Ankara, Moskova ve Tel- Aviv üçgenindeki “normalleşme” ve bölgesel çatışmalar

Türk hâkim egemen sınıflarının, İsrail, Rusya, Mısır, İran, Irak başta olmak üzere bölge siyasetinde bugüne kadar sürtüştüğü güçlere “sulh” elini uzatması, gerici çıkarların uzlaşmazlığında, daha derin sürtüşmelere dönüşmesi, önümüzdeki sürecin en güçlü olasılığıdır. Özellikle Kürt düşmanlığı üzerine çekilen tüm kırmızı çizgiler, Türk hâkim sınıflarını vuran bir silaha dönüşmesine karşın, faşist barbarlık Kürt düşmanlığı üzerinde benimsediği siyasetinden vazgeçmeyecektir. Kürt ulusu ve devrimci-ileri güçleri imha etme üzerine belirlediği iç ve dış siyasetine, konjonktürel ve stratejik olarak “müttefik” yaratmada daha esnek yaklaşarak, gerici emellerine ulaşmaya çalışacaktır. Mevcut koşullarda, dış politikadaki manevra girişimlerinin, iç politikada da bir karşılığı olacaktır. Yani dışarda ABD ve AB emperyalistleri ve Rusya ile sağlanan “uzlaşmalar”, bölge üzerindeki gelişmelere alınan tutum, bir yandan Kürt ulusal mücadelesine karşı, diğer yandan sosyal kurtuluş mücadelesine karşı, iç politikada “terörle mücadele konseptinde” faşist barbarlığa dönüşecektir. “Tek parti, tek lider” rejimli merkezileşme üzerinden, faşizmi, toplumun tüm hücreleri üzerinde baskın bir erk olarak yaygınlaştırma, bu dış siyasetin iç siyasete yansıması olacaktır

HABER MERKEZİ (29.07.2016) – Gazetemizin 126’ncı sayısında yer alan “Ankara, Moskova ve Tel-Aviv üçgenindeki ‘normalleşme’ ve bölgesel çatışmalar” başlıklı yazıyı, okuyucularımızla bir kez de internet sitemizden paylaşıyoruz.

Faşist Türk hâkim sınıflar egemenlik sisteminin iktidarı Erdoğan-AKP diktatörlüğünün, gerilim ve şiddet üzerinde şekillenen iç ve dış politikasında yaşanan tıkanıklığı “aşmak” ve sürece göre “yeni” bir yol haritası belirlemek için, İsrail ile yapılan anlaşma ve Rusya ile yaşanan “yakınlaşma”, son siyasal sürecin iki önemli gelişmesi oldu. Erdoğan- AKP iktidarı ile İsrail arasında yapılan Roma Anlaşması’nın hemen akabinde, Erdoğan’ın Putin’e yazdığı özür mektubu, Mısır’a gidip gelen diplomatik mesajlar, iç ve dış politikada sıkışan gerici egemenlik sisteminin süreci “aşmak” için politik olarak belirlediği manevraların niteliğini açığa çıkarmaktadır. Özünü, emperyalist güçlerin hegemonya çatışması ve her emperyalist gericiliğin bölgesel ittifak gücünün nasıl konumlanması gerektiği konusundaki stratejik politikaların belirlediği bu süreci, Türk hâkim sınıf egemenler sisteminin “profilsiz Başbakanı” Binali Yıldırım tarafından, “az düşman çok dost” tekerlemesiyle, kendi siyasal iradesine pay etmesi, sadece kamuoyuna yönelik algı operasyonudur. İsrail ve Rusya merkezli yaşanan bu siyasal gelişmeler, kapalı kapılar ardında, karşılıklı niyetler sınanarak, uzun dönemdir sürdürülen ilişkilerin bir sonucudur. Ve “az düşman çok dost” ya da “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tekerlemesiyle diplomatik alandaki “zafer” olarak ifade edilen, İsrail anlaşması ve Rusya yakınlaşmasının özü  (ki faşist egemenlik sistemi açısından, insani duyguya hitap eden bu kavramlar, gerici egemenliğin tesisi için mazlum ulusların ve ezilen halkların barbarca boğazlamak için kullanmıştır) uluslararası alanda yaşanan gelişmelerin, karşılıklı gerici çıkarlar ekseninde, gerici güçlerin ilişkilerini konseptsel de olsa “normalleştirmesidir.” Yani gerici güçler arasında ilişkilerin kriz üretmesi ya da dönemsel “normalleşmesi”, gerici çıkarlarının hükmündedir. Kapitalist egemenlik sisteminin, merkezileşmiş sermaye oranına göre, şu veya bu düzeyde var olan tüm gerici iktidarları, insanlığın huzuru ve güveni için barış ya da anlaşmalar imzalamazlar. Bu gerici güçler arasında imzalanan tüm anlaşmalar veya dönemsel “normalleşmeler”, gerici çıkarları özgülünde karşılıklı koparılan tavizleri ve manevraları ifade etmektedir. “Barış” anlaşmaları adına topluma mal edilmesi, gerici çıkarlar özgülünde sağlanan “anlaşmalara” toplumsal bir meşruluk kazandırma amaçlıdır. Erdoğan-AKP faşist iktidarı ile İsrail arasında mutabakata varılan Roma Anlaşması, Rusya ile yaşanan yakınlaşma, Mısır, İran ve Esad Suriye’sine atılan diplomatik oltalar, bölgesel ve uluslararası alanda birbirini karşılıklı yoklayan gerici çıkarların birer basit görüngüsüdür. Ve sürece göre yeni politik manevralar, bu görüngünün niteliğini belirlemektedir.

Neo-Osmanlıcılık, İslam Dünyasının Liderliği Hayali ve “One Minute” Şovu

Genel kanı olarak, İsrail-Türk hâkim sınıfları arasındaki kriz, “Mavi Marmara” ile başlatılsa da, “Mavi Marmara” yaşanan krizin başlangıcı değil, krizin patlaması ve derinleşmesidir. O dönem başbakan olan Erdoğan’ın, “Bir daha Davos’a gelmem” diye celallendiği “One minute” çıkışı sürecin asıl başlangıcıdır. Kuşkusuz bu “çıkış”, bir anlık öfke ve heyecanın ürünü olan bir çıkış değildir. Erdoğan-AKP iktidarının, Arap Yarımadası ve Ortadoğu başta olmak üzere, uluslararası alanda derinleşen emperyalist hegemonya çatışmasında, kendisine alan açmak için benimsediği “neo-Osmanlıcı” dış politika hayallerinin ürünü olarak planlanan bir çıkıştır. Yani AKP-Erdoğan diktatörlüğüyle, İsrail siyonizmi arasında yaşanan siyasal kriz, Mavi Marmara krizi değil, Mavi Marmara’yı da bir sonuç olarak yaratan, Osmanlıcı dış politika hayallerinin, ilk elden etkili sonuç elde etmek için seçilen gerici hasımlarıyla didişme krizidir. Ki AKP-Erdoğan diktatörlüğünün “Şam’da ikindi namazı kılma” hayaliyle sloganlaşan yeni Osmanlıcı dış politikası, İsrail gericiliğiyle didişmekle sınırlı kalmamış, Suriye, Irak, İran, Rusya ve hatta stratejik müttefik güç olarak tanımladığı ABD ve AB emperyalist ülkeleri ile yaşanan tüm kriz ve çatışmalara neden olmuştur. Hemen belirtelim ki, bu çatışma ve dalaşta, haklı ve meşru olan taraf yoktur. Mazlum uluslar ve ezilen halklar üzerinden bir egemenlik ve gerici çıkarların paylaşılmasına dayanan bu dalaşta, AKP-Erdoğan gericiliğinin politik yönelimini ifade etmemiz, karşısındaki gerici güçlerin meşru zeminde durdukları anlamına gelmemektedir. Bu gerici güçlerin çatışmasına yön veren, gerici çıkarlarıdır ve bu gerici çıkarların nemalandığı alan, sömürülen ve ezilen halklara uygulanan sömürü ve zulümdür.

Bu genel doğrunun özgün yansıması olarak, AKP-Erdoğan diktatörlüğünün, neo-Osmanlıcı hayallerini ilk elden İsrail ile sürtüşme üzerinden pratikleştirmesi, tesadüfen seçilmiş bir durum değildir. İsrail ile kriz süresi boyunca, İsrail ve Yahudiliğe dönük tüm eski “suçlamaları”, günlük siyasetin argümanı haline getiren Hitler selefi Erdoğan, kapalı kapılar ardından siyasal ve ticari ilişkilerin iplerini koparmadan, bu çatışmayı iç ve dış politika malzemesi yapmıştır. Yani İsrail’le kriz, hem bölge üzerindeki gerici çıkarların hem de Türkiye-Kuzey Kürdistan’da faşist gerici iktidarın korunması, derinleştirilmesi için kullanılmıştır. Burada amaç açıktır. Somut olarak İslam dünyasında var olan anti-semitizm, Yahudi düşmanlığı dokusu canlı tutularak, hem Ortadoğu’da var olan gerici cihadist örgütlenmelerin desteğini almak ve bu cihadist örgütlenmeleri merkezi siyasetine göre hareket ettirme olanağı yaratmak, hem de Türkiye’yi İslam dünyasının kurtarıcısı pozisyonuna getirerek bir yandan emperyalist güçler karşısında pazarlık gücünü arttırmak, diğer yandan da eski Osmanlı işgaline uğramış coğrafyalarda “yeni Osmanlıcı” iddiaları gündemleştirmektir.

Dış politikadaki bu hedef, iç politikada da bir biçim almaktadır. Toplumsal yaşamın her alanına, Sünni İslam referanslar sızdırarak, “dindar nesiller yetiştirme” projesiyle, gerici ideolojik-politik hegemonyayı yaygınlaştırmak, buradan yaratılan avantajlarla, başta Kürt ulusunun meşru mücadelesi olmak üzere, devrimci-komünist sosyal kurtuluş mücadelelerini tasfiye etmek… Her uluslararası diplomatik krizlerde olduğu gibi, İsrail, Rusya, İran, Suriye çatışmaları, Türk hâkim sınıfları egemenlik sistemi tarafından böyle kullanılmıştır.

Lakin “Mavi Marmara” olayı ile derinleşen kriz öncesi ve sonrası, Türkiye-İsrail, İsrail Gazze arasında var olan sorunlarda niteliksel bir farklılık olmamasına karşın, gerici taraflar “Roma Anlaşması” ile bir “uzlaşı” yakalamışlardır. Türkiye-İsrail-Gazze hattında yeni bir süreç olmamasına karşın, Türk hâkim gericiliğiyle İsrail gericiliğinin anlaşması, başka uluslararası ve bölgesel gelişmeler akabinde ortaklaşan gerici çıkarlardan kaynaklıdır. İç ve dış politika malzemesi yapılan bu kriz, gelişen süreçle beraber gerici çıkarlar ekseninde “normalleştirilmiştir.” 2013 yılında, Roma Anlaşması’nda büyük bir başarı olarak sunulan “Mavi Marmara” olayı için özür dileme ve “Mavi Marmara” baskınında öldürülen Türk vatandaşlarına tazminat ödeme sorunu zaten aşılmıştı. Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılması şartının şovu altında, Türk hâkim sınıfları tarafından ötelenen bu süreç, Gazze konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmeden “Roma’da” anlaşmaya dönüşmesi, konjonktürel gerici çıkarların buluşmasıdır. “Roma Anlaşması” Gazze’ye ambargoyu kaldırmamıştır. Aşdod Limanı üzerinden İsrail kontrolünde yapılacak “yardım” zaten var olan bir durumdu. Buna karşın, Türk hâkim sınıflarının, özellikle Hamas’ın “TC”deki hareket alanını daraltması ve İsrail’e karşı aleyhte faaliyetlerini engellemesi, gizli kapılar ardında, kirli çıkarlardaki ortaklaşmanın boyutunu ortaya koymaktadır. Bir çırpıda bugüne kadar ortaya konulan tüm “kırmızı çizgilerden” “feragat” etme, kirli ve daha büyük bir gerici hesabın neden olabileceği bir sonuçtur.

Ve Rusya Krizi!

Türk savaş güçleri tarafından düşürülen Rus Savaş Uçağı SU-24 sonrası, krize dönüşen Rusya-Türkiye ilişkileri içinde süreç aynı mantıkla işlemiştir. Rusya’nın askeri yayılmacılığı karşısında, hamle üstünlüğünü yitiren ABD-AB-Suudi Arabistan, Katar ve “TC” gerici hâkim sınıfları bloğu, uçak düşürme olayı üzerinden stratejik politikalarına alan yaratmaya çalışmış ve krizi bu kesitte derinleştirmişti. Fakat emperyalist bloklar, gerici bölgesel ittifak güçleri ve bölgesel gelişmeler tek düze ve planlanan şekilde gelişmediği için, süreç “yeni” stratejileri zorunlu kılmaktadır. Bugün Rusya ile “normalleşme”, domates ve biberin pazar hareketi, ya da ülkelerinde “TC”ye gelmek için sabırsızlıkla bekleyen Rus turistlerin karşılıklı yaratacağı ekonomik çıkarlara bağlansa da, bu sadece buz dağının görünen yüzüdür. Kuşkusuz krizin karşılıklı yarattığı bir ekonomik külfet vardır ve özellikle turizm sektörünün yaşadığı bunalımın bu “normalleşmede” rolü vardır. Ama asıl neden, bölgede ve uluslararası alanda yaşanan gelişmelerdir.

AKP-Erdoğan İktidarının İsrail ve Rusya İle İlişkilerini “Normalleştirmesi”, Bölge Siyasetinde Farklılaşmanın İlk Sinyalleridir

“Neo-Osmanlıcı” hayallerle, emperyalist dalaş ve hegemonya çatışması arasında, kendi gerici çıkarlarına alan yaratmaya çalışan AKP-Erdoğan sultanlığı, stratejik müttefikleri dâhil, birçok emperyalist ve bölgesel gerici güçle sürtüşmüş, ilan ettiği tüm  “kırmızı çizgiler”, bölgesel gelişmelerin karşısında hükümsüz kalmıştı. Özü cihadist yayılmacılık olan dış politikada ürettiği her siyaset, stratejik olarak ittifak güç gördüğü emperyalist, bölgesel gericilikler dâhil, hasım emperyalist-bölgesel güçler karşısında başarısız olmuş ve pastadan pay kapma yarışında başarılı olamamıştır. Rojava merkezli Kürt ulusal önderliği PYD’ye karşı sürdürdüğü kirli ve gerici siyasetin, Rojava ve Kuzey Kürdistan merkezli direnişle boşa çıkarılması, PYD’nin bölge siyasetindeki etkinliği beraber Türk hâkim gericiliğinin hareket alanını daraltmıştır. Rusya, ABD, Esad güçleri, İran ve Irak’ın askeri kuşatmaları, PYD-YPG’nin ana güç olduğu SDG’nin askeri hamleleri, AKP-Erdoğan gericiliğiyle, bölgede var olan cihadist güçler arasındaki koordineyi de zayıflatmış ve Türk hâkim gericiliği bölge siyasetinde çamura saplanmıştır. ABD’nin PYD’ye verdiği açık desteğin ardından, daralan ve çamura batan dış siyasette alan yaratmak, Türk hâkim gericiliğinin zorunluluğu olmuştur. Davutoğlu’na yapılan darbe ile AKP’ye yapılan baypas, siyasal erk dâhil devletin tüm organlarında, faşist merkezileşmeye göre gerçekleştirilen çizim operasyonları, iç ve dış politika boyutuyla planlanan değişikliklerin hazırlıklarıydı.

Kuşkusuz bu değişiklik, “neo-Osmanlıcı” hayallerden vazgeçme anlamına gelmemektedir. Ama Rusya ve İsrail’le “normalleşme”, Mısır ve İran’a uzatılan “barış” eli, hatta gizli istihbarat kanallarıyla Esad ile sağlanmaya çalışılan “illegal” “dostluk” köprüsü, Türk hâkim sınıflarının, bugüne kadar çok ciddi kırılmalar yaşadığı bölge siyasetinde bir “değişikliğe” gittiği anlamına gelmektedir. İsrail ile “normalleşmeyi”, Batı ve ABD emperyalizmiyle, Rusya ile “normalleşmeyi”, İran, Irak, Suriye ve Mısır ile “normalleşme” anlamında ele alan faşist “TC”, bölgede karşılaşacağı daha ağır sonuçlardan kurtulmak için “yeni” bir manevra alanı yaratmak istemektedir.

Kuşkusuz politikada manevra alanı yaratmak, avantajlı konuma gelmek için verili koşulları kullanmak, stratejik ve taktik planlarını buna göre yapmak, her gücün kullandığı bir yöntemdir. Bu anlamıyla, faşist “TC”nin, İsrail ve Rusya ile yakınlaşması, sadece tek taraflı siyasal bir çıkar değil, İsrail ve Rusya’nın da çıkarları gereğidir. Her iki güçte, bölge siyasetinde, “TC” üzerinden yapabileceği hamleleri planlamaktadır. Yani mesele karşılıklı gerici çıkarlardaki konjonktürel “uzlaşıdır.” Bu “uzlaşı” kendi içinde derin çatışmaları barındırıyor. Bu da meselenin bir başka yanıdır. Bütün bunların yanında faşist “TC”nin İsrail üzerinden yapmaya çalıştığı politik hamle açıktır. Erdoğan-AKP iktidarının, “terörist devletten”, “Ortadoğu’da ihtiyaç duyulan devlet” statüsüne götüren süreç, duvara toslayan dış politikadaki tıkanıklığa nefes alanı yaratmadır. Kısa başlıklarla, İsrail’in doğalgazını Rus gazına bir seçenek olarak kullanmak, Rusya, İran ve Mısır’ın “TC”ye karşı oluşturdukları cepheye karşı İsrail’le yakınlaşmayı koz olarak kullanmak, İsrail’le askeri, siyasi, ekonomik ilişkileri geliştirerek (Özellikle askeri ortaklık) bölge politikalarının yenilenmesinde Batı’nın yardımı için İsrail’in desteğini sağlamak… gibi çok önemli konular da “TC”yi İsrail’le yakınlaşmaya zorlamıştır. Bu madalyonun bir yüzüdür. Ama madalyonun diğer yüzü, birbirine alternatif gibi görünen güçleri karşılıklı vuruşturmaktır. Yani Rusya’ya karşı İsrail kozu,(bu aynı zamanda Batı’ya jesttir) ama İsrail’e karşı da Rusya kozu… Bir gün arayla iki güçle “dostluk” kucaklaşmasının özü budur.

Rusya ve “TC” gerici hâkim güçlerinin yakınlaşmasında, askeri, siyasal bazı hesapların yanında birçok ekonomik hesabın rol oynadığı açıktır. Buna en somut güncel gelişme, doğal gaz üzerine yapılan planlamadır. ABD ve AB’nin, Rusya’ya karşı gaz ambargosu sürerken, İran’a yönelik ambargoyu kaldırması, İran ile Rusya rekabetini yaratma beklentisi yarattı. ABD ve Batı emperyalist güçlerinin diktelerine boyun eğmeyen bu iki ülke, bununla vuruşturulmak istendi. Washington ile Tahran arasında, İran gaz boru hattının, İran, Irak ve Suriye’ye kadar genişletilmesi ile ilgili gizli anlaşma söylentisi, Rusya ve “TC”yi rahatsız eden bir durumdur.  Rahatsızlık bu iki ülke ile sınırlı değil. İran’ın bölgesel rakipleri de, İran, Irak, Suriye ve Lübnan hattındaki Şii birleşmesiyle özdeş gördükleri bu projeyi engellemek istemektedirler. Bu fikre karşı alarma geçen bir başka güç de Suudi Arabistan ve İsrail’dir.

ABD’nin, ambargolarla Rusya’yı enerji pazarının dışına itme hesabı, “TC” üzerinden planlanan boru hatlarını engelleyeceğinden, doğalgaz merkezli kamplaşma, “TC”yi Rusya’nın yanına itmektedir. Rusya, İran’la olan tarihsel stratejik ilişkilerinin yanında, bu projeye karşı müttefiklerini çoğaltarak, elini zayıflatmak istememektedir. Mevcut teknik düzeyle, önemli gaz rezervine sahip olsa da, İran Rusya’nın rakibi zaten olamaz. Batı tarafından inşa edilmeye çalışılan Hazar Denizi Boru Hattı Projesi’nin, İran ile ortak tavırla engellenmesi, Rusya’yı avantajlı kılan bir diğer öğedir.

Tam da bu gelişmeler ekseninde, Rusya gazı için transit ülke olma konumu, İran projesinin yürürlüğe girmesi durumunda yitirileceğinden, Türk hâkim egemen sınıfları, birçok ekonomik-siyasal çıkarlarını korumak için Rusya’ya yanaşmıştır. Yoksa gelişmeler Türk hâkim egemen sınıfları için tehlike çanları çalmaktadır. ABD desteğiyle SDG (ana gücü Kürtler) Rakka’yı, Sünni güçler de Musul’u ele geçirmek üzere. Bu iki noktadaki gelişmeyle Tahran doğal gazını çok kolayca Basra Körfezi’ndeki Chah Bhar Limanı’na taşıması zor olmayacak. Bu durum Türk hâkim egemen sınıflarının enerji transportu üzerindeki büyük planlarını ve getirim hesaplarını bozmaktadır.

Türk hâkim egemen sınıfları açısından, bölgesel çıkarlarını zedeleyen tüm bu gelişmeleri, başarısız olmuş bir dış politika siyasetiyle avantaja dönüştürmesi olanaksız olduğundan, “dostlarını çoğaltma” manipülasyonuyla, siyasal, askeri, ekonomik “ortaklık” alanı genişletilmek istenmektedir. Kuşkusuz bunu emperyalist güçlerin hegemonyası altında yapacaktır. Ama süreç, “barış anlaşmaları” ya da “normalleşme” söylemlerine karşın, emperyalist ve bölgesel gerici güçler arasındaki çatışmaları derinleştirerek gelişmektedir. Varşova’da yapılan son NATO toplantısında alınan kararlar ve “TC” üzerinden, Akdeniz, Karadeniz, Ege hattında NATO güçlerinin sürece göre askeri olarak konumlandırılması planı, Ukrayna, Pasifik, Ortadoğu hattında yoğunlaşacak emperyalist dalaşın açık anlamıdır. Kuşkusuz bu gerici dalaş ve çatışma, Rusya, ABD-AB merkezli gerici emperyalist güçler ve bunların bölgesel ittifak güçleri arasında derinleşecektir. Yani gelişmelerin ana yönü, gerici güçlerin kendi içindeki çatışmaları ve gerici güçlerle ilerici devrimci güçler arasındaki çatışmaların derinleşmesi boyutunda ilerleyecektir.

Türk hâkim egemen sınıflarının, İsrail, Rusya, Mısır, İran, Irak başta olmak üzere bölge siyasetinde bugüne kadar sürtüştüğü güçlere “sulh” elini uzatması, gerici çıkarların uzlaşmazlığında, daha derin sürtüşmelere dönüşmesi, önümüzdeki sürecin en güçlü olasılığıdır. Özellikle Kürt düşmanlığı üzerine çekilen tüm kırmızı çizgiler, Türk hâkim sınıflarını vuran bir silaha dönüşmesine karşın, faşist barbarlık Kürt düşmanlığı üzerinde benimsediği siyasetinden vazgeçmeyecektir.

Kürt ulusu ve devrimci-ileri güçleri imha etme üzerine belirlediği iç ve dış siyasetine, konjonktürel ve stratejik olarak “müttefik” yaratmada daha esnek yaklaşarak, gerici emellerine ulaşmaya çalışacaktır. Mevcut koşullarda, dış politikadaki manevra girişimlerinin, iç politikada da bir karşılığı olacaktır. Yani dışarda ABD ve AB emperyalistleri ve Rusya ile sağlanan “uzlaşmalar”, bölge üzerindeki gelişmelere alınan tutum, bir yandan Kürt ulusal mücadelesine karşı, diğer yandan sosyal kurtuluş mücadelesine karşı, iç politikada “terörle mücadele konseptinde” faşist barbarlığa dönüşecektir. “Tek parti, tek lider” rejimli merkezileşme üzerinden, faşizmi, toplumun tüm hücreleri üzerinde baskın bir erk olarak yaygınlaştırma, bu dış siyasetin iç siyasete yansıması olacaktır.

Önceki İçerikBir cadı kazanı olarak Ortadoğu
Sonraki İçerik“Beyler” yine taarruza geçti! Davetleri kabulümüzdür!