Bir cadı kazanı olarak Ortadoğu

Devrimci-komünist örgütlerin zayıflığı ve olmayışı, emperyalistlerin işini kolaylaştırmaktadır. Ancak bu hep böyle gidecek değil. Her koşul kendi içinde devrimci dinamikler taşır. Bu dinamikleri doğru ele alacak ve bunun üzerinden yürüyecek güçleri de bağrında besler. Bu bağlamda yaşadığımız tarihsel süreç var olan devrimci güçlere önemli görevler biçtiği ve fırsatlar tanıdığı gibi, Maoist komünistlere çok daha büyük sorumluluklar yüklemektedir. Sorumlulukların farkında olmak yetmez, kan deryasına döndürülmüş bölgemiz ve ülkemizde, ‘72 cüretiyle kuşanıp yol almak aslolandır. Çünkü aslolan yapmaktır!  

HABER MERKEZİ (29.07.2016) – Gazetemizin 126’ncı sayısında yer alan “Bir cadı kazanı olarak Ortadoğu” yazısını, okuyucularımızla bir kez de internet sitemizden paylaşıyoruz.

Ortadoğu’nun sahip olduğu enerji kaynakları, cadı kazanının bu bölgede kaynamasında başat rolü oynamaktadır. Bölgenin iç içe geçmiş ve/fakat aynı zamanda çözülmemiş ulusal ve etnik sorunlarıyla din ve mezhep çatışmaları da, buna gerekli olan zemini fazlasıyla sunmaktadır. Bu zemin, bölge halklarının kendi tercihi olmadı hiçbir zaman. Bölgenin zenginlik kaynaklarını elde etmek için birbirleriyle dalaşan egemenlerin kışkırtmaları, bu dalaşta güçler dengesine bağlı olarak çizilen yapay sınırlar ve bu sınırlar içinde tercih ettikleri uşak iktidarların tercihi oldu. 1916’da İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında yapılan ve daha sonra Rus Çarlığının da dâhil olduğu Sykes-Picot Anlaşması’nın ömrü kısa sürünce, 1923 Lozan Antlaşması’yla bölgenin sınırları çizildi. Bu sınırların çizilmesindeki esas amaç Ortadoğu pazarı ve zenginliklerinin Fransız ve İngiliz emperyalistleri arasındaki paylaşımının netleştirilmesiydi.

Emperyalistlerce çizilmiş olan bu sınırlar kısa bir dönem istikrar sağladıysa da, sonraki yıllarda bölge ülkelerinde gelişen kapitalizme paralel olarak gelişen uluslaşma ve bunun sonucu olarak daha çok dinsel/mezhepsel motiflere bürünerek ortaya çıkan ulusal bağımsızlık savaşlarıyla istikrarsızlığın merkezi oldu. Özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ABD emperyalistlerinin ve 1965 sonrası ise Rus modern revizyonizminin bölgeye dâhil olmasıyla istikrarsızlık süreklileşen bir hal aldı. Sözünü ettiğimiz istikrarsızlık, sadece dinsel/mezhepsel ve ulusal savaşlarla sınırlı kalmadı. Çizilen yapay sınırlar içinde kurulan devletlerin kendi aralarındaki savaşlara da yol açtı. BM kararıyla 1948’de kurulan İsrail devleti, bu savaşların daha farklı boyutlara taşınmasına vesile oldu.

Irak’ın işgaliyle birlikte, bölgede yeni bir süreç başlatıldı. Başını ABD emperyalizminin çektiği bu süreç, petrol ve enerji yataklarının yeniden paylaşılması ve egemen olanların saf dışı bırakılmasını amaçlamaktadır. Bunun için başlayan dalaş, IŞİD gibi vahşi bir örgütü ortaya çıkardı. İlk başlarda kendilerini pek rahatsız etmediği için ve hatta yeri geldiğinde kendilerine boyun eğmeyenlere karşı kullanacağının hesabındaydılar. Bu yüzden yayılmalarını engellemediler. Suriye’ye yayılmaları işlerine geliyordu. Çünkü Esad diktatörünün gücünü kırıyordu. Bu nedenle ABD ve Avrupalı emperyalistler için uygun bir savaş enstrümanıydı. Fakat bu vahşet örgütü büyüyüp serpildikçe kendilerine de zarar vermeye başladı. Kendilerine biat etmediği gibi, Musul gibi petrol yatağı bölgeleri işgal etmeye başladı. Bu da emperyalistlerin oynamak istedikleri oyuna uymuyordu. Kobanê saldırısı ve bu saldırıya karşı ortaya konulan kahramanca direniş, dünya halklarının ilgi odağı olmaya başlayınca, ABD ve yedeğindeki emperyalistler tavır değiştirmek zorunda kaldılar.

Rus emperyalistleri, bu gelişmelere karşı bekle-gör politikasıyla yaklaşıp, daha çok diplomasi yürüttüler. Ancak, ABD ve diğer emperyalistlerin IŞİD’e yönelik operasyonlarının yarattığı etkilerin, Suriye’deki çıkarlarını tehlikeye sokacağını görünce -diğerlerinden bağımsız olarak- güçlerini Suriye’deki üslerine yığıp, IŞİD ve emperyalist destekli diğer güçleri vurmaya başladı.

Çıkarlarına geldiği için IŞİD ‘e her türlü desteği sunan Türk, Suud ve Katar egemenleri, Rusya’nın da savaşa dâhil olmasıyla durumun artık çıkarlarına uygun olmayacağını görerek desteklerini çekmeye başladılar. Suud ve Katar egemenleri desteklerini az da olsa hala vermektedirler. Fakat Türk egemenlerinin Rus savaş uçağını düşürmeleri sonrasındaki gelişmeler ve özellikle Rusya’nın “TC”-IŞİD irtibat yollarını kesip kontrol altına almasıyla beraber IŞİD’le olan yakın ilişkilerinin uluslararası alanda kendilerini zora sokmaya başlamasından dolayı, istemeye istemeye görünürde de olsa, IŞİD karşıtı bir tutuma girmek zorunda kaldılar.

Emperyalistlerin görmezden gelen tutumlarından vazgeçip saldırıya geçmesi ve bölge egemenlerinin desteklerindeki azalma, IŞİD ‘i zor bir sürece soktu. Artık eskisi gibi kentleri büyük güç gösterileriyle işgal edemediği gibi, işgal altına alıp her türlü vahşeti yaşattığı alanlardan sökülüp atılmaktadır. Bu da IŞİD ‘in başından beri gerçekleştirdiği toplu katliam eylemlerine daha çok yönelmesine neden oldu. Daha önceleri Fransa’da Charlie Hebdo, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da Suruç, Ankara, Amed HDP mitingi vb. gibi sol, demokrat, devrimci sosyalist kesimlere yönelik toplu katliamlar gerçekleştirirken, bugün özel bir hedef gözetmemektedir. İntikam saldırıları gerçekleştirmektedir. Mümkün oldukça daha çok insan katletmeyi amaçlamaktadır. Saldırdığı yerler askeri veya silahlı güçler değil, tümüyle sivil halktan kitleler olmaktadır. Bağdat, Suriye, İstanbul, Brüksel, Paris ve diğer katliamlarındaki amaç, intikamdır.

Bölge halklarının kaderi emperyalistlere teslim edilemez

Emperyalistlerin ikiyüzlülüğü bu katliamlarda da kendisini göstermektedir. Katliam kendi ülkelerinde yaşandığında, timsah gözyaşları döküyor, ulusal yaslar ilan ediyorlar. Ancak katliam herhangi bir Ortadoğu ülkesinde olduğunda ise, çok doğal görüp seslerini bile çıkarmamaktadırlar. Sanki katliamlar bu bölge halklarının kaderi ve olağan bir olaymış gibi geçiştirilmektedir. Böyle yaklaşmalarında şaşırılacak bir şey yok aslında. Çünkü, bu vahşet katliamları serisi çıkarlarına hizmet etmektedir. Şöyle ki; katliamlara maruz kalan bölge halkları, bu beladan kurtulmak için kendi yöneticilerine inanmıyor ve güvenmiyor. Bu nedenle kurtuluş umudunu emperyalistlerde görmeye başlıyor. Yani bu katliamlar üzerinden bölge halklarına kendilerini kurtarıcı diye pazarlıyorlar. Bu pazarlama, emperyalistlerin bölgeye yerleşmesine, pazarların işgaline ve paylaşılmasına kitlesel destek vazifesi görüyor. Diğer bir ifadeyle, bölge halklarının akıtılan kanları üzerinden en büyük kıyımcı ve bu kıyımların yaratıcısı olan emperyalistlerin bölgede var olan her şeye hükmetmesini meşrulaştıran bir işlev görmektedir. Bu şekilde bölge halklarının kaderi emperyalist haydutların insafına terkedilmektedir.

Bu asla kabul edilemez. Başta da anlattık, kapitalist ülkeler ve onların işbirlikçileri, yüzyıl önceden bu yana bölge halklarının kaderini ellerine almış ve o günden beridir bölge halkları savaşlar ve katliamlardan kurtulamamıştır. Bölge ve dünya halkları kendi kaderlerini ellerine almadıkları sürece, emperyalist kıyım ordularının olduğu her yerde bu yaşananlar kaçınılmaz olacaktır.

Bu nedenle devrimci-komünist güçlerin geliştiği her yerde aralarındaki rekabetleri bırakıp, gelişen devrimci-komünist hareketi ezmeye çalışıyorlar. Kendi çıkarlarına uymayan veya zarar veren olduğunda, hemen ezmek için harekete geçiyorlar. Bu anlamıyla, bugün Rojava’ya verdikleri destek de çıkarları gereğidir.

Devrimci-komünist örgütlerin zayıflığı ve olmayışı, emperyalistlerin işini kolaylaştırmaktadır. Ancak bu hep böyle gidecek değil. Her koşul kendi içinde devrimci dinamikler taşır. Bu dinamikleri doğru ele alacak ve bunun üzerinden yürüyecek güçleri de bağrında besler. Bu bağlamda yaşadığımız tarihsel süreç var olan devrimci güçlere önemli görevler biçtiği ve fırsatlar tanıdığı gibi, Maoist komünistlere çok daha büyük sorumluluklar yüklemektedir.

Sorumlulukların farkında olmak yetmez, kan deryasına döndürülmüş bölgemiz ve ülkemizde, ‘72 cüretiyle kuşanıp yol almak aslolandır. Çünkü aslolan yapmaktır!  

Önceki İçerikXozat’ta nohut hasadı başladı
Sonraki İçerikAnkara, Moskova ve Tel- Aviv üçgenindeki “normalleşme” ve bölgesel çatışmalar