Olup bitenin ortaya koyacağı resmin nasıl olacağını şimdiden tarif etmek zor olsa da, insanlığın ezici çoğunluğunun bugüne kadar getirebildiği toplumsal ve hukuksal ölçülerin hiçbirine uymaya kendini zorunlu saymayan yeni tarz bir egemenlik anlayışıyla karşı karşıya olduğumuz açık bir gerçektir. Barış diyorlar ama savaş çıkarıyorlar. Yaşam diyorlar ama ölüm üretiyorlar. Özgürlük diyorlar ama köleleştirmeye uğraşıyorlar. Hukuk diyorlar ama hukukun cenazesini kaldırmak çabasında birbirleriyle yarışıyorlar. İnsan diyorlar ama mal ve servete duydukları doyumsuz istekle kan akıtıyorlar. Kısacası, bütün bir insanlığa pazarladıkları tek şey ikiyüzlülük ve yalan! Buna karşılık olarak ha bire biriktirdikleri şey ise para ve onun satın alabildiği her şeydir. Şakağımızı fazla kaşımanın anlamı yoktur: Tüme varım yöntemiyle hareket edersek, “TC” devletinin yürütmesi olan AKP hükümetinin ölçüsüz, katliamcı, zalim, talancı, yalancı, hırsız, arsız kimliği üzerinden durumun genel özelliklerini bulabiliriz. “Bilgi ve İletişim Çağı”nda olduğumuz son on beş-yirmi yılın en gösterişli iddiası olsa da hala otoritelerin, diktatörlerin ve sosyal illüzyonistlerin bloke ettiği gerçeklere ulaşamıyoruz. Aleniyet ve denetim müjdesi de yalan çıktı. Görüldü ki, sistem kapitalist olarak kaldığı müddetçe değişen bir şey olmuyor. Ya da değişen şey, ortaya çıktığı anda yarattığı tepkinin büyüklüğü oranında tersten okuma yaptıran otoritenin kitleleri daha hızlı bir maharetle manipüle etmesidir. Yalana inandırılması başarılmış kitlelerin olduğu yerde ise başarılamayacak hiçbir ulusal ihanet, halk düşmanlığı yoktur; son on üç yıllık “TC” hükümeti bunun en anlaşılır örneğidir.
Ama bu madalyonun bir yüzüdür ama şeylerin ikinci yüzü vardır. Tarih, yalanın zaferini ilan ettiği zamanlarda ortaya çıkan sosyal çöküşün halk kitlelerini nasıl dramatik bir yok olma sürecine sürüklediğinin örnekleriyle doludur. Hitler ve Mussolini buna en özgün örnek olsa da, tüm burjuva diktatörlüklerin iktidar enerjisine dönüştürdüğü yakıt da zaten bundan başkası olmamıştır. Bizdeki örnekleri ise saymakla bitmez. Gezi Direnişi sürecinde “Cami’de içki içtiler”, ve “Başörtülü bacımıza saldırdılar” yalanı “raştang yangını” yalanıyla aynı tasarlanmışlığa tekabül eder. İlkinin sahibi olan Hitler yirminci yüzyılın en iğrenç canisi olarak tarihe kaydolmuştur. Biz de ise bir başbakanın ağzından çıkmış olması nedeniyle, halkı birbirine kırdırma tasarısı olarak bu ülkenin yasaları nezdinde “yüce divan”lık bir suç olduğu halde hiçbir şey olmamış gibi davranılması, toplumu daha neleri kabul etmeye kadar götürdüğüne işaret olmuştur. Ama daha ağırı da gecikmemiştir: Karaman olayı iktidarın ve tarikatların el ele verip toplumu sürükledikleri çöküntünün yeni ve dehşet bir tarifini verirken, olan yine toplumsal tansiyonun hiper koduyla alarm vereceğini bekleyenlere oldu. Aileden sorumlu bakan! kurduğu cümleyle adeta, topumdaki her canlıya bir kerelik tecavüz edilebilirliği kazanılmış hak olarak ifade edince, bu memleketin geleceğinden tümüyle ümidini kesenlerin sayısı tavan mı yaptı ne? “Teröre” destek verenlerin vatandaşlıktan çıkarılması teklifinin bu ümitsizleri kapı dışarı etmek ihtiyacına binaen olduğu da güçlü bir ihtimal ama neyse bunu da anlayacağız…
Kendi sorumluluk alanında bulunan Ensar Vakfı’nda erkek çocukların yıllarca tecavüz ve cinsel istismara uğradığı ortaya çıktığında, başta Karaman Valisi olmak üzere devlet bürokrasisi bu evlerden “Haberlerinin olmadığını” söylediler. Yine çoğu kimse bunu şaşkınlıkla karşıladı. Şaşkınlık yaşayanlar, o evlerde kendi çocukları da bulunan vali ve bürokratların, çocuklarından önce iradelerinin tecavüze uğradığını hesap edemiyor, hatta devlet büyükleri hakkında böyle düşünmüş olmayı akla ziyan sayan milyonlarımız var hala. Oysa akla ziyan sayılacak şey basbayağı sistemleşmiş bir gerçek olarak yaşana geliyor. Türk filmlerinde “sapık” karakter tarafından şeker ve balonla kandırılan çocuk sahneleri ne kadar gerçekse, “TC” devlet bürokrasindeki yetkililerin koltuk ve mevkie ulaşma karşılığında “iffet’lerinden vazgeçerek o mevkilere ulaşabildiği de o kadar gerçektir. Böyle olduğu için de, İçişleri Bakanı olmuş birisi, İstanbul valisiyken halk çocuklarını infaz ettiğinde “kahraman”; halkın demokratik protestosunu gaza, şiddete ve kana boğarken “vatan savunan”; vatandaşı olduğu İran’ın zenginliğini çalarken kendisini bu hırsızlıktan “nasiplendiren” Reza Zarrab söz konusu olduğunda “önüne yatan” olup çıkabiliyor. Özcesi Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı yöneten iktidarın İçişleri Bakanı devrimcileri morglara ölü olarak taşıyıp; iktidara milyon dolar rüşvetler dağıtan kişi olunca önüne yatıyorsa; aile ve çocuklardan sorumlu bakanı, tecavüz edenlerin sahiplenmesinde içişleri bakanını taklit ediyorsa; ülkenin reisi olan kişi, Kürtleri yaşadığı kentlerin bodrumlarında kimyasal gazlarla boğuyorsa, Bütün bunlar normal bir zamanda olmadığımızın alametleridir.
Açık bir gerçek ki, yönetenlerin bu çürümüşlüğü, yarattıkları sosyal çöküntüden besleniyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan toplumu AKP iktidarı altında tarihinin en ağır sosyal çöküntüsünü yaşarken, sosyal bir belirleyen olan işçi sınıfı ve bağlaşıklarının örgütlü olamamasından yararlanmaktadır. Dolayısıyla sosyal çöküntü hangi derinliğe varırsa varsın işçi sınıfının uyanışına yaslanmayan bir karşı koyuş olmadığı müddetçe de yozlaşma sosyal bir değişime olanak sunmaz. Bu, hiçbir değişik görüngü nedeniyle unutmamamız gereken en temel gerçektir: Ezilenler de örgütten yoksun oldukları sürece ezilirler. Siyasal sistemin dayattığı durum ne kadar karmaşık görünürse görünsün geçmişte olduğu gibi bugün de ezen ezilen çelişmesinin olduğu tüm süreçlerin temel görevi ezilenlerin örgütlenmesi görevini en temel görev olarak tanımlamaya devam etmektedir.
Farkında olunması gereken diğer gerçeklik de şudur. Devrim ve karşı devrimin birbirine geçişler yaparak ilerleyeceği bir sürecin içindeyiz artık. Irak’ın işgali ve talanıyla başlayan 21. yüzyıl emperyalist paylaşım stratejisinin Suriye’de yediği vurgunla birlikte Türkiye de Ortadoğu’nun zincirlerine eklenmiş, hatta artık Suriyeleşmiştir. Ortadoğu zenginliklerinin yeni bir bölüşümü için başlatılan işgal ve talan süreciyle emperyalistlerin açtığı kapı, kendi amacı dışında durumlar ortaya çıkarmıştır, bu merkezkaçın en önemli ve bölgesel ölçekte olanı da Kürtler olmuştur. Bu sürecin Kürtlerin lehine gelişmeye devam edeceğinin en temel kanıtlarından biri Türkiye’nin çoktandır benzer unsurlarıyla Suriyelileştiğidir. Ama bu koşullara rağmen sürecin yön gösterici tabelası Kürtlerin elleri olmadan dikilemeyeceğinden, bundan sonraki süreci, ortaya çıkan iradenin örgütsel bir güce ulaştırmadaki kararlılık belirleyecektir. Kuşkusuz, aynı zamanda tarihi bir sınavla karşı karşıya olan ezen ulus devrimcilerinin Kürt ulusal mücadelenin başarısı için gösterecekleri birlik ve katacakları enerji de önemlidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin takınacağı tutum ya “TC” sisteminin yüzyıldır halkları keyfince yönetebilmiş olmanın sihirli değneği olan “bölünme” korkutması payandasını kıracak, hem Kürtlerin hem işçi sınıfı ve emekçi halkının özgürlüğüne kapı açacak ya da egemenlerin korkusunu ezilenlerin korkusu olarak yaşanmasını boşa çıkaramamış olarak, Kürtlerle birlikte işçi sınıfı ve ezilen halklarının ortak kaderini Kürtlerin kan revan içindeki kaderinde ortaklaştıracaktır. Üçüncü bir yol olmayacak…