrolarının bugün itibariyle ülkeyi terk etmeleri gerekiyor. İkinci aşamada YPG’nin bütün komuta kademesinin Suriyeli olanlar da dahil olmak üzere ülkeyi terk etmesi gerekiyor. (Üçüncü aşamada) PKK’li olmayan kadroların yeni yönetimle bir anlayış birliği içerisinde silahlarını bırakarak, normal hayatlarına dönerek, bütünleşerek artık milli, eşitlikçi, bütüncül, Suriye içerisinde hayatlarına devam etmeleri gerekiyor.”
Yani YPG’nin askeri-politik dinamik niteliğinin geriye çekilmesi, devrimci ittifaklar siyaseti ile ortaklaştığı güçlerin dağıtılması ve “uysal” hale getirilmesi, ABD ile oluşturulan ortak siyasettir. Ama bu mevcut “dengenin” ortak paydası ABD, Suriye’de kendi bölge çıkarlarına göre süreci şekillendirdikten sonra, Fırat’ın doğusuna ihtiyaç duymayabilir. Bu da Kürtleri fillere ezdirme siyasetini gündeme getirecektir. Ya da bugün çıkarları için gerekli gördüğü Fırat’ın doğusundaki Kürt statüsüne, Şam’daki “kurucu” aktörler için de İsrail-Amerikan çıkarları açısından faydalı görebilir. Buda Fırat’ın Doğusundaki Kürt statüsünün genişletilmesi anlamına gelecektir. Çünkü ABD tarafından Kürtler, “Eş başkanlık” rolü verildiğinde bu rolü abartan “TC”nin cihatçı güçlerin frenlenmesi, İsrail-ABD yayılmacılığının genişletilmesi denklemine sokulmaktadır. ABD bölge stratejisi bağlamında, bu Kürtler açısından birinci stratejik tehlikedir. Çünkü bu durumda, Kürtlerin bölgedeki statüsünün niteliği, ulusal demokratik zeminde dahi ilerici muhtevasını yitirmesine neden olacaktır.
Bir yandan “TC” ile iş birliği, diğer yandan Fırat’ın doğu yakasını, kendi tayin ettiği içerikle koruma ihtiyacı, ABD ile “TC” ilişkilerinde kırılgan bir fay hattı oluşturmaktadır/oluşturacaktır. Bu doğrultuda ABD, “TC” ile iş birliğini bozmadan ve askeri güç kullanmaksızın, bir yol haritası belirliyor. “TC”nin, Suriye Milli Ordusu” çeteleri kanalıyla sürdürdüğü işgal ve çatışmaları durdurmak, Minbic özgülünde “ateşkes” görüşmelerinin yapılması, belirli tarihsel aralıklarda bunun sağlanması adımları bu mahiyetteydi. Diğer yandan ABD, en azından Suriye’yi “yapılandırma” sürecine kadar SDG’deki bileşenleri korumak istiyor. Fransa ve İngiltere’nin de içine girdiği “Kürt Birliği” çağrısı bu öncelikten kaynaklı. PYD çizgisi ile ENKS’yi (Barzani çizgisi) ortaklaştırarak, tayin ettiği siyasal çizgiyi, HTŞ ile müzakere sürecine dahil edilmek isteniyor. Burada PYD’nin direnci ile Barzani’nin “TC” hassasiyeti kırılma hattını ifade ediyor. “TC” iktidarının “Rojava statüsü yok olsun” hedefi ile ABD’nin, ilerici damardan arındırılmış bir “Kürt Birliği” ne kadar yan yana durur, tartışmaya muhtaçtır.
“TC” Askeri işgalle sadece Kürt statüsünü hedef almıyor, aynı zamanda bölgesel denklemlerde elini güçlendirmek istiyor!
Suriye “yeni” sürecinde “TC”nin askeri-siyasal-ekonomik politikası iki stratejik ayak üzerinden şekilleniyor. Birinci ve en temel ayak, Kürt ulusunun bölgede oluşan demokratik statüsünün, inkâr ve imha siyaseti ile tasfiye edilmesi, Rojava statüsünün sürecin dışına atılması. İkinci ayak ise, siyasal nüfuz ve ekonomik anlamda pastadan pay kapmaya çalışması. Bunun için elindeki tüm kartları oynamaktadır. “TC”nin emperyalist siyasete rağmen bölgede hiçbir şey yapamayacağı anlayışı, “TC”nin bu meselede pazarlıksız olduğu, siyasetine hiçbir koşulda alan açamayacağı anlamına gelmez. Ki pratik saha bunun yığınlarca örneğine şahittir.
HTŞ’nin Şam’a ilerleyişini fırsat bilen “TC”, hem HTŞ içindeki “müttefiklerini”, hem de kendi askeri personeli ve teknik olanağı ile oluşturduğu SMO çeteleri aracılığıyla, işgali Minbic’ e kadar genişleterek Kobane’yi kuşatmaya almıştır. ABD’nin müdahalesi ile sınırlı gün aralıklarında sağlanan “ateşkese” karşın, “TC”nin Tişrin Barajı ve Qerekozak Köprüsü’ne yönelik saldırıları, aslında “kırmızı çizgilerinde” pazarlık gücünü arttırmaya yöneliktir. Çünkü “TC” de, diğer kirli aktörler gibi, “diplomatik” masadaki pazarlık gücünün, sahadaki karşılıktan beslendiğini bilmektedir. Bu anlamıyla “TC”, “Geçici Hükümet” sürecinde bu saldırganlığına devam edecektir ve kendi üniter devlet yapısına stratejik tehlike olarak gördüğü Rojava Kürt iradesini tasfiye etmek için tüm kozlarını kullanacaktır. Ki Şam yolunda Kürtlerle çatışmayacağını söyleyen Colani’nin, son “TC” görüşmeleri ardından ağız değiştirerek, “PKK başka, Kürtler başka” diyerek, Kürt özerk yönetimini tanımayacaklarını, Filistinli güçler dahil, birçok örgütlü gücün silahsızlandırılarak merkezi otoriteye bağlanacaklarını açıklamıştır.
Yani “TC” askeri işgal ve operasyonlarla, bir yandan Rojava’yı kuşatmaya çalışırken, bir yandan Kürtlerin içinde kendisine dayanak olacak damarı harekete geçiriyor ve HTŞ ile müzakerelerini bura üzerinden sürdürerek, ABD karşısında pazarlık gücünü arttırmak istiyor. Ki ENKS’nin (Suriye Kürt Ulusal Meclisi) tutumu, Erdoğan’ın durumdan vazife çıkaran anlayışını güçlendiriyor. ENKS, “TC” tarafından kontrol edilen “Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu” içinde yer almaktadır. Yukarıda izah ettiğimiz amaç doğrultusunda, ABD ve Fransa öncülüğünde ENKS ve PYD’nin ana güç olduğu “Ulusal Birlik Partileri” arasında süren görüşmelerde, ENKS, “PKK kadroları Rojava’dan çekilmelidir” diyerek “TC”nin talebini ortaya koymuştur. Çünkü Barzani, “TC”- SMO saldırılarıyla SDG-PYD’yi geriletme, buradan kendi inisiyatifine alan açma pragmatizmiyle siyaset belirlemektedir ve bu minvalde “TC” ile “uyuşmaktadır”.
Yani, bölgesel gelişmelerde üniter devlet yapısını koruma doktrini ile Suriye’de, bölgede olası gelişmelerden haberdar olan “TC”, Kürt ulusal mücadelesini tasfiye etmenin birinci ayağını Bahçeli ağzından “Öcalan çağrısı” ile başlatırken, somut bölgesel gelişmeler denkleminde, Kürt ulusunun tüm ulusal demokratik kazanımlarını bölgesel denklemde tasfiye etmek için, işgal hareketleri geliştirmekte, diplomatik ilişkilerde pazarlık çıtasını bura üzerinden oluşturmaktadır. Bu “TC” açısından bir hamle mi, yoksa stratejik olarak bir batak mı?..
Bölgesel gelişmeler ve emperyalist hegemonya çatışmaları göz önüne alındığında, bu süreç “TC” için yeni bir batağı ifade ediyor. İlk olarak; Suriye’deki rolü itibariyle Anadolu Ajansı (AA) Haber Akademisi Müdürü Alptekin Cihangir İşbilir, “TC”nin becerisi öve öve bitirilemezken ve “TC”ye methiyeler dizilirken Suriye’de kurulan yeni denklemde yer alan HTŞ (ve bileşenleri olan cihadist çeteler), SMO ve bileşeni onlarca cihadist yerel ayakların çatışmasız birliği hayal edilmektedir. Oysa tecrübeler ortadadır, kurulan bu denklem daha büyük kaos ve çatışmalara davetiye anlamına gelmektedir. Ve bu çatışmalı durumun Kaddafi sonrası hayali kurulan Libya’dan daha iyi olabileceği düşünülmemelidir. Ve beklenenin tersine böylesi bir sonucun faturası Suriye’de “güzel iş” çıkaran “TC”ye çıkarılacağı muhakkaktır. İkinci olarak, statükolar değişiyor, sınırlar farklılaşıyor ve yeni statüler oluşuyor. Bu statülerin ilerici-devrimci muhtevası ayrı bir tartışma, ama söz konusu gelişmeler, “TC” gibi üniter devlet statükosunu tehdit ediyor. Bunu farkında olan “TC”, iç ve dış politikada saldırgan tutumlarla, ana risk olarak gördüğü Kürt mücadelesini, kazanımlarını hedef alıyor…
Kısaca Kürt ulusunun ilerici kazanımları açısından stratejik riskler!
ABD başta olmak üzere, emperyalist ve bölgesel gerici aktörlerin çatışma ve çelişkilerden beslenen çıkarları ve etnik-dini-mezhepsel çeşitlilik damarının geniş olduğu Suriye gerçekliğinde kaptanlık rolü verilen Cihatçı- kafa kesici bir anlayışın diktatör niteliği, Kürt ulusunun bölgedeki demokratik statüsünü kuşatmış durumdadır. Böyle bir siyasi-askeri atmosferde, süreci lehine çevirmeye çalışan bazı manevralar üzerinden sonuçlar çıkarmak, çok yerinde değerlendirmeler olmayabilir. Güncel politik-askeri manevralardan öte, stratejik boyutu ile bazı risklere parmak basmak, daha geniş bir değerlendirme konusu olan bu başlık nazarında, komünistlerin yaklaşımını ilk elden ortaya koyma babında önemlidir.
Gerek ABD’nin Kürt statüsüne biçtiği rol ve Kürt statüsünü çekmeye çalıştığı siyasal ideolojik çizgi ve gerekse de “TC” askeri işgal operasyonları ile yaratmak istediği sonuç, son kertede farklı araçlarla bir sonucu hedeflemektedir. Devrimci, ilerici bir ulusal mücadeleyi tasfiye etmek, Kürt statüsü tümden tasfiye edilmese bile kabul edilebilir bir düzeye ve ilişki ağına çekmek… Kürtlerin mevcut özerk savunma gücünü yeni denklem doğrultusunda hazırlanan planlara havale etmek, yani Şam için planlanan doğrultuya çekmek. Ve Kürt hareketini Devrimci ittifaklar siyasetinden kopararak bu ittifakları dağıtmak… Ki, Kürt kazanımlarının koruyucusu olan SDG’yi (özcesi YPG-YPJ) özerk savunma gücünü ABD’nin planlarına havale etmeleri durumunda (ve de devrimci ittifakların temel taşlarından antiemperyalist duruştan tavizler vermeleri, devrimci-ilerici dünya halklarıyla enternasyonal ilişkileri ötelemeleri) bu tasfiye kaçınılmaz olacaktır.
Bu tasfiye karşısında Kürt statüsünün garantörü, Kürt hareketinin örgütlü direniş gücü, ilerici-devrimci-sosyalist güçlerle ve dünya ilerici-devrimci hareketiyle ve dünya halklarıyla olan enternasyonal ilişkisidir. Elbette, bölgede emperyalist devletler ve bölge gerici devletlerin kendi aralarındaki çatışma ve çelişkilerinden yararlanma ve bu devletlerle kurduğu diploması siyasetinin de etkisi olmaktadır. Fakat esas olanın ve Kürt kazanımlarına-statüsüne uzanan yolda en etkili faktör Kürt’ün kendi özerk savunma gücüdür. Buna kurduğu devrimci ittifaklar ve dünya halklarının enternasyonal dayanışması da eklenmelidir. Kürtler bu faktörlerle kazanımlar ve statü elde etmede büyük bir yol kat ettiği gibi, emperyalizmin konjonktürel olarak bölge denkleminde göz ardı edemeyecekleri ve diplomatik vb. ilişkiler geliştirebileceği bir güç olmuştur.
Komünistler “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkını” kayıtsız şartsız tanırlar. Ama bunun güncel politikadaki uyarlanışı somuttur, doğru yanlış ikileminde ele alınmalıdır. Tanıma ve destekleme farklı iki olgudur. Ulusların boğazlanması, sömürge ya da bağımlı statüler, emperyalist dünyanın icraatlarıdır. Ve bir ulusal hareketin mücadelesi, somut sömürgeci-ilhakçı güce karşı gelişirken, anti-emperyalist muhtevası son derece önemlidir. Ve Kürt ulusu, Suriye’de ve bölgedeki bu emperyalist kuşatmadan çıkış yolu olarak bu temel değerlerinden uzaklaşması riski günceldir. Bugün bu riskle çok daha fazla karşı karşıyadır. Somut durumda, bölgesel denklemde ABD ile kurulan ilişki, ABD’nin emperyalist yayılmacılığı ve İsrail Siyonizmine bir “sempatiye” dönüşmesi, anti-emperyalist damarın kırılmasını ifade eder. Gazetemizin daha önceki sayılarında, “Kürt Ulusal Hareketinin Siyonist İsrail Saldırganlığı ya da Güncel Filistin Davası Karşısındaki Tavrı” başlıklı yazıda bu riski önemli oranda ortaya koymuştuk. Yani statü “olarak” tasfiye olmamak için, temel ilkelerden uzaklaşmak, ya da zamana yayılan biçimde parça parça ilkeleri kemiren tavizler vermek uzun vadeli emperyalizmin siyasal sürecine dahil olmayı beraberinde getirir. Buda tasfiyenin bir başka ayağıdır.
Kürt statüsü açısından bugün Suriye’de ABD-AB ile Rusya-İran çıkar karşıtlığından doğan çelişkilerin sunduğu bir hareket serbestisinin olmadığı ortadadır. Rojava gelinen aşamada Esad’ın yerine geçen HTŞ-SMO, “TC”, KDP ve Irak tarafından kuşatılmış durumdadır. Ve bu kuşatma gün geçtikçe daha da daraltılacak, tasfiye edilmese dahi istenilen “makul” düzeye çekilmeye çalışılacaktır. Ve ilkelerden uzaklaşmanın zemini baskısını gittikçe arttıracaktır.
Faşist diktatör Esad yönetiminden hem duygusal hem de siyasal olarak uzaklaşmış olan Suriye halklarının, Suriye’de hiçbir karşılığı olmayan cihadist IŞİD-El-Kaide bozması HTŞ-SMO ile de ne bir duygusal bağı ne de siyasal bir bağı vardır. HTŞ ve çetelerin Şam’a gelişi Suriye’nin mazlum halklarının talebi olmadığı gibi, halkların desteğiyle de olmamıştır. ABD ve AB’nin planları doğrultusunda “TC” refakatinde İdlib’de hazırlanarak “bir gece ansızın” Şam’a taşınmıştır. HTŞ ve SMO denen cihadist çetelerin Suriye halkları içinde bir karşılığı olmadığından, emperyalistler ve bölge gerici iktidarları ve gerici medya organları hep bir ağızdan canhıraş bir şekilde HTŞ liderine “güzellemeler” yapmakta ve “devrimin liderini” Suriye halkı nezdinde meşrulaştırmaya-halklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu gerçek, Suriye’nin nasıl bir politik-siyasal atmosfere sahip olduğunu gösterir.
Emperyalizm ve “TC” destekli IŞİD kuşatması karşısında Kobane Direnişi ile Kürt statüsü elde edilirken can bedeli yürütülen mücadele-direniş ve bu direnişin hem bölge hem de dünya halkları nezdinde topladığı enternasyonal destek hafızalardaki yerini tüm canlılığıyla korumaktadır. Mazlum halkların bu yürekli ayaklanışı haklıydı ve haklı olarak ta devrimci hareketlerin dünya halklarının haklı desteğini aldı. Bugün de aynı şekilde Rojava halkları, elde ettiği kazanımlara göz diken gerici kuşatma karşısında, emperyalizm ve gerici bölge iktidarlarının desteklediği HTŞ-SMO cihadist çetelerinin başlarına musallat olduğu Suriye halklarıyla birleşerek tüm gerici planlara karşı birleşik mücadele ve direniş bayrağını örgütlemelidir.
ABD’nin, emperyalist emellerine göre Kürtleri bölgede “birleştirme” çizgisini, anti-emperyalist-anti işgalci duruşla aşarak, Kürt ulusu ve ilerici devrimci-demokratik güçlerle birleşmek, Suriye halklarını kuşatan bu politik-siyasal atmosfere işaret ederek Suriye halklarına kendi kaderlerine sahip çıkmalarını söylemek görevdir. Bu mücadelede Arap ve Kürtler dahil ezilen etnik ve inançsal tüm toplumsal kesimlerin birleşik mücadelesi emperyalist ve gerici kuşatmaya karşı verilecek en nitelikli cevaptır.
Suriye halklarının devrime, devrimci öncülere olan ihtiyacı dünden daha yakıcıdır. İçine sürüklendikleri belirsizlikler boğucu karanlıklarla doludur. Süreç çatışmalıdır ve denkleme hangi güçlerin hangi nitelikte dahil olacağı “belirsizdir.” Ama emperyalist dalgaya karşı, anti-emperyalist bir blok örgütlemek, ciddi bedeller isteyecek kadar zor olsa da tarihsel ilerleyişin doğru perspektifidir.