Kapitalist işleyişin kaçınılmaz ürünü olan krizler, günümüz dünyasını çok yönlü etkisi altına almış durumda. Öyle ki bir dönem sermayenin imdadına yetişmiş olan neo-liberalizm bugün artık sermayenin ihtiyaçlarını karşılayamayacak vaziyette. Azami kâr dürtüsüyle hareket eden kapitalizmin, varlığını korudukça bağrında taşıdığı temel çelişki ve bu temel çelişkiye bağlı gelişen sayısız çelişkiyle krizler üretmeye devam edeceği bir gerçektir.

Emperyalist dünyayı etkisi altına almış ekonomik kriz, emperyalizme göbekten bağlı Türkiye- Kuzey Kürdistan özgülünde daha da şiddetli bir biçimde yaşanmaktadır. AKP-MHP iktidarının uyguladığı ekonomi politikalarının etkisiyle ekonomik ve siyasi kriz her geçen gün derinleşmektedir. Derinleşen ekonomik krizin tüm yükünün emekçi yığınların sırtına yüklenmesi sonucu, emekçiler için yaşam tüm yönleriyle çekilmez bir hal almış durumdadır. Kriz koşulları tekelci sermayenin kat be kat zenginleşmesini sağlarken, işçi sınıfı ve emekçi halk ise giderek yoksullaşıp, sefalete sürüklenmektedir. Emekçiler bir kuruşun dahi hesabını yapar halde, açlık sınırında yaşam mücadelesi vermektedir.

Kadınlar üzerindeki baskı, şiddet ve sömürü yoğunlaşmaktadır

Yaşanan ekonomik bunalımın en ağır sonuçlarını kapitalizmin tüm tarihsel süreçlerinde olduğu gibi yine kadınlar yaşıyorlar. Açlık sınırı altındaki ücretlerle ev ekonomisini idare etmeye çalışan ama yüksek enflasyon nedeniyle en temel gıdalara dahi ulaşamayan kadınlar, çoğunlukla,  bir de en yakınındaki erkeğin ekonomik ve fiziksel şiddetiyle karşı karşıya kalıyorlar. İstihdama katılımı ev ekonomisine katkı göründüğü ve esas görevinin evle tanımlanması sonucu kriz koşullarında ilk işsiz kalanlar yine kadınlar oluyorlar. Eğer işini yitirmemiş çalışmaya devam ediyorsa en kötü koşullarda, esnek ve güvencesiz biçimde ucuz iş gücü olarak iki kat daha fazla sömürüye uğruyorlar. Sendikal örgütlenme hakkından en az kadın işçi ve emekçiler faydalanıyor, sadece beş kadından biri kayıtlı ve tam zamanlı istihdam ediliyor. Kriz ve sefalet koşullarının en ağırını ise kuşkusuz ki kadın mülteciler yaşıyorlar. Kaçak işlerde kayıtsız olarak çalışan kadın mülteciler hiçbir hakka sahip olmamakla birlikte, yükselen ırkçı dalganın da hedefinde kalıyorlar.

Kadın düşmanı AKP-MHP faşist iktidarının toplumu kendi ideolojik dokusu çerçevesinde şekillendirme hedefi ve sermayenin çıkarları dürtüsünden hareket etmesi sonucu kadınlar üzerindeki baskı, şiddet ve sömürü yoğunlaşıyor. Bir taraftan sermayenin ihtiyaçlarını esas alarak kadın emek gücünün daha fazla sömürülmesinin önünü açarken, diğer taraftan erkek egemen karakteri gereği erkeğe ve aileye bağımlı itaatkâr kadınlarla dolu bir dünya düşlüyor, bunun gerçekleşmesi için elinden geleni ardına koymuyor.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden dolayı kadınların öncellikli ve ‘kutsal’ görevi aile üyelerinin bakımını üstlenmek olarak görülüyor, kadın bu görevin dışına, kamusal alana çıktığında da kolayca vazgeçile bilinir olmakla birlikte, emeği değersizleşerek, ucuz işgücü olarak istihdam ediliyor.

Kadınlara düşen sermaye düzenine ve erkek egemen sisteme karşı mücadeledir!

Kısacası evdeki kölelik durumu evin eşiğinden sonrada farklı biçimler altında sürüyor. Cinsiyetçi iş bölümü her alanda kadınları ikincil pozisyonda konumlandırıyor. Kriz dönemlerinde ise kadınların uğradığı bu ayrımcılık katlanarak büyüyor. Tüm bunların ve daha fazlasının sonucunda toplumdaki yoksullaşmanın yanında kadınlar yoksulluğun en ağırını yaşayanlar oluyorlar. Kadın işçi ve emekçilerin erkek egemen kapitalist sistemle çelişkileri giderek daha da keskinleşiyor, mücadele kaçınılmazlaşıyor.

İktidarın uyguladığı ‘kemer sıkma’ politikaları nedeniyle işçi ve emekçileri daha da zor günler bekliyor. Açıklanan ekonomi programlarıyla krizin faturasını emekçi ve ezilenlerin sırtına daha fazla yükleyeceğini beyan eden iktidar, sermayenin çıkarlarını korumakta ısrarlı olacağını da ilan etmiş oluyor. Bu durum kadınların karşıya karşıya kaldıkları şiddet ve katliamların, emek ve beden sömürüsünün, yoksulluğun, sefaletin derinleşeceğini işaret ediyor. Bununla birlikte emekçi kadınların en önde saf tuttuğu işçi ve emekçi direnişlerinin sürecin gelişen mücadele dinamiği olacağı açıklık kazanıyor.

Yoksulluğa, krize, sömürüye karşı mücadelede kadınlara, erkek egemenliğine ve sermaye düzenine karşı mücadeleyi bir arada büyütmek dışında bir seçenek kalmıyor. İç içe geçen bu çifte kölelik zincirinden kurtuluş, en başta bu köleliğin maddi temeli olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasını şart koşuyor. Mücadelenin esasını kapitalist sisteme ve onun koruyucusu olan devlete yöneltmeden yoksulluktan, sömürüden, baskı ve katliamlardan kurtuluş mümkün görünmüyor. Ama bu kadınların eril şiddete ve baskıya karşı mücadelesinin yarına ertelenmesi anlamına da gelmiyor.

Erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadelede, işçi- emekçi kadınların özneleşmesi ve öncüleşmesi gerçekleşmeden bu sistemin tasfiyesi mümkün değildir. Bu aynı zamanda cins mücadelesinin sınıf mücadelesinden koparılamayacağı, kadınların kurtuluşunun sınıfın kurtuluşundan bağımsız olamayacağı gerçeğini de beraberinde getirmektedir, bu durum bir tercih meselesi değil tam aksine tarihin ve toplumun nesnel yasasıdır.

Önceki İçerikCHP, “Normalleşme” Aldatmasıyla İktidarın Vagonuna Katran Taşıyan Vagon Olarak Eklendi
Sonraki İçerikSürecin Devrimci Tarzda Toparlanmasında Ufuk ve Yöntem Üzerine