Uzun yıllar kendi öncüsünden yoksun Türkiye- Kuzey Kürdistan proletaryasının, esas olarak kendiliğinden mücadele seyri, 1970 15-16 Haziran Direnişiyle doruk noktaya ulaştı. İşçi sınıfı, kendi mücadele tarihinde yarattığı bu şanlı direnişle, ilk kez kararlı bir şekilde, mücadelenin önünde şu veya bu biçimde engel teşkil eden ne kadar burjuva ve küçük-burjuva revizyonist, ekonomist klikler, sözde aydınlar varsa, hepsini silip süpürerek, kendi sınıf karakterine uygun bir direniş sergiledi.

Türkiye-Kuzey Kürdistan işçi sınıfının mücadele tarihinde Paşabahçe grevi bir dönüm noktasıdır dersek yanılmış olmayız. Çünkü Paşabahçe grevi, grevdeki işçiler ve sendikaları karşı çıkmalarına rağmen, Türk- İş yönetimi işverenlerle anlaşarak grevi bitirme kararı aldı. Türk- İş’in bu işçi sınıfı düşmanı kararını, o dönem Türk- İş’e bağlı olan Petrol- İş, Maden- İş, Lastik- İş, Basın- İş, Tez Büro- İş gibi toplam 17 iş kolu sendikası grevin sürdürülmesinden yana tavır alarak, Türk-İş’in işbirlikçi tutumuna karşı çıktılar. Bu kararlı tutumlarını daha ileri bir noktaya taşıyan bu 17 sendika, Türk- İş’ten ayrılma ve yeni bir konfederasyon kurma kararı aldılar. 15 Ocak 1967’de İstanbul’da bir araya gelen 17 sendika temsilcileri DİSK’i kurma kararı aldılar.

Türk-İş ve dönemin Demirel hükümeti hem bu örgütlenmeyi engellemek ve hem de DİSK önderliğinde devam etmekte olan grevleri sonlandırmak için harekete geçtiler. DİSK’i sendikal çalışmalardan ötelemek için, sendikalar yasasında değişikliğe gidildi. TBMM’de yapılan değişiklikle ve 11 Haziran 1970’de yürürlüğe konan yasaya göre, işçi sendikaları ve federasyonların iş yerlerinde faaliyet yürütebilmeleri için iş kolundaki işçilerin üçte birini üye yapma zorunluluğu kararı alındı. İşte bu bardağı taşıran son damla oldu. DİSK temsilcileri uzlaşı yolları ararken, işçiler şartelleri indirip sokağa çıktılar.

15 Haziran 1970’de İstanbul’un Anadolu yakasında başlayan yürüyüşe Otosan Fabrikası işçileri, Devlet Malzeme Ofisi (DMO) işçileri ve yürüyüş güzergâhındaki başka fabrika işçilerinin katılımıyla, Ankara asfaltı (E- 5 karayolu) boyunca akşamın geç saatlerine kadar devam etti. Bir başka yürüyüş kolu da Beykoz ve Paşabahçe’den Üsküdar’a doğru eyleme geçti. Avrupa Yakasında ise Bakırköy-Topkapı ve Sağmalcılar güzergâhında yürüyüş eylemini başlattılar. 16 Haziran sabahında ise, Gebze’den başlayan yürüyüş eylemi, Kartal’dan katılan işçilerle birleşerek Bağdat caddesi üzerinden Kadıköy İskele Meydanı’na ulaştı. Aynı gün, İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelen işçiler Aksaray’da birleşip, Sultanahmet, Cağaloğlu güzergâhından Eminönü’ne geldiler. Valilik, Haliç üzerindeki köprüyü açtırarak işçilerin Beyoğlu tarafına geçip diğer işçi gruplarıyla birleşmesini engelledi. Aynı zamanda vapur seferleri, yani deniz ulaşımı da durduruldu. Çünkü Levent ve Beyoğlu tarafında da işçilerin yürüyüş kolları oluşmuştu. Genel olarak eylemlere, devletin açıklamalarına göre 75 bin, DİSK’in açıklamalarına göre ise bunun iki katı işçi katılmıştı. Sadece DİSK üyeleri değil, Türk- İş’e bağlı birçok sendika üyesi işçiler de direnişteki yerlerini almışlardı.

Kadıköy’de polis ve jandarmanın saldırıları sonucu çıkan çatışmalarda 2 işçi, 1 esnaf ve bir polis yaşamını yitirmişlerdi. İşçi eylemleri sadece saydığımız yerlerle sınırlı değildi. Ankara, Adana, İzmir ve Bursa gibi işçi sınıfının yoğun olduğu kentlerde de irili- ufaklı bir dizi eylemler yaşandı.

15-16 Haziran’ın egemenlerde yarattığı korku ve sonuçları

İşçi sınıfının bu görkemli tarihi eylem ve direnişi karşısında, Demirel hükümeti hemen sıkıyönetim ilan etti. Eylemler sırasında ve özellikle eylemlerden sonra yüzlerce işçi gözaltına alınıp tutuklandı. Pek çok işçi, işçi kanını emen işverenlerce işten atıldı. Aynı zamanda DİSK yöneticileri de tutuklamalardan nasibini aldılar. DİSK yöneticilerinin radyodan yaptıkları anonslarla o görkemli eylem belki sonlandırılmıştı ama işçilerin öfkesi dinmemiş, eylemler farklı biçimlerde devam ediyordu. Yürürlüğe konan yasa, yürürlükte kaldığı sürece, devletin daha büyük 15-16 Haziran direnişlerine sahne olacağı bilincinde olan faşist iktidar, TİP’in ve CHP’nin Anayasa mahkemesine yaptıkları itirazın arkasına sığınarak, Anayasa Mahkemesi kararıyla yasa kaldırıldı. Yani, iş yerindeki işçilerin üçte birinin sendikaya üye olma koşulu kaldırılmış oldu.

DİSK, hiç kuşku yok ki, Türk- İş’ten çok daha farklı bir sendikal anlayışı savunuyordu. İşçi sınıfını, sömürenlerin verdikleriyle yetinen, idare eden değil, en azından anayasada tanınan hakları sonuna kadar kullanma ve genişletmeyi temel alan bir sendikacılık perspektifi ile hareket ediyordu. Gerçek anlamda bir sınıf sendikacılığı denmese bile, işçilerin ekonomik, demokratik ve sosyal haklarını temsil etme noktasında Türk-İş’den çok daha ileri bir noktadaydı. Ki, Türk- İş zaten sermayenin aparatı gibi çalışıyordu. O dönem, DİSK’e bağlı sendikaların işçi haklarının genişletilmesi yönlü yürüttükleri mücadeleden ötürü, işçilerin DİSK’e sempati duymaya başlaması, Türk-İş’ten istifa edip, DİSK’e üye olmaları, sermaye sınıfını kara kara düşündürmekteydi. Onlar bu gidişatın önünü kesmek için, bin bir türlü burjuva oyunlarına başvururlarken, işçiler ise oynanan her oyunu bozmakta kararlıydılar. Çünkü 15- 16 Haziran direnişinin yarattığı birlik, beraberlik ve militan ruh, işçi sınıfını sadece ekonomik ve sosyal haklar temelinde değil, politik örgütlenme ruhuyla da tarihinin en ileri noktasına doğru taşımaktaydı.

İşçilerin direniş ruhu, fabrika duvarlarını aşıp, üniversite kampüslerine, köylülerin toprak işgallerine kadar uzanmaya başlamıştı. Bu somut gelişmeler, hiç kuşku yok ki, kendi sınıf önderliklerinin yaratılmasının da zeminini oluşturuyordu. 50 yıl boyunca, Türkiye- Kuzey Kürdistan devrimci hareketi üzerine örtülmüş ölü toprağı, ihtilalci ve komünist mücadele ruhuyla kaldırılıp bir köşeye atılıyordu. Daha da önemlisi, şu fabrika, şu üniversite, falanca köylü direnişi demeden, nerede bir kıvılcım çakılmışsa, o kıvılcımı ortaklaşa büyütme, onu sahiplenme gibi devrimci bir ruh emekçiler cephesinde yer edinmeye başlamıştı. Emek cephesindeki bütün bu gelişmeler, hâkim sınıfları ve onların en yetkin emperyalistlerini korkutmaya, telaşa düşürmeye yetiyordu. İktidarlarını kaybetme telaşına düşen hâkim sınıflar, emperyalist efendilerinin de onayıyla çareyi askeri faşist darbesinde buldular.

12 Mart askeri faşist darbesi, ilk önce fabrikalardaki işçi direnişlerini bastırma ve ne kadar devrimci- demokrat aydın, yazar, çizer, sendikacı varsa onları tutuklayıp işkencelerden geçirmekle başladı işe. Kısa sürede grevlerin kırılması, grevci bir sürü işçinin gözaltına alınması ve aydınların tutuklanmasından sonra, başta ihtilalci devrimci- komünist hareketler olmak üzere, devrimci- demokrat parti ve örgütlere yöneldiler. Darağaçları kuruldu, şehir ve kırlarda devrimci avına çıkıldı ve işkence haneler harıl harıl çalışmaya başladı. İhtilalci devrimci hareketlerden THKO ve THKP/C önder kadrolarını darağaçlarında, kentlerin gecekondu mahallelerinde ve dağ başlarında devrimci mücadelenin ölümsüzler kervanına katarak önemli örgütsel darbeler ve örgütsel yenilgilerle karşı karşıya kaldılar.

Yine MKP’nin önceli Türkiye Proletaryasının komünist öncüsü olan TKP/ML’nin kurucusu İbrahim Kaypakkaya Amed zindanlarında devlet kararıyla katledilirken, önemli kadrolarının bir kısmı şehir ve kırlarda Türk militarist güçleriyle girdikleri çatışmalarda ölümsüzler kervanına katıldılar. Pek çok kadro ve savaşçıları ise tutuklanıp işkencelerden geçirilerek zindanlara hapsedildiler. Aynı örgütsel yenilgiyle TKP/ML de yüzleşmiş oldu. Kısacası, faşist askeri cunta yükselmekte olan devrimci mücadeleyi bastırarak, devrimci ve komünist hareketlere ağır darbeler vurarak, geçici de olsa hâkim sınıflara rahat bir nefes alma ortamını yaratmıştı. Tarihi süreci en kısa özetiyle böyle yaşanan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin öğrettiklerine de kısaca değinmek gerekir. 

Kaypakkaya’nın 15-16 Haziran Direnişi tespitleri güncelliğini koruyor

Türkiye-K.Kürdistan proletaryası ve ezilen halklarının komünist önderi İbrahim Kaypakkaya’nın sürece ilişkin yaptığı değerlendirmeler güncelliğini koruyan doğrular olmaya devam ediyor. Kaypakkaya 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ni değerlendirirken şu noktalara dikkat çekiyor:

“Birincisi; devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi” diyor. Bunun altını özellikle çizmesindeki neden, o dönem, başta TİP olmak üzere bir dizi sözde devrimci “Marksist” yapılanmaların, parlamenter yolla devrimin başarılacağı anlayışını, yani sistem içi “kurtuluşu” savunmuş olmasıdır.

İkincisi; yine dönemin sözde devrimcilerinin önemli bir kesiminin devletin militarist gücü olan ordudan iyimser beklentiler içinde olmalarındandır. Şöyle diyor Kaypakkaya: “Halkın kurtuluşunu hâkim sınıfların ordusundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi direnişi tanklarla, süngülerle, sıkıyönetimle bastırılmıştı.” Ve devamında, devrimin gerçek kahramanlarının, devletin kolluk güçleri ve parlamento gibi devletin kurumları değil, kitlelerin kendileri olduğunun altını çiziyordu. 15-16 Haziran direnişi, aslında bütün bu küçük-burjuva anlayışlara vurulan darbenin ifadesiydi. Ve yine ülkenin içinde bulunduğu o somut durumdan kaynaklı bir başka önemli tespitte daha bulunuyordu. “Şehirlerde zaman zaman ortaya çıkan işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkûm olduğu” tespitidir. Yarı- feodal üretim ilişkilerinin ağırlıklı olarak hüküm sürdüğü ve köylülüğün, nüfusun önemli bir bölümünü teşkil ettiği, devletin yumuşak karnının kırlar olduğu o dönemde kuşkusuz Kaypakkaya doğru bir tespitte bulunuyordu. 

İbrahim, 15-16 Haziran direnişinin, devrimin objektif şartlarının ciddi anlamda olgunlaştığının göstergesi olduğunu, “legaliteye bel bağlamanın, revizyonist örgütlenmenin, şiddetlenen sınıf mücadelesi şartlarında halkımıza zarar vermekten başka bir işe yaramayacağı” vurgusunu haklı olarak yapıyordu. İbrahim’in, bunları belirtmesinin nedeni, sıkıyönetimin birazcık gevşemesiyle birlikte, illegal çalışmalarda da ciddi gevşemeler olmuş, esas olarak gazete bürolarında kümelenmeler olmaya başlamıştı. Bunlar hiç kuşku yok ki tesadüfü şeyler değildi. Küçük- burjuva sınıf içgüdüsünün kendisini mevcut şartlara uyarlamasının sonucuydu. Ayrıca, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketinin illegal örgütlenme konularında henüz yeterince tecrübesi de yoktu. İbrahim’in de içinde yer aldığı TİİKP’in başını çeken Doğu Perinçek ve çevresindekiler, işçi sınıfının öncüsü illegal bir partiden ziyade, legal bir partinin kurulmasının önemi ve gerekliliğinden söz ediyorlardı. Kaypakkaya bu konu hakkında şöyle diyor:

“Revizyonistler, legal bir partinin sayısız faydalar sağlayacağını söylüyordu! Sayısız faydaların başında da yine legal bir yayın organı olan, yani hâkim sınıfların müsaadesiyle çıkan İşçi- Köylü gazetesinin dağıtımı ve satışı geliyordu.”

15-16 Haziran bugünde yol göstermeye devam ediyor!

Bunların altını neden önemle çizme ihtiyacı görüyoruz. Tarih sanki yeniden tekerrür ediyor da ondan. Faşist diktatörlüğün en azılı saldırılarının yaşandığı, sendikalaşmanın pratik olarak yasaklandığı, sendikal örgütlenmenin dibe vurduğu hem kitle hareketlerinin ve hem de devrimci hareketlerin dağınıklığı ve marjinalliği orta yerde dururken, tasfiyeciliğin ve parlamenter anlayışların öne çıktığı bir süreçten geçiyoruz. İşte tamda bu noktada, somut durumu da göz önünde bulundurarak, İbrahim’in yol göstericiliğine dört elle sarılmak gerektiği daha da anlaşılır oluyor. Dogmatik bir anlayışla değil, ama O’nun bilimsel yol göstericiliğini esas alarak yürümek hayati önemdedir. Yol, militan mücadele yerine, legalizm batağına saplanarak veya parlamenter arayışlar içine girerek, yürünecek yol değildir. Kuşkusuz bu mücadele biçim ve araçlarını reddetmiyoruz. Ancak, neyin, neye hizmet edeceği konusunda devrimcilerin ve komünistlerin kafası açık ve berrak olmalıdır.

Bu noktada komünistler İbrahimleşmelidirler. Macera peşinde koşan değil, ama hak arayan işçinin emekçinin, emeklinin, kadının, gencin yanında omuzdaşı olmayı becerebilmeliyiz. İşçi sınıfı içinde örgütlenemeyen bir partinin komünistliği tartışılır hale gelir. Doğru söylemlerin çok fazla bir anlamı olmaz. Önemli olan o doğruların pratikte hayat hakkı bulmasıdır. İşçi ve köylü eylemlerinin giderek daha çok görünür hale geldiği bir döneme giriyoruz. İşte tam da bu süreçte, komünistlerin görevi, bir yandan fabrikalarda illegal işçi komiteleri örgütlemek iken, bir yandan da kitlelerin güvenini kazanmak için, aynı eylemlerde saf tutup, militan bir duruş göstermeleri gerekmektedir.

Kitleler, faşist diktatörlüğün yarattığı korku çemberini kırmaya başlamışken, devrimcilerin hala bu çemberin içinde legal arayışlarla oyalanışı elbette ki kitlelere güven vermeyecektir ve onların farklı arayışlara yönelmelerine vesile olacaktır. Bu dönemde, tıpkı 15- 16 Haziran direnişine vesile olan sendikalaşma, bugün de işçi sınıfının önemli taleplerinden biri olmak durumundadır. TÜRK-İŞ, HAK- İŞ ve DİSK gibi sarı sendikaların sermayenin aparatı ve oyuncağı durumuna geldiklerini işçiler görmektedirler. Bunların yerine işçilerin haklarını savunan bağımsız sendikalara daha çok itimat ettiklerine tanık oluyoruz. Sendikalar olmadan, işçi sınıfını örgütlemenin kolay olmayacağını anlamak içselleştirmek ve bu gerçeklerin gereğince davranmak önemlidir…

Kısacası, Türkiye- K. Kürdistan coğrafyası fırtınalı günlere gebedir. Komünistlerin, bu süreci görerek militan mücadelenin köşe taşlarını bugünden döşemeleri güncel bir sorumluluktur. Bu tamamen komünistlerin süreci doğru yorumlama, devrimci mücadeleyi ilerletecek örgüt ve örgütlenme modellerini yaratmalarıyla doğrudan ilintilidir. Ne tek başına esas olan illegal mücadeleyle, ne de tek başına legal mücadele araç ve yöntemleriyle iktidar yolu yürünemez. İkisi arasındaki siyasi ve örgütsel bağ doğru kurulduğu ölçüde hedefe doğru yol alınabilir. Aksisi, kendiliğindenlik, keyfiyetçilik, anarşizm gibi anti- MLM anlayışların yeşermesine yol açar. 15- 16 Haziran veya Gezi Direnişi’nden çıkarmamız gereken önemli derslerdir bunlar.

Önceki İçerikHalkın Günlüğü 40. sayı çıktı
Sonraki İçerikMKP: 17’lerin açtığı bilimsel yol Partimize ışık olmaya devam etmektedir