HABER MERKEZİ (06.06.2016)-Gazetemizin 123.Sayısında yayınlanan ‘’Biat kültürüyle kurulan 65.Kabine yeni bir savaş hükümetidir’’ başlıklı makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz.
AKP 2. Olağanüstü Kongresi, Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin Hitler halefi Erdoğan’ın önderliğinde çekilen dizayn operasyonuna göre biçimlendirilerek yapıldı. Fiili başkan rolüyle, bütün ipleri elinde toplayan diktatör Erdoğan, gerici egemenler sisteminin iktisadi-politik sürecine göre, daha önce planlanan ve bu planlamalara uygun seçilen kişilikleri, kongrede onaylatmış oldu. Yani AKP 2. Kongresi, sadece planlanan bir süreci tasdik eden bir “noter” olma işlevinden öte bir anlam ifade etmemiştir… Tamamıyla Erdoğan tarafından dikta edilen gündemler onaylanmış, gerici burjuva siyasetin en kaba ve rezil biçimi uygulanmıştır. Böyle bir oturuma kongre demek ne kadar hatalı bir yaklaşım ise, bu oturumda çeşitli burjuva kurumları temsil etmek için “seçilmiş” kişilerin “demokratik” yolla seçildiklerini söylemek de bir o kadar hatalı bir yaklaşım olacaktır. Burjuva siyasal arenanın temel unsuru olan kişiliksiz ve dalkavuk bir siyasetin, uygun kişilikler özgünlüğünde, büyük bir çirkeflikle birbirini onayladığı ve gerici burjuva sürece göre bir emir eri olarak görev almak için sırada beklediği bir ortam, eşine az rastlanan bir dalkavukluk, itaatçilik ve düzeysizlik üretmiştir. Burjuva-feodal gerici kişilik anlamında dahi bir iradenin ortaya konmadığı, güç odaklarının emirlerine itaat şeklinde kişiliksizleşen davranış biçimleri, AKP 2. Olağanüstü Kongresi’nin açık çizgisi olmuştur.
Faşist Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin politik sürecine göre gerçekleşen bu dizayn hareketi, planlandığı gibi biat yeminleri üzerinde şekillenmiştir. Binali Yıldırım’ın AKP’nin başına getirilip başbakanlık koltuğuna oturtulması, sürece göre AKP’nin irade beyanı değil, biat kültürü üzerine inşa edilen yeminlerin beyanıdır. Yani alttan üste bir irade seçimi değil, üstten gerici erklerin, Erdoğan özgülünde dikta ettiği tek seçenektir. Bu anlamıyla, “Genel başkan seçildi”, “Yeni başbakan ve kabine” gibi söylemlerinin toplumsal karşılığı yoktur. AKP başkanlığı, başbakanlığın ve kabine bakanlıklarının ilahi güçlere sahip diktatör Erdoğan’ın elinde toplandığı bir süreç örgütlenmiştir. Bu merkezileşme, AKP ve devletin mekanizmalarına hâkim kılınarak, karar ve irade “halifelerin” buyruğunda, “ölümlüler” yani “fanilerin” sekreterliğinde otoriter bir güç olarak uygulanacaktır. Bu merkezileşmeyi, diktatör Erdoğan’ın “ilahi” yeteneklerine bağlamak, sosyal-sınıfsal toplum gerçekliğini ve bunun üzerinde bir sınıfın egemenlik aracı olan devlet gerçekliğini kavramamaktır. Kuşkusuz Erdoğan burada egemenlik sisteminin en bağnaz, en gerici yanını temsil etme konusunda bir öznedir. Ve bu “özneye”, güç veren, hareket alanı açan, faşist Türk egemenlik sistemidir. Faşist egemenlik sisteminin niteliği, iktisadi ve politik süreci, bu sürece uygun yönetsel erklerde yaratılmaya çalışılan gerici merkezileşme, bu sürecin asıl “dinamiğidir” ve Erdoğan bu zemin üzerinde, en gerici ve faşist niteliğin uygulayıcısı olmaktadır.
Davutoğlu biatle gelmiş biatle gitmiştir!
AKP Kongresi, bu merkezileşmenin ihtiyacı olarak gündeme gelmiştir. Biat kültürüyle gelip, gidişine, içindeki utangaç itirazlarla birlikte, uslu adımlarına “narinlik ve vefa” anlamı katan, Davutoğlu, karşısındaki egemenlik sisteminin topyekûn planının altında ezilmiştir. AKP 2. Olağanüstü Kongresi’nde, merkezi bir terör olarak estirilen ve baskın bir güç olarak yaşatılan “AKP’nin tek lideri vardır o da Recep Tayip Erdoğan’dır” sloganı ile ifade edilen, sadece egemenlik sisteminin tüm erklerindeki tekleşme değil, aynı zamanda AKP içindeki muhalif kesimlere yönelik açık bir mesajdır. “Kurucu lider, dönemsel başkan” tartışması, “AKP Erdoğan’ın partisidir” nitelemesiyle, en azından konjonktürel olarak sonlandırılmıştır. Erdoğan’ın gövde gösterisine dönüşen bu ortamda, AKP içindeki muhalefet, ‘ağlarım ama sorun çıkarmadan giderim’ modunu aşamamıştır. Bunun en sistematize ifadelenişi, “düşük profile” karşı “itiraz” eden ama “düşük profilli muhalefetle” giden Davutoğlu’nun konuşması olmuştur. “Yeni bir kongre için karşınıza çıkmak benim arzu ettiğim bir şey değildi. Bu durumun sizin ve milletimizin maşeri vicdanında yarattığı rahatsızlığın da farkındayım” diyen Davutoğlu, AKP’nin zarar görmesinden endişe ettiğini de ifade ederek, “Bu hareket için hiçbirimiz vazgeçilmez değiliz. İktidar sarhoşluğuna, güç yozlaşmasına asla düşmemeli, o emanete halel getirmemeliyiz” ifadesini kullandı. Davutoğlu konuşmasında öne çıkan bu ifadelerde “biat ile utangaç itiraz” yan yanadır. Zaten geçmişten bugüne AKP içindeki muhalif kesim bu çizginin dezavantajıyla tasfiye edildi. Erdoğan’la sorun yaşayan ve O’nun çizgisine muhalif olan AKP içindeki herkesin yaptığı stratejik hata budur: Uygun zaman ve zemin bekleme adı altında hamlesiz kalmak ve buradan doğan avantajla Erdoğan’ın karşı hamlelerine olanak sunmak. Bugüne kadar Erdoğan, bu edilgen, silik “muhalefete” karşı, AKP ve devlet kurumları içinde önemli stratejik hamleler yapmıştır. Polis, ordu, yargı, bürokrasi gibi devlet kurumlarında “paralelci”, “hain” nitelemesiyle tasfiye edilen cemaat ve AKP içindeki “muhalifler”, kongreye savunmasız ve zayıf girmişlerdir. Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin, “tekleşme” ve “merkezileşme” siyasetini arkasına alan Erdoğancıların karşısında, kongrede muhalefet yapma olanağı tamamıyla zayıflayan Erdoğan karşıtlarının, AKP kongresinde bir irade ortaya koymaları çok zayıf bir ihtimaldi, nihayetinde öyle de oldu. Yani örgütlü bir biçimde ortaya konulamayan itiraz, anlamsız kalmıştır. Sonuçta Erdoğan merkezli tekleşmeye biat edilmiştir. Bu sadece konjonktürel olarak durulan suları ifade ediyor tabi ki.
AKP içinde geçmişten bugüne var olan çatışma ve didişme, bugün farklı çelişkilerle birleşerek, gerici didişmeler ve çatışmaların haberlerini vermektedir. AKP içinde, Erdoğan cemaat, tek lider sultasına karşı parti içi yetki dağılımı, partinin sevk ve idaresi gibi birçok farklılaşmanın yanında, eski yönetim yapısıyla yeni kadro bileşeni arasındaki çatışma ve dalaş, soğuk küllerin altına dikta müdahale ile itilen volkanik çelişkilerdir. “Artık sıra bende” istenci ve “Erdoğan amirim ve liderimdir” biatına sıkı sıkıya bağlı “yeni” kadrolar, eski yönetimi tehdit olarak görmekte ve bunlara karşı Erdoğan’a kulluğu kendileri için koruma kalkanı olarak kullanmaktalar. Bu Erdoğan özgülündeki merkezileşmeyle, Erdoğan karşıtları arasındaki çelişki ve uçurumu derinleştirecek çelişkinin çıkışı olacaktır. Uygulanacak politikalarla bu çelişki daha derinleşecektir. İktidar ve erk olandan gerici çıkar sağlayanlar, iktidar ve erklerini korumak için daha çok saldırganlaşacaklardır. Bu durum AKP içindeki muhalefete bir zemin sunacaktır. Ama muhalefet bunu kullanır mı, kullanmaz mı sorusunun cevabı belirsizdir. AKP içindeki muhalefetin beklemesi, tasfiyesi anlamına gelecektir. Ama irade olarak silikleşmiş, gerici burjuva-feodal kişilikte insan olma erdemlerini yitirmiş, kendi kirli çıkarları için, iktidar olanın tüm kirli emellerine entegre olmuş, ezilen halklar ve mazlum ulusların kanını içmede ortaklaşmış bu gerici muhalefetin, AKP içinde harekete geçmesi, gelişmelere ve koşullara hapsedilmiştir. İlerisi açısından bir güç olarak varlığını sürdürse de, mevcut konjonktürde kıpırdaması zayıf bir olasılıktır. İrade gösterme ve itiraz etme kültürleri, “hain” ve “paralelci” baskılanmasıyla AKP tabanında zayıflatılmış, teslim alınmış AKP “muhalefeti”, Erdoğan ve şürekâsının ezilen halkların ve mazlum ulusların devrimci muhalefeti karşısında zayıflamasını, uluslararası politikalarda başarısız kalmasını ve iktisadi krizlerin altında zayıflamasını beklemekteler. Bu sosyal ve siyasal gelişmeleri bekleyerek harekete geçme stratejisi dönem olarak dönüp onları vurmakta, Arınç, Gül, Davutoğlu örneğinde görüldüğü gibi, tasfiye olmaktadırlar. Ve bu süreç, AKP içinde patlamaya amade çelişkileri derinleştirdiği gibi, Erdoğan tekçiliği ekseninde bir merkezileşmeyi yaratmaktadır. Hiçbir şeyin durağan olmadığı gerçeğinden hareketle, bu çelişki de patlamaya dönüşecektir. Bu anlamıyla, Erdoğan diktatörlüğünün toplumda ve AKP gerici partisinde baki olduğunu hayal edenler, bekalarıyla birlikte toplumsal gelişmelerin altında ezileceklerdir.
“Vefa” ve “sadakatin” ismi olarak Davutoğlu’nun yerine getirilen Binali Yıldırım’ın konuşması, bu süreçte neden tercih edildiğini kendi ağzıyla deklare etme konuşmasıydı. Zaten “düşük profili” tartışmasız kabul etmesi, burjuva-feodal gururdan dahi bir yoksunluğun ifadesidir
Bütün bu handikaplar içinde “Yolun yolumuz, sevdan sevdamız” sloganı, AKP Kongresi’nin niteliğini deşifre eden en kişiliksiz slogandı.
Gerici iktidar erki ve onun temsili konumundaki diktatörlerin planladığı her süreç ve örgütlenme gerici niteliktedir. AKP bu gericiliğin en merkezileşmiş halidir. Ve mevcut dizayn operasyonuyla iç işleyişi ve “iradesi”, Türk hâkim sınıfları egemenlik sisteminin iktisadi-politik sürecine göre “yeniden” örgütlenmiştir. Bu mantıkla örgütlenen kongrenin mesajı açık ve nettir. Fiili olarak var olan başkanlık sistemine göre AKP “yenilenmiştir”. Başbakanlık, sadece bakanların sınıf başkanıdır. Dış politika, ekonomi, toplumsal muhalif dinamiklere karşı sürdürülecek kuralsız savaş ve baskı, Kürt ulusunun en demokratik hakkının kanla ve şiddetle bastırılması yetkisi, bu kongre ile Erdoğan’a verilmiştir. Bütün bunlar, toplumsal dinamiklere karşı topyekûn sindirme hareketi olarak şekillenirken, giden Davutoğlu ile gelen Yıldırım, aynı tarzda “maşeri vicdanların” ruhları olarak rencide edilmiştir, gelene de, gidene de biat kültürü dayatılmıştır.
Yıldırım’ın “Başbakanlık” koltuğuna oturması da, AKP MKYK’sı da ve kurulan hükümet kabinesi de tamamıyla görüntüdür. AKP yönetimi için seçilen isimlerin hepsi AKP’ye çekilen dizayn operasyonuna göre belirlenmiştir ve profil düşük tutulmuştur. Az çok burjuva gericiliği anlamında dahi profil sahibi olanların yönetsel kurumların dışında kalmaları, bunun en açık kanıtıdır. Bu anlamıyla “Kutlu yürüyüşe devam” şiarı, AKP’nin geçmişten daha kurumsal tarzda Erdoğan’a bağlanması şiarıdır. Bunun dışındaki gelişmeler teferruattır ve kongrenin ana gündemi de buydu. Gelişmeler şunu göstermektedir: Hükümet “icracı” bir heyet olacaktır. Sistemin ve sürecin politikalarını, Erdoğan’ın direk otorite olduğu MKYK belirleyecektir. Bunun somut karşılığı, AKP’nin ve hükümetin tek başkanı Erdoğan’dır. Burjuva parlamento, tüzüksel hükümler, genel başkanlık, başbakanlık tamamen göstermelik hale gelmiştir. Ve Türk usulü, Hitler modeli üniter başkanlığın fiili yolları bu tarzla döşenmiştir.
Türk egemenler sistemi açısından parlamento ve hükümetlerin rolünün işlevsizliği, tabi ki bugünün sorunu değildir. Keza, tüm burjuva gerici egemenlik sistemlerinde, parlamentonun ahır olma özelliği, bugünün açığa çıkardığı bir mesele değildir. Parlamento ahırındaki “seçilmişlerin”, burjuva gerici iktidarlar karşısındaki tarihsel rolü budur. Türk egemenlik sisteminde dün bu üst erkin rolünü MGK merkezli gerici güç kullanırken, bugün “sivil” manipülasyonu altında “seçilmiş” Cumhurbaşkanı üzerinden yapılmaktadır. Öz aynıdır. Egemenlik sisteminin gerici çıkarlarının burjuva gerici kurumlar üzerinden sürdürülmesi ve burjuva gerici kurumları sürecine göre dizayn edilmesidir. AKP özgülünde yaşanan süreç ve bunun sonucu oluşturulan “yeni” kabine, gerici egemenlik sisteminin siyasal süreci içinde bir yere oturmaktadır.
Oluşturulan “yeni” kabine ve dikta edilen kutsal görevler!
“Yeni” atanan “Başbakan” ve kabinesi aslında başından belirlenmişti. Kamuoyuna farklı bir görüntü vermek için, eski ve yeni “başbakanla” Erdoğan arasında yaşanan görüşme trafiği ve görev alıp verme süreci tamamıyla bir aldatmacaydı. Kurulan kabinenin “hükümet” programı dâhil, kabinenin bileşenleri “düşük profilli” Yıldırım’ın önüne hazır konulmuştu. O sadece uygulamada görüntü memurudur. Kabinede yer alanlar, “yeni” gelenler, gidenler üzerinde kapsamlı bir tartışma yapmak anlamsızdır. AKP Kongresi ve gerici egemenlerin politik-iktisadi süreci, kalanların neden kaldığını, gelenlerin neden getirildiğini, gidenlerin de neden gönderildiğini yeterince açıklamaktadır. Bu bir dizayn operasyonuydu. Faşizmin sürece göre kendisini merkezileştirme hamlesiydi. Ve her adım bu durum hesaplanarak yapıldı. Temel mantık, faşizmin daha merkezi ve kurumsal hareketine göre belirlendi. Ve bu temsil Erdoğan merkezli yapıldı. Seçilen kişiliklerin hepsi bu sürecin uyumuna göre planlandı. Ve özellikle, ekonomik piyasalarda, “iç güvenlik” altında toplumsal devrimci dinamiklere karşı geliştirilecek saldırılarda, dış politikada, mali planlamada, eğitim sahasında, gerici egemenlik sisteminin sürecini zaafa uğratmayacak ve faşist uygulamaları kurumsallaştıracak itaatkâr kişiliklerin yerini koruması, ya da yeni getirilenlerde bu özelliğin aranması, örgütlenen sürecin niteliğini ortaya koymaktadır.
Bütün bu politik-pratik örgütlenme ve konumlanma ile atanan 65. Kabine’nin ana davası, Erdoğan’ın başkanlığı, “yeni” anayasa ve Kürt ulusu başta olmak üzere, ulusal ve sosyal toplumsal dinamiklerin meşru mücadelesini bastırmaktır. Binali Yıldırım’ın grup konuşmasında “Buradan AK Parti grubu olarak bir kez daha diyoruz ki, yolun yolumuzdur, davan davamızdır, sevdan sevdamızdır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle, gelecekte de böyle olmaya devam edecektir” ifadeleri, Erdoğan’ın sözlerine göre “taş üstüne taş koyma”, toplumsal dinamikler özgülünde “omuz başında baş bırakmama” beyanıdır. Erdoğan’ın planlarıyla hazırlanan “hükümet” programı, giriş bölümünde kutsal görevleri ve bu görevlerin icra biçimini ifade etmektedir. Davutoğlu ve kabinesi, başkanlık sistemine ve anayasa değişikliğine gerekli duyarlılığı göstermemiştir. Bu konuda atılacak tartışmasız adımlarla “Erdoğan’ın fiili başkanlığının önündeki tüm burjuva yasal engeller kaldırılacak”, tüm toplum bu faşist merkezileşmeye göre hizaya getirilecektir.
65. Kabine, Türk egemenler sistemi açısından stratejik özelliklere sahip adımlar atmak için göreve getirilmiş bir kabinedir. “Ülkenin birliği ve beraberliği yolundaki kutlu yürüyüşü kesintiye uğratan ve devlet-i âliyenin güvenliğini tehdit eden” tüm “şer” odaklarıyla kararlı mücadele, somutta Kuzey Kürdistan’da, Batı’da ve meclis çatısı altında Kürt ulusal ve devrimci sosyal mücadeleye karşı geliştirilen topyekûn savaştır. Bu topyekûn savaş, kuralsız katliamlarla, vahşi yöntemlerle sürmektedir. Kürt kentlerinde sivil, yaşlı, kadın, çocuk demeden yapılan katliamlar, gerici egemenlerin karanlık dünyasını yeterince açıklamaktadır. Bütün bunların karşısında boyun eğmeyen mazlum Kürt halkı ve direnen devrimci sosyal mücadele, faşist diktatörlüğü daha kapsamlı savaş konseptine göre örgütlenmesine vesile olmaktadır. Toplumsal tabanıyla, potansiyel “suçlu” kimliğiyle, toplumsal dinamiklerin katledilmesi, egemenlerin savaş stratejisidir. 65. Kabine bu stratejiyi bir emir olarak almış ve birinci gündemi yapmıştır.
Kürt Ulusal Hareketi ve devrimci-komünist hareketlerin mücadelesini boğmak için sürdüreceği savaş konseptini, kendi iç merkezileşmesine paralel olarak işletmek ve karşılıklı doğan avantajları sürecine dinamik yapmak, faşist egemenliğin bir başka stratejik planıdır. Başkanlık sistemi, olmadı süreci “Partili Cumhurbaşkanlığı” sistemiyle parça parça örgütleyip, faşist diktatörlüğü iradede merkezileştirmek, toplumu kasıp kavuracak şekilde denetimine alma konusunda yaygınlaştırmak, faşizmin politik, askeri, iktisadi yönelimidir. CHP ve MHP’den alınan vekil oylarıyla, bu süreci mevcut meclis üzerinden yapmak, hâkim gericiliğin süreci açısından avantajlı olacaktır. Ve öncelikle bu yolla, en azından referanduma taşıyabilecek kadar oy ile bu süreç aşılmaya çalışılacaktır. Ama olmadı, yeni bir parlamento bileşeni yaratmak için kaldırılan “dokunulmazlıkların” kullanılarak yeni bir genel seçim yolunun açılması güçlü bir olasılık olarak gündemdedir. Faşizm süreci “tek parti-tek lider” mantığına göre planlamaktadır. Sözü edilen sistem değişikliğinin ana özü budur.
Egemenler arasındaki çatışma ve dalaş, bu faşist sürecin uygulanmasında engelleyici rol oynayamaz. CHP merkezli, “kan dökülür” tehdidi dâhil, burjuva gerici klikler arasındaki çatışma, egemen güçlerin merkezi siyasal süreçlerine karşı duruş gösteremez. Mazlum ulusların ve ezilen halkların devrimci mücadelesi, faşist gericiliğin tüm planlarını yerle bir edecektir. 65. Kabine, mazlum Kürt ulusu ve ezilen-sömürülen halklarımıza karşı “yeni” bir savaş beyanıdır. Tek elde merkezileşmesiyle, “anayasa değişikliği” planlamasıyla, iç-dış politikadaki yönelimiyle, ezilen ve sömürülen halkların yaşamına yönelecektir. Bu saldırganlığı cepheden karşılamak, Kürt ulusu başta olmak üzere mazlum ulus ve azınlıkların, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerin, Aleviler başta olmak üzere ötekileştirilen inanç gruplarının güncel görevidir. Egemenlerin faşist dikta merkezileşmelerinin karşısında, toplumsal dinamiklerin devrimci savaşta birleşmesi, toplumun tüm alanlarında uygun araçlarla, devrimin stratejik planlarına uygun mücadele etmesi, süreci devrimci tarzda ilerletmenin tek anahtarıdır.